Suriye gündeme gelince tüm uzmanlarımız işi gücü bırakıp buna yöneldiler.
Zira şu anda Suriye konusunda ne kadar çok konuşursan ne kadar büyük laflar edersen, o kadar dikkat çekersin, kamuoyundaki popülariten de artar.
2021 yazında Taliban iktidara dönünce aynısı olmuş, herkes bir anda Afganistan uzmanı kesilmişti.
Ben Afganistan kökenli biri olarak ekranlarda eski ülkemle ilgili bir sürü yalan yanlış şeylerin söylendiğine şahit olmuştum.
"Prof. Dr." unvanlı en aklı başındaki kişiler bile Afgan halkına yönelik hakaretamiz sözler sarf etmişti, bu beni elbette ki çok üzmüştü.
Şimdi de Suriye ile ilgili aynı tiyatro yaşanıyor.
Daha HŞT liderinin isminin nasıl söylendiğinden bile emin olamayan profesörlerimiz, güvenlik uzmanlarımız acayip şeyler döktürüyorlar ekranlarda.
En aklı başındaki akademisyenlerimizden Prof. Ülkü Deniz Arıboğan, Okan Bayülgen'in programında HŞT konusunda yorum yaparken yanındaki İlber Ortaylı'a Colani mi diyelim diye soruyor, sanki İlber Hoca ondan daha fazlasını biliyormuş gibi...
Bayülgen nedense, "örgüt liderinin isminin nasıl söylendiğinden bile emin değilken, bu konuda nasıl uzun uzadıya yorum yapabiliyorsunuz?" diye sormuyor.
Aslında Bayülgen Türk kamuoyunun da yakından bildiği gibi açık sözlü, sözünü sakınmayan biri, ama sanırım "Prof. Dr." unvanlı konuklarına saygısından dolayı, bunu yapmıyor.
Karşısında mankenler ve şarkılar olsaydı, bir saniye bile tereddüt etmezdi.
Prof. Arıboğan, Hamas ve Hizbullah liderlerini de İran'ın öldürttüğünü, hatta Nasrullah'ın bulunduğu yerin koordinatlarını İsrail'e İran'ın verdiğini iddia ediyor.
Doğrudur, olay vuku bulduğu sırada bu konuda Türk medyasında çok şey yazılıp çizildi ama bu iddiaların hiçbiri kanıtlanamadı.
Peki, İran bunu niye yapsın?
İsrail Hamas ve Hizbullah'ın kolunu kanadını kırdıktan sonra İran'ın da ağzını burnunu dağıtmadı mı?
İran, kendisini dünyaya rezil rüsva etsin diye mi verdi İsrail'e tüm bu bilgileri?
Eğer İran İsrail ile el altından iş tutuyorsa, o zaman nenden İsrail, İran'ı bir kaşık suda boğmaya çalışıyor?
Ve en önemlisi de İran, İsrail'in son saldırılarıyla hem Hamas ve Hizbullah gibi taşeronlarını hem de dünyadaki itibarını kaybetmedi mi?
Mahalle kahvesinde, berber dükkanında veya takside giderken dünya siyaseti konusunda her türlü atıp tutarsınız, bu gayet normaldir.
Ama "Prof. Dr." unvanlı biri, yanı başımızda olup biten olaylar konusunda ekranda yorum yaparken, -üstelik de uzman ve bilirkişi sıfatıyla – böyle desteksiz atabilir mi?
İnsan, önemli bir iddiada bulunurken sağlam bir kaynak göstermez mi?
Böyle başa böyle tıraş diyorsanız, siz de haklısınız. Çünkü toplumumuz sorgulama muhakemesini yitireli uzun zaman oldu.
Ve artık ne kadar atıp tutarsanız, o oranda makbul sayılıyorsunuz ve değer görüyorsunuz.
İddia ediyorum; şu anda Türkiye'deki üniversitelerde yapılan yüksek lisans ve doktora tezlerinin yüzde 90'ı birer çöpten ibaret, yani oradan buradan derlenip kopyala yapıştır türünden, içlerinde özgün bir veri, araştırma yok denecek kadar az.
Bunu nereden mi biliyorum? Son birkaç yılda onlarca öğrenci fikir almak veya düzeltmem için bana yüksek lisans ve doktora tez taslaklarını gönderdiler. Büyük bir hayal kırıklığı yaşadığımı söyleyebilirim.
Benim elbette ki ne yüksek lisans ne de doktora tezi gibi bir şeyim yok, buna karşın Almanya'da önemli bir kurumda Orta Asya uzmanı ve danışman olarak çalışıyorum.
İnanın burada Afganistan ve Orta Asya konusunda -bölgenin yerlisi olduğum halde- beni bile hayrette bırakan ve şaşırtan raporlar ve araştırmalarla karşılaşıyorum.
Türkiye'de ise akademik dünya işin özüne, köküne inmek ve gerçekten ter dökerek, zahmet ederek araştırmak, öğrenmek yerine üstünkörü, kulaktan dolma bilgilerle geçiştiriyor her şeyi.
Üniversitelerimizin dünya sıralamasına girememesinin nedeni, bu.
Suriye'ye dönersek, ben Türk akademik dünyasında Suriye konusunda gerçek anlamda tek bir uzmanımızın bile olduğunu sanmıyorum.
Tabii, Suriye'ye birkaç kez gidip gelmek uzmanlık sayılıyorsa, o başka.
Suriye'de şu an bilmece gibi bir durum var. Görünüşte, biz kazanmış gibi görünüyoruz.
İbrahim Kalın'ın Şam'daki Emevi camiinde namaz kılması, HŞT lideri ile kol kola dolaşması ve filan.
Ayaklanma iki hafta önce başladığında medyamız, Türkiye'nin desteklediği Suriye Milli Ordusu'nun Halep'e ve Şam'a ilerlediğini müjdelemişti.
Ama sonra öğrendik ki, iktidara yürüyen bizim beslediğimiz ordu değil, kimsenin beklemediği HŞT oldu.
Şimdi de biz Şam'da Kalın ve Fidan'la gövde gösterisi yaparken, İsrail tankları Şam'a 20 kilometre kadar yaklaşmış durumda.
Ama nedense dönüp bakan yok. Sevinçten, şamatadan kimse yaklaşan tehlikeyi görmüyor.
Bir ara Cumhurbaşkanımız "Suriye'nin toprak bütünlüğü bizim garantimiz altındadır" anlamına gelebilecek bir laf ettiyse de İsrail tanklarının Suriye'ye girmesinden sonra bir daha ondan da ses çıkmadı.
Herkes HŞT'yi Suriye'nin yeni yöneticisi olarak kabul etmeye hazır görünüyor.
Ama ortada bir sorun var:
ABD, YPG'ye bunca yatırım yapmışken ve Amerikan komutanları YGP liderlerini ikide bir ziyaret edip desteklerini tazelerken, Washington gerçekten Kürtlerden vazgeçebilir mi?
Vazgeçmezse, YPG Suriye'deki yeni iktidara nasıl entegre edilecek?
Ankara'dan "Ölürüz de YPG'yi kabul etmeyiz" şeklinde yükselen seslere de ihtiyatla yaklaşmamız gerektiği kanısındayım.
Rahip Branson olayını hatırlayın, Cumhurbaşkanımız "Biz bu koltukta oturduğumuz sürece kimse o teröristi bizden alamaz" demişti.
Erdoğan hâlâ koltuğunda oturuyor ama Branson, onu koyduğumuz hücrede yok.
Elbette, tüm bunlar her seferinde aldanacağımız, kandırılacağımız anlamına gelmiyor.
Ben sadece sütten ağzımız pişmişken yoğurdu üfleyerek içelim diyorum.
Ne de olsa atalarımız, "Son gülen, iyi güler" demiş.
Suriye'de taşlar yerli yerine oturduktan sonra gerçekten içten bir şekilde gülebilecek miyiz, merak ediyorum.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.