İlk tayin yerleri her zaman özeldir denir. Ben de 2007 yılında yaklaşık beş yıl merkezde AB konularına baktıktan sonra II. Katip olarak Şam'a tayin oldum.
Suriye'den yapılan yayınları ve gelen kareleri gördükçe orada geçirdiğim yıllar ve hatıralar yeniden canlandı.
2 yılı kısa bir yazıda aktarmak tabiatıyla mümkün değil, ancak genç bir Türk diplomatı olarak Şam'da geçirdiğim zaman ve hatırladıklarımı özetlemeye gayret gösterdim.
Şam'a uçan Türk Hava Yolları uçağı, doğuya uçan birçok uçak gibi gece saatinde varır, sabaha karşı da Şam'dan ayrılırdı.
Şam'a ilk ayak bastığım günün sabahı geçirdiğim bir ameliyat nedeniyle hala narkozun etkisindeyim. Ancak inişimizde havalimanın ne kadar eski ve bakımsız olduğunu dün gibi hatırlıyorum.
İlk günlerde ev bulana kadar geçtiğimiz günlerde yeniden açılan Büyükelçilik kançılaryamızın misafirhanesinde kaldım.
Büyükelçiliğimizin alt katı geçmişte ofis, üst kat ise büyükelçinin konutu olarak kullanılırdı.
Bilahare şehrin yarım saat kadar dışında birçok büyükelçilik konutunun yeraldığı bir bölgede devletimiz mülk alınca her 2 kat da ofise çevrilmişti.
Ben de üst kattaki binanın giriş kapısına bakan balkonlu odada iki yıl mesai yaptım.
2007-2009 yılları ilişkilerin en üst seviyeye çıktığı yıllardı.
Neredeyse her hafta Türkiye'den Bakan düzeyinde bir heyet gelirdi. Bazen birkaç heyeti birden ağırlardık.
Siyasi, ekonomik, ticari, kültürel ve beşerî ilişkilerin hızla geliştiği bir dönemdi.
Cuma-cumartesi günleri hafta sonu olarak idrak edilirdi. Ancak cuma günü bizde mesai günü olduğu için, pazar da Suriye'de mesai günü olduğu için haftanın altı günü çalışırdık.
Bazen ziyaret trafiğine göre cumartesileri de mesai yapardık.
Kariyerinin başındaki bir memur için yoğun ancak bir o kadar da öğretici bir tayindi.
Türkiye'yle Suriye arasındaki yakın ilişkiler nedeniyle Şam'daki diğer büyükelçilikler gelişmeleri bizden takip eder, sık sık bizden bilgi almak isterlerdi.
Türkiye o yıllarda ABD ve AB tarafından izole edilen ve yaptırımlara maruz kalan Suriye için adeta bir nefes borusu olmuştu.
911 kilometrelik ortak sınırımızdaki illerde ticaret süratle artmış sınırın bizim tarafımızdaki şehirler kalkınmaya başlamıştı.
Şam Büyükelçiliğimizde görev yaptığım yıllarda ikili siyasi ilişkilere, Suriye'nin Lübnan'la olan ilişkilerine, Suriye'nin Batı'yla olan ilişkilerine ve çoğu zaman hiçbir kariyer memurunun gönüllü olmadığı, ancak benim her zaman zevkle üstlendiğim, kültür konularına bakıyordum.
Bu dosyaların dışında hızlı not tuttuğum için her zaman saygı ve sevgiyle andığım Büyükelçi Halit Çevik beni görüşmelerinin çoğuna götürür ben de bu vesileyle büyükelçilikteki birçok konudan haberdar olurdum.
Suriye'de bürokrasi hantaldı. Saray'dan talimat gelmediği takdirde, doğal seyrinde ilerlemesi gereken işler uzardı.
Bizim düzeyimizde muhataplarımızın neredeyse hiç yetkisi yoktu.
Ancak bakan ya da bakan yardımcısı düzeyinde görüşme gerçekleştirildiği takdirde bir ilerleme kaydetmek mümkün olabiliyordu. Bu da büyükelçimizin iş yükünü artıran bir durumdu.
Kültür konularına bakıyor olmam nedeniyle Mimar Sinan tarafında yapılan ve Osmanlı padişahı Vahdettin'in de mezarının da bulunduğu Süleymaniye Külliye'sinin restitüsyon ve renovasyon çalışmalarına ilişkin toplantılara düzenli olarak katıldım.
Suriyeliler Türkiye'den getirilen teknik ekipmana karşı çıkar, planların onaylanmasını yokuşa sürer, sürecin işlemesini zorlaştırmak için ellerinden geleni yaparlardı.
Buradaki sebep Türkiye'ye karşı bir kasıt olduğundan değil, kimsenin yetki alamamasından ve üst düzeyden talimat gelmediği takdirde hareket edememesinden kaynaklanıyordu.
Aslında Esad'ın baskıcı rejiminin yarattığı korku net bir şekilde görülüyor ve hissediliyordu.
Tayine gitmeden önce bizlere tanışacağımız her iki kişiden birinin muhaberattan olacağı, bu nedenle dikkatli olmamız gerektiği tembihlenmiş, kendi aramızda ya da ailemizle özel bir meseleyi görüşecek isek bunu ortam dinlenmesi yapılabilecek kapalı alanlarda değil, açık alanlarda yapmamız telkin edilmişti.
O zaman henüz akıllı telefonlar olmadığından, açık alanlarda yer tespiti ve dinleme imkanı henüz yoktu.
Benim gittiğim yıl kalabalık bir ekip olarak tayin olmuştuk. Dolayısıyla bir süre Suriye muhaberatının bizi tanıması gerekti.
İlk birkaç ay muhaberat evimize girme teşebbüsünde bulunmuştu. Bunların hepsi Ankara'ya düzenli olarak bildiriliyordu.
Toplumun Türkiye'ye bakışı ise duruma ve sosyal statüye göre değişkenlik arzedebiliyordu.
Halkın bazı kesimleri Osmanlı dönemine karşı olumsuz bir tutum sergilerken, diğerleri de Atatürk'e karşı görüşlere sahipti.
Toplumun daha zengin ve eğitimli kesimi ise Türkiye'yle yakınlaşmadan belirli ölçüde endişe duyuyordu.
Onlar yabancı dil olarak Fransızca konuşan ve kendilerine Fransa'yı daha ziyade örnek olan kesimdi.
Ancak genel itibarıyla halkın bizlere karşı hiçbir zaman olumsuz bir tavırı olmadı.
Aksine hem siyasi ilişkilerde gelinen nokta hem de Türk dizileri nedeniyle toplumda Türkiye'ye yönelik bir sempati vardı diyebilirim.
Kıvanç Tatlıtuğ'un o dönemde oynadığı dizi Suriye televizyonlarında yayımlandığında hayat durur, marketler kepenklerini kapatırdı.
Bir vesileyle Kıvanç Tatlıtuğ'u Suriye'de ağırlama imkânımız olmuştu.
Emevi Meydanı'nda bulunan Sheraton Oteli'nde gerçekleştirilen etkinlikte yaşanan izdihamı hiçbir zaman unutamam.
7'den 70'e Suriye'li kadınlar ve gençler en güzel kıyafetlerini giymiş Kıvanç'ı görmeye gelmişti.
Doğal kaynaklar konusunda zengin olmayan Suriye ekonomisi, Baas rejiminin uzun yıllar uyguladığı sosyalist ekonomi modeli, batının izolasyonu ve Esad ile annesinin tarafı olan Makluf ailesinin ülkeyi kendilerinin gibi görüp sömürmeleri nedeniyle çok zor durumdaydı.
Savaştan önce de halkın büyük çoğunluğu son derece mütevazı şartlarda yaşıyordu.
Devletin sübvanse ettiği mağazalarda fazla çeşit bulunmuyordu.
Şam'da tek tük olan ve yabancı malların satıldığı marketlerden ise haklın alışveriş etmesi pek mümkün değildi.
Söz konusu marketlerde ürünler düzenli olarak bulunmuyordu. Dolayısıyla stoklamak gerekiyordu.
Aksi takdirde temel gıda maddelerinden hijyen ürünlerine kadar birçok kalemde tedarik sıkıntısı yaşanıyordu.
Rejime yakın bir kesim ise son derece rahat bir hayat yaşıyordu.
Hayatımda görmediğim lükste araçları Şam'da gördüm.
Ülkedeki yokluğa rağmen yapılan israfı hala hatırlıyorum.
Restoranlarda sunulan yemeklerin yapılan ikramların bir kısmı yenilemez ve o yemekler atılırdı.
13 yıllık iç savaş döneminde milyonlarca insanın açlık çektiğini gördükçe hep yapılan o israfı hatırlarım.
Suriye savaş öncesinde adeta bir açık hava müzesi gibiydi.
Esasında gerekli tesisler oluşturulması ve doğru bir şekilde pazarlanması halinde Suriye'nin turizm gelirleri bile ülkenin ekonomisine önemli bir katkı sağlayabilirdi.
Malula, Palmira, Crac des Chevaliers (Şövalyeler Kalesi), Halep Kalesi, Emevi Camii'nin de bulunduğu Şam'ın eski şehri gibi tarihi yerler Suriye'ye büyülü bir hava veriyordu. Buralarda sanki zaman durmuş gibiydi.
Brugge Avrupa Koleji'nde bitirme tezimi batı tarafından da benimsenen demokratik bir Suriye'nin Ortadoğu'da barışın tesisi için oynayabileceği yapıcı rol üzerine yazmıştım.
Umarım Suriye ve Suriye halkı bu zorlü süreci de aşar ve hak ettiği noktaya gelir.
Ara ara rüyamda Şam'ın içinden geçen Barada nehrini görürüm.
Benim orada bulunduğum dönemde uzun yıllardır yaşanan kuraklık nedeniyle nehir kuruma noktasına gelmişti.
Şimdi artık Esad'ın devrilmesiyle temennim rüyalarımdaki gibi Barada nehrinin yeniden gürül gürül akmasıdır.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish