Şiilerde asıl olan, Ehl-i Beyt soyundan gelen "imamettir."
Şiiler, peygamberden sonra yalnızca bunların öncülüğünü kabul ederler.
Çünkü bunların Allah tarafından imam/öncü olarak atandığına inanılır.
On ikinci imam Hz. Mehdi'nin gaybet döneminden sonra, Şiilere öncülük etme sırası, dinî alimlere (müçtehitlere) gelmiştir.
Bunların öncülüğünü kabul etmelerinin nedeni, onların kayıp imamın naibi olmalarıdır.
Bu döneme kadar, yani bin yıldan bu tarafa Şiiler imamın naibi olarak "mercilere/müçtehitlere" inanırlar.
Fakat siyasete müdahil olmazlar. Çünkü onlarda "re'yet/sancak" ile ilgili bir rivayet vardır.
Onlar açısından sahih kabul edilen rivayet şöyledir:
Kaim'den (Mehdi'den) önce yükseltilen her sancak, sahibinin Allah'tan başka birine tapınan bir tağut (ilahi otoriteyi reddeden) olduğunu gösterir.
Şiiler, imam Mehdi'nin zuhurunu bekler.
O zuhur ettiğinde, zulüm ile dolan yer yüzünü, onun adalet ile dolduracağına inanılır.
Şii ve Sünni her iki kesimin kaynaklarında böyle bir hadis de vardır.
Sünnilerde de Mehdi inancı bulunmasına rağmen, onlar açısından Mehdi henüz doğmamış ve ileride doğup gelecektir.
Yani Sünniler ile Şiilerin Mehdi üzerindeki farkı, "Sünnilerin henüz Mehdi'nin doğmadığına inanmaları, Şiilerin ise onun doğduğunu kabul etmeleridir."
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Şiiler, her ne kadar devletleri olmasa da inançlarının korunduğunu gördüler.
Yani onların İran, Pakistan, Irak, Azerbaycan, Lübnan, Yemen, Bahreyn vs. gibi bölgelerde, Şiilik ile ilgili kültür ve inançları hep korunmuştur.
Osmanlı, Selçuklu vs. gibi Sünni inançlara sahip siyasi otoriteler tarafından da onların inanç ve kültürlerine herhangi bir müdahalede bulunulmamıştır.
İmam Humeyni, Batılıların kendilerine has deizm, ateizm, laisizm, sosyalizm, hümanizm, demokrasi vs. gibi ideolojiler ile gelip Müslüman Şiiler üzerinde çalışıp etki bıraktıklarını gördü.
Ayrıca İslam'ın da tehlikede olduğunu müşahede etti. Çünkü siyasi otoriteler, medya vasıtasıyla dünyayı, aynen bir köye çevirdiler ve her şey Şii ve Müslümanlar üzerinde etki bırakıyordu.
Örneğin halk, Marxizm' den etkileniyordu. Çünkü o zaman Sovyetler Birliği vardı ve Marxizm tüm İslam ülkelerinde kendine taraftar toplamıştı.
Ya da Müslümanlar, Batı ülkelerine gidip laik oluyorlardı. Yani hem Sosyalist hem de laik kesim dinin zıddınaydı. İmam Humeyni bu tür tehlikeleri görünce, "artık bizim Mehdi'nin zuhurunu bekleyecek mecalimiz kalmadı. Mehdi, bin yıl sonra da zuhur etmeyebilir. Bu anda bize gerekli olan şey, İslam devletini kurmaktır" diye düşünüp, ona göre yol haritasını belirledi.
Evet, Humeyni'nin hedefi doğruydu.
Yani hedefi dini ve kültürü korumaktı ve bununla da asimile olmanın önünü almaktı.
Çünkü İran Şahı da asimile olmuş ve Amerika'nın güdümüne girmişti.
O dönemde İran'daki İslami hareket, gerçekten vicdani bir hareketti.
Çünkü Siyasi otorite ve onun başındaki Şah, Amerikan ve Siyonistlerin ajanıydı.
İmam Humeyni'nin ona sürekli söylediği söz şuydu:
Ey Şah. Sen neden Amerikan'ın adamı ve ajanı olmuşsun? Biz, bağımsız olmak istiyoruz. Biz, başkasının kölesi olmak istemiyoruz.
İşte bu gibi sözler neticesinde İran İslam İnkılabı gerçekleşmiş oldu.
Bu inkılaba yalnızca Şiiler iştirak etmedi.
Hatta İran'daki Sosyalist kesimler de dahil her kesimden insanlar iştirak etti.
Çünkü Humeyni'nin o sözleri "vicdani" sözlerdi.
Daha sonraları o inkılabın getirdiği Cumhuriyet ve şeriat tatbike dönüştü. Fakat bu, bir tehlike teşkil etti.
Dolayısıyla İmam Humeyni, şeriatı dondurup tatbik etmedi.
Yani şu andaki İran'da zina edeni recmetme, hırsızlık yapanın elini kesme vs. gibi şeyler uygulamada yoktur.
Ben, aslında bu inkılabın doğru olduğunu kabul ediyorum.
Fakat sonraları şer'i hüküm, kültürün vs. tatbikinde birtakım sorunların bulunduğunu görüyorum.
Daha açıkçası ben, dinin aslındaki hükümlerin değil, otorite tarafından ortaya konulan hükümlerin tatbikinde sorunların bulunduğunu müşahede ediyorum.
Evet, toplumsal kültürler farklı olabilir.
Örneğin günümüzdeki Batı topluluklarında, kimi ülkelerin Üniversite gençliği Filistin' de işlenen cinayetleri protesto ettiklerinde, bakıyorsunuz ki onları okuldan atıyorlar.
Oysaki onlar, yaptıkları o protestolarla yalnızca Filistin'e destek olduklarını belirtmişlerdir.
Fakat İsrail'i desteklemek için gösteri yapsalar, ona bir şey diyen olmuyor.
Demek istediğim o ki, bu durumlar (yani siyasi otoritenin hükümlerinin tatbikindeki sorunlar) her millette vardır.
Biz, tabi ki İran İslam Cumhuriyeti'nin her yaptığını teyit etmiyoruz.
Fakat asıl itibarıyla Cumhuriyet, oradaki halk açısından mübarek bir harekettir.
Zira Cumhuriyet, İslam ve halk için izzet oluşturdu.
İran halkı, "istediklerinde Batı emperyalizminin hakimiyetinden kendilerini kurtarabildiklerine inanmaya başladı."
Çünkü Batı emperyalizmi, yalnızca askeri alanda değil, kültürel, eğitimsel, ekonomik vs. gibi birçok alanlarda da bir millet için büyük bir tehlike oluşturmaktadır.
Biz Müslümanlar, aslında kendi kendine yeterli olacak bir halk istiyoruz.
Doğu ile Batı arasında da eşit şartlara dayalı bir ekonomik yapıya sahip olmayı diliyoruz.
İlişkilerimiz, efendi-köle ilişkisi üzerinden olsun istemiyoruz.
Oysaki emperyalist ülkeler dünya ile ilişkilerini efendi-köle ilişkisi üzerinden yürütme çabasındalar.
Biz, bunu reddediyoruz. Zira bizim için önemli olan insanlık ve İslam'dır.
Şiilik bir mezhep olarak benim kabul edeceğim bir şey değildir.
Sünnilik de mezhep bağlamında öyledir.
Bunların her biri, ikincil meseleleri (füruları) birincil mesele (usul) olarak kabul ederler.
Diğer bir ifadeyle bu mezhepler, dinin birincil (zatî) meseleleri olan Allah'a ve değerlere iman konusunu ikincil meselelerden kabul eder, ikincil (arazî) meseleler olan itikadi ve ahkam ile ilgili konuları da birincil meselelerden görmekteler.
Amerikanlı Psikolog Albert şöyle der:
(Hangi din ve mezhepten olursa olsun) Tüm itikatlar birer işaret (sembol) dür ve insanın bunlar kanalıyla hakikatin zatına ulaşması mümkün değildir.
Albert'in kastettiği şey, itikatların insanı mutlak hakikate götürmekte birer araç olduğu ve doğrudan "hakikat" olmadığı şeklinde yorumlanabilir.
Yani itikatlar, bireyin dünyayı nasıl algıladığına dair bir çerçeve sunar.
Ancak bu çerçevenin işlevi, hakikati tam anlamıyla temsil etmek yerine, insan zihninde bir tür yol gösterici şeklinde tecelli eder.
Bu perspektif, özellikle de felsefi ve psikolojik bağlamda inançların, insanların kendi gerçeklerini nasıl oluşturduğunu veya şekillendirdiğini tartışan bir yaklaşıma işret ediyor olabilir.
Kısacası, Albert'in demek istediği şudur:
İnsanın, itikatlar ile hakikatin zatına ulaşması mümkün değildir. Çünkü itikatların, insanı hakikatin zatına ulaştırması için sürekli değişken olması gerekir. Oysaki din ile mezhep, insan aklını kendi üzerinde dondurup sabitleştirmekteler. Bu da büyük bir tehlikedir. Bu tehlike İran'da da mevcuttur. Elbette ki biz burada, İran'ın siyasi boyutunu konuşuyoruz, mezhebi boyutunu değil.
Muhakkak ki bizler, Müslüman kimliğimiz ile siyasi boyuttan İran'ı teyit ediyoruz.
Çünkü İran, Filistin'i teyit ediyor.
Ve yine İran, İsrail karşıtlığını destekliyor.
Şayet İran olmasaydı, Amerikan ve İsrail'in birlikte organize ettikleri İşit, Ortadoğu'daki tüm İslam alemini imha ederdi.
Daha doğrusu İran, ilk günden itibaren, ABD ve Siyonistlerin organize ettiği tüm güçlere karşı enerjisini seferber etmiş ve imkanlarını onlara karşı kullanmıştır.
Oysaki kimi Arap Krallıkları, onların aleyhinde bir dirhem dahi kullanmadı.
Hatta tam tersi tüm imkanlarını onları güçlendirme uğrunda seferber ettiler.
Bunlar İran'ın siyasi yönüdür.
Mezhep yönünü de zaten söylemiştik. Aslında mezhep insanı asimile ediyor.
Oysaki insan, düşünceden daha yücedir. Zira insanda duygu ve değerler vardır.
Fakat mezhep insanın alanını daraltıyor. Yani örneğin birine diyor ki;
Sen Şii isen Cennete gireceksin. Sünni isen Cehennemdesin veya tam tersi.
Böylece mezhep, insanlığı, yalnızca inanç seviyesiyle değerlendiriyor.
İnsanın insanlığını asimile ediyor. Bu da tüm insanlık için büyük bir tehlikedir.
Denilebilir ki "İran maslahatı icabı Filistin'e destek veriyordur."
Evet, olabilir.
Çünkü sonuçta o da bir devlettir.
Fakat bizim gibi mazlum Müslümanların maslahatı, İran ile uyum içerisinde olan bir maslahattır.
Yani İran'ın her şeyinin ihlaslı olduğunu ve Allah için yaptığını söylemesek bile, şu kadarını söyleyebiliriz ki, İran'ın İşit konusundaki maslahatı, biz mazlum Müslümanların maslahatımız ile ittifak içerisindedir.
Örneğin, bir doktor kanserli bir hastayı hem de pahalı bir şekilde ameliyat etse ve o hastanın yeniden hayatına vesile olsa, elbette ki bu doktor kendi maslahatı icabı para kazanmak için onun iyileşmesine vesile olmuştur.
Buna rağmen bu hastanın kendisini kanserden kurtardığı için o doktora teşekkürde bulunması insanlığının icabıdır.
Acaba o hasta doktora; "hayır, benim üzerimde hiçbir hak ve iyiliğin yoktur, çünkü sen beni para kazanmak için iyileştirdin" diyebilir mi?
Dolayısıyla, her ne kadar doktor ondan para alsa dahi, yine de o hastanın ahlaken ona teşekkürde bulunması gerekir.
Yoksa, onun vermiş olduğu o paranın, doktorun vasıtasıyla elde ettiği o hayat mukabilinde herhangi bir değeri yoktur.
Bizler de aynen "doktor-hasta" misali yalnızca İran'a teşekkür ediyoruz.
Çünkü bakıyoruz ki örneğin, Filistin konusunda o kadar Arap ülkeleri sessiz kalmış, hatta bazıları korkudan İsrail'in yanında yer almıştır.
İşte bu durum, büyük bir tehlikedir.
Oysaki İran'dan herhangi bir tehlikenin gelmesi söz konusu değildir.
İran'ın Filistin'e desteği, maslahatı icabı yapılmış bir destek olsa dahi, bu bir tehlike değildir.
Yani İran'ın yaptıkları tümüyle halkların çıkarınadır.
Çünkü İran, tüm insanlığı, şu kanser hücresi olan İsrail'den kurtarmak istiyor.
İsrail, tüm insanlık için büyük bir tehlikedir.
Zira İsrail, tüm dünya insanlarını kontrolü altına almak istiyor.
Bundan 80 yıl önce biz Müslümanların sırtına bir hançer gibi saplandı ve hayali bir İsrail devletini kurma teşebbüsüne geçti.
Böyle bir düşüncenin karşısında yalnızca İran değil, tüm Müslüman ülkeler durur ise, bizler de o kadar rahat edeceğiz ve Batılı emperyalist güçler yerine, şu anda emperyalist olmayan Çin gibi ülkeler ile irtibat kurmalıyız.
Kısacası Filistin meselesi, siyasi bir mesele değil, "hak ile batıl" meselesidir.
Yani, "bugün benim maslahatım Filistin ile, yarın da İsrail ile birlikte olmaktır" gibi düşünmek doğru değildir.
Bu mesele, söylediğim gibi "hak-batıl" meselesidir, asla bir siyasi mesele değildir.
"Vicdan ekolü"ne mensup olan bizler, hakkın Filistinliler ile olduğunu teyit ediyoruz.
Tüm dünya İsrail'in işgalci olduğunu doğruluyor.
Dolaysıyla Filistin-İsrail konusu, "hak-batıl" konusudur.
Daha doğrusu İsrail, en açık "batıl"dır.
Filistin ise, en açık "hak"tır.
Onlarca yıldır toprakları ve devletleri ellerinden alınmış ve böyle bir durumda bir Şii ya da Sünni olarak değil, vicdanlı bir insan olarak bizlere farz olan onları desteklemektir.
Örneğin, Venezüella'ya Amerikan yıllarca ambargo uyguladı.
Her ne kadar onlarla dilimiz, dinimiz, ırkımız, kültürümüz vs. aynı olmasa da onların arkasında durmalıyız, çünkü onlar haktır.
Özellikle de bu asrın insanları için din ve mezhep değil, vicdan aranmalıdır.
Şayet birisi vicdan sahibi ise, onunla irtibat kurulmalıdır, şayet insanlıktan yoksun ve vicdansız birisiyse, onunla da asla irtibat kurulmamalıdır.
Kısacası, şu 21'inci asrın dini, Allah'a ve insani değerlere bağlılık dini olmalıdır.
Asıl olan budur.
Bunun karşısında, sömürü, maslahatçılık (çıkarcılık), ahlaksal rezillik, mubahçılık vs. gibi yeni oluşturulan din ve inanışlardan uzak durulmalıdır.
Saydığımız o inanışlardan biri de "siyasal İslamcılık"tır.
Siyasal İslamcıların kafalarındaki devlet kurma sistemi şöyledir:
Onlar, önce şeriat devletini kurup, sonra onu pragmatiğe dönüştürür ve daha sonra da ideolojileştirip küreselleştirmek isterler.
Oysaki yenilikçiler bunların tam tersidir.
Bunlar, demokratik bir şekilde her 4 yılda bir seçime gidip yeni bir hükümetin iş başına gelmesini sağlama düşüncesindeler.
Yani, siyasal İslamcıların kurdukları devletin, her ne kadar ismi "İslam devleti" olsa da gerçekte maslahatçı ve laik bir devlet tesis etmekteler.
İran'daki devlet de böyledir.
Onun da adı her ne kadar "İran İslam Cumhuriyeti Devleti" olsa da fakat imam Humeyni ilk baştan bunun adını "Maslahat-ı Nizam" (sistemin çıkarı; rejimin menfaati) olarak koymuş ve tüm şer'i kuralları dondurmuştur.
Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, artık İran'da zina eden recmedilmiyor, hırsızın eli kesilmiyor vs.
Fakat Afganistan böyle değildir.
Onların sahip oldukları "İslami partiler", ideolojik İslam partileridir ve insanları asimile ediyor.
Yine insanı, toplumu ve dini karanlığa götürüyor. Bunların dini, dünyevi oluyor.
Getirdikleri dinin maneviyat boyutu kalmıyor. Fakat biz dindeki itikatların "taklidi" olmasını değil, "aklî" olması gerektiğini söylüyoruz.
Yani, imanın aslı akıl değil, duygu ve sevgidir. Allah'ı ve insanları sevmektir.
Dinin aslı budur ve bu da akılcılık değil, duygusallıktır.
Fakat biz diyoruz ki, itikatların aklî olması gerekir.
Çünkü itikatlarda değişim olmalıdır ve içerisinde bulunduğumuz bu zaman, akılcılık zamanıdır.
Çünkü bu dönemde herhangi biri bir şey söylediğinde hemen ona "delilin nedir?" deyip delil istenir.
Yani, muasır bir insan inançla ilgili bir şey söylediğinde hemen ona "delilin nedir?" diye sorulur.
Kısacası, muasır bir insan her şeyin aklî olmasını talep edip, taklidi olmasını reddeder.
Maziyi, ecdadı, öncüleri, kitap ve bunun gibi şeyleri taklit etmeği kabul etmez.
Dolayısıyla itikatların da aklî olması gerekir. Çünkü, görüyoruz ki insanlığa icbar edilen Nazizm, Sosyalizm, Siyonizm, Emperyalizm vs. gibi inanışlar, insanlığı yok etti.
Toplumu mahvetti. Nazizm, Avrupa ve Almanya'yı bitirdi. Marksizm de Rusları bitirdi.
Demek istediğim o ki itikatlar/görüşler, delil üzere oluşmalılar.
Bizce her bir insan belirli bir görüş/inanış ortaya attığında ondan "delilin nedir?" diye sorulmalıdır.
O ideoloji ve inanca, kayıtsız ve şartsız teslim olunmamalıdır.
Delil getirildiğinde, Kur'an ve Sünnetten de getirilse, o delil kabul edilmemelidir.
Çünkü bu da bir tür taklittir. Yani o adam da Kur'an ve sünneti taklit etmiştir.
Oysaki gerçekte aklın üstünde hiçbir referans yoktur.
Örneğin şayet birisi gelip size A=B derse, ondan A=B olduğunun nedenini sormak lazım.
Sorulduğunda da "Çünkü Kur'an böyle demiştir ya da Nebi veya Buhari şöyle emretmiştir" gibi oralardan delil getiriyorsa, o hatadır.
Fakat şayet A=B, çünkü B=C ve dolayısıyla da A=C ve bundan ötürü de A=B derse ve delili ile bunu söylerse, bu makbuldür.
Kısacası, bütün görüş ve inanışlar, hatta siyasal ve ekonomik görüşler dahi delil ile söylenmelidir.
Çünkü, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi zaman, akılcılık zamanıdır, müçtehit ya da kabile reisi şöyle dedi deme zamanı değildir.
Bu durum, eski insanların döneminde, yani modern çağ öncesi böyleydi.
Bizler bu modern çağda yaşadığımıza göre, modernitenin temel taşlarından biri de akılcılıktır.
Bundan dolayı iletilen her görüş ve inanış hakkında onu iletenden aklî deliller istemeliyiz.
Fakat dinin ruhu "duygudur." Bununla bir işimiz de yoktur.
Ve yine "hakkı talep etmek" gibi insani değerler, elbette ki aklî değildir.
Bunlar vicdani ve insani değerlerdir.
Yani, hak talep etmek, insanın zatiyatından ve insanlığın esaslarındandır.
Dolayısıyla zati olan bir şey hakkında delile gerek yoktur.
Zira delil, arazi şeyler için gereklidir. İtikat da arazi şeylerden biridir.
Din ve mezhepler de öyledir. Bunlar da arazi şeylerdendir.
Fakat insanın zatı, fazilet gibi değerleri sever ve onlara karşı bir sevgisi vardır.
Birisi size "Neden fazileti seviyorsun?" deyip ona dair bir delil istemez.
Çünkü bu, zati bir meseledir ve zati meseleler delil istemez.
Aynen insanın "Ben üstünlüğü severim" demesi gibidir ve bu da aklidir.
Modernite, dinin zıddı değildir.
Yani bir insanın her şeyi, din ve din kültürü olmasıyla birlikte onlara bakışı, modern bir bakıştan ibaret de olabilir.
Kısacası, dine bakış açısı iki türlüdür; biri manevi bakış açısıdır.
(Bu durum, tüm Şii ve Sünni din adamlarında böyledir. İşin gerçeği bunlarda maneviyat ve taassup vardır.)
Diğeri de modern bakış açısıdır.
Modern bakış, dinin aslına değil, konularına bakıştadır.
Yani din adamlarına göre dinin aslı, itikat ve hükümlerdir.
Modern bakışta ise dinin aslı, Allah'a iman, O'nu ve insanları sevmektir.
Bu söz, Hz. Mesih'ten de duyulmuştur.
Ondan da "Senin dininin aslı ve özeti nedir?" diye sorulduğunda, "Benim dinimin aslı ve özeti, Allah'a kalben iman etmek, O'nu, komşularını ve yakınlarını sevmektir" diye söylemiştir.
Biz de diyoruz ki, itikat lazım ve gereklidir, fakat hareketlendirici ve dinamik olmalıdır.
Yani itikatlar her dönemin akılcılığı ile uyum içerisinde bulunmalıdır.
Diğer bir deyişle din, itikatsız ve ritüelsiz olmaz. Fakat itikatlar, hurafe değil aklî olmalıdır.
Yani aklî olmasa bile, en azından hurafe olmamalıdır.
Örneğin hac, aklî olmayan bir ritüeldir.
Bundan ötürü de hurafeler ile doludur.
Buna rağmen haccı terk edemeyiz.
Evet, hac ritüeli içerisinde, kimsenin inkâr edemeyeceği birçok maddi zarar ve hurafeler mevcuttur.
Örneğin her yıl yüz binlerce koyun ve on binlerce deve kesilip toprağa gömülmektedir, oysaki İslam dini israfa karşı olan bir dindir.
Buna rağmen hacca gitmenin bir sakıncası yoktur. Fakat Afrika ve Hint kıtasında milyonlarca insan açlık ve susuzluktan ölürken, Müslümanların gidip de orada o hayvanları kesip toprağa gömmesi hurafedir.
Bizim karşı çıktığımız dini hurafeler, bu türden hurafelerdir.
Yani din adına yapılan hurafelerdir.
Allah katındaki dinde ise hurafe yoktur. Hayır ve sevgi vardır.
Bence dindeki hurafelerden biri de Cehennem konusudur.
Çünkü anlatılan cehennem Allah'ın adaletiyle uyum sağlamıyor.
Zira insan sınırlı bir varlıktır, dolayısıyla onun işlediği günahlar da sınırlıdır.
Fakat bu sınırlı günahları, sınırsız bir şekilde sonsuza dek cezalandırmak, Allah'ın adaletine ters düşmekte ve O'nun hikmetinin hilafına olmaktadır.
İnsanın dünyada cezalandırılmasının birçok faydası vardır.
O cezalar, insanı salih kul eder. Toplum da bu cezaları görüp kendini düzeltebilir.
Fakat kıyamet gününde bir kulun şiddetli bir şekilde cezaya çarptırılmasının hiçbir hikmeti yoktur.
Buradaki ceza, adalet ve hikmetullah'ın hilafınadır.
Oradaki Cennet, huri, saray, havuz, yiyip içme vs. gibi tümüyle maddi ve hayvani arzulardan ibarettir.
Yani Cennette insani değerler diye bir şey yoktur.
Örneğin insanların hayrını istemek, mazlumlara yardımda bulunmak vs. söz konusu değildir.
Çünkü cennette mazlum yok ki yardımda bulunulsun, cahil yok ki eğitilsin vs.. Onların tümü de bilgili insanlardır.
Dolayısıyla oradaki her insan, değer sahibi insanlardır.
Anlatıldıklarına bakılırsa, cennette yalnızca hayvani arzular vardır.
Kur'an'da onlara diyor ki, yiyin, için, kuş etleri, huriler vs. vardır.
Oysaki bunların tümü de hayvani arzulardır.
Yani insanlar öldükten sonra cennette, adeta insanlıktan hayvanlığa geçiş yapmaktalar.
Ve yine oraya insan sıfatıyla değil, hayvan sıfatıyla girmekteler.
Çünkü algıdaki cennette isar, fazilet, hak talep etmek vs. gibi insani sıfatlar mevcut değildir.
Bundan dolayı kimi arifler der ki:
Ben cennete girmeyi reddedeceğim. Çünkü ben oraya girer isem, insanlığımı kaybetmiş olurum. Ben, hayvanlar gibi olmayı istemiyorum.
Yine Arifler şöyle der:
Orada başka bir hayat vardır. İnsan orada kemale ulaşır ve Allah ile birlikte olur.
Yani, insan dünya hayatında iken hayvanlıktan uzaklaşarak mükemmelleşip insanlığa ulaşıyor.
Sürekli eksiklikten kemale doğru hareket ediyor. Kemalden eksikliğe doğru hareket etmiyor.
Hatta Yunan Filozofları da bunun böyle olduğunu söylerler.
Onlar der ki, tüm hareketler eksiden artıya doğrudur.
Örneğin, bir an için sizin aç olduğunuzu farz edelim.
Elbette ki açlık bir eksikliktir. Yemek için harekete geçiyorsunuz. Bu bir artıdır.
Ya da susuzsunuz ve su içmek için harekete geçiyorsunuz.
Bunların tümü, eksiklikten mükemmelliğe doğru harekete geçmektir.
Üniversiteye gidiyorsunuz. Bu da cehaletten ilme doğru hareket ettiğiniz anlamına geliyor.
Dolayısıyla tüm hareketler, eksiklik ile mükemmellik arasındaki bir durumdur.
Ölümden sonra da insan, yine de mükemmelliğe doğru hareket halindedir.
Ta Allah ile birlikte olana dek öyledir.
Arifler açısından bu durum, ahiret hayatında gerçekleşir.
Fakat din adamlarına göre insan, insanlığından hayvanlığına taraf geçiş yapıyor.
Bir düşünsenize örneğin imam Ali dünya hayatında iken insanlık, adalet, mazlumlara sevgi ve hak talebi için bu kadar zahmet çekmiş, sonra da cennete girip ipekten elbiseler giyecektir.
Huriler, altın ve gümüşten saraylar, şarap, bal ve sütten havuzlar vs. gibi şeylerle birlikte yaşayacaktır.
Acaba imam Ali gibi insanlığın zirvesine ulaşmış birisi, bunu kabul eder mi?
Böyle bir hayat insanlığın zirvesine ulaşanlar için bir ihanet değil midir?
Yani Allah Teala Ali için, o denli zahmetlerinin mukabilinde bu gibi hayvani arzuları mı verecektir?
Bu durum aynen tavuk sahibine tavuk ve koyun sahibine koyun eti yedirmek, cenneti bir tavuk çiftliğine ya da koyun ağılına benzetmek gibi olmaz mı?
Böyle bir cennet hayvanlar için uygun olur da fakat Ali ve arifler gibi şahsiyetlerin böyle bir yere girmeleri kabul edilir gibi değildir.
Evet, arifler için de ahiret hayatı vardır, fakat o hayat, anlatılan bu cennet ve cehennem şeklinde değildir.
Oradaki hayat, din adamlarının söyledikleri şu cennet hayatından daha yüce bir hayattır.
Çünkü Allah'a kavuşmak, en yüce derecedir.
Bundan dolayıdır ki diyorum Kur'an'da anlatılan cennet hayatı ile ilgili bilgiler, bedevi Araplar için anlatılan hurafe ve gerçek insanlığın zıddınadır.
Dolayısıyla ahiret hayatı, tüm insanlar için daha saadetli ve en mükemmel bir hayattır.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish