Dinî adalet mi, adil bir din mi?

Hasan Kanaatlı Independent Türkçe için yazdı

Kolaj: Independent Türkçe

 

Konumuz: Dinî adalet mi, yoksa adil bir din mi?

Bunların hangisini istiyoruz?

Biz bu konuda "din" için iki tür okuma biçiminden söz edeceğiz.

O okuma biçimlerinden biri "dinî adalet" biçimidir.

Yani insanlardan bir kısmı "dinî adalet" isterler.

Bunlar der ki, "Dinin aslı ve dinden üreyen her şey 'adalettir.'"

Okuma biçimlerinden bir diğeri ise, "adil bir din" biçimidir.

Yani bir kısım insanlar, "adalet şartlı" ve tüm hükümlerinin adil olduğu "dini" isterler.

Bellidir ki birinci okuyuş, eski ve geleneksel okuyuştur.

İkinci okuyuş, güncel ve yenilikçi bir okuyuştur.

Diğer bir ifadeyle; birinci okuyuş, eskiden din ile ilgili iki ekol olan "Eş 'ari" ve "Mutezile"nin okuyuşudur.

Bunlardan "Eş 'ari ekolü", bütün dini meselelere nas üzerinden bakar ve dinin ürettiği her şeyin "adalet" olduğuna inanır.

Diğer ekol olan "Mutezile" ise, naslara da akıl üzerinden bakar.

Yani dinin ürettiği her şeyin adalet olmadığını, adaletin; aklın kabul ettiği ve ona uyduğu şeyler olduğunu söyler.

Din hususunda güncel ve yenilikçi okuyuşa sahip olanlar şunu derler:

Derinlemesine bakıldığında dinî hükümlerin büyük bir kısmı 'adil' değildir.


Örneğin, "kadın haklarıyla ilgili hükümler" şu andaki dünya şartlarına uygun hükümler değildir.

Ve yine 'mürteddin katli', gayri Müslimlerden 'cizye almak', kadın erkek arasındaki 'miras paylaşımı', 2 erkek yerine 4 kadının 'şahitliği' ve bunun gibi birtakım hükümler, onlar açısından bu andaki dünya şartlarına göre adil hükümler değildir.


Şayet bu hükümleri bugün oldukları gibi kabul eder ve Allah'tandır dersek, o taktirde adil olup olmadığına bakmaksızın onları alıp kabul eder ve bir sorun yoktur deriz.

Çünkü bu kadim görüşlere göre önemli olan şeriatı tatbik etmektir ve bunlar açısından Kur'an, "Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, kafirlerin ta kendisidir" (Maide: 44) diye buyurur. 

Şimdi biz, ilk önce Eş 'ari ve Mutezilenin her birinin delillerini nakledip, sonunda da yenilikçilerin görüşlerini delilleriyle birlikte aktarmaya çalışacağız.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Şunu da belirtmem gerekir ki gerek Şii ilim havzaları ve gerekse el-Ezher gibi Sünni büyük medreseleri bin yılı aşkındır,

Eş 'ari ve Mutezile ekollerini Kur'anların ölüp gitmelerine rağmen, şu ana kadar bu konuyla ilgili yeni bir görüş belirtmiş değillerdir.

Günümüze dek o iki ekolün görüşlerin tekrarlayıp durmuşlardır. Buradan da Müslümanların ne kadar sabit fikirli oldukları ortaya çıkmaktadır.

Oysaki Batı topluluklarında her 10, 15 yılda bir çeşitli felsefe, ahlak, dinî ekoller gibi oluşumlar ortaya çıkmakta ve farklı filozoflar farklı görüşler ortaya atmaktalar.

Biz Müslümanlar ise bin yıldan fazladır ki, şu iki-üç ekolü okuyup durmaktayız.

Şii ve Sünni ilim havzalarında yeni bir ekol geliştirme yoluna baş vurmamaktayız.

İşte Eş' ari şöyle demiş, Mutezile şöyle karşı koymuş, İmamiye şunu ileri sürmüş, Maturidi şundan bahsetmiş vs. gibi bunların dedikodularını yapmaktan öteye gidememişizdir.

Kısacası her şeyi Kur'an ve dinin üzerine atmış ve eski alimler neyi üretmişlerse biz de onu tüketmekle yetinmişizdir.

Bu iki görüş Eş' ari ve Mutezile'den gelmişse, üçüncü ve dördüncü görüş de başka ekollerden gelmiş olsaydı, acaba ne sakıncası olurdu ki?

Bundan bin küsür yıl önce Eş' ari ile Mutezile bir görüş doğurmuşlarsa, günümüz alimleri niçin hem bu konuda ve hem de ahlak, siyaset ve diğer kültürel konularda yeni görüşler icat etmemekteler?

Şimdi biz burada hem bu iki görüşün asıllarını hem de Kur'an'daki delillerini nakletmeye çalışacağız.

Fakat bunları naklederken hangisinin doğru ve hangisinin de yanlış olduğu hususunda herhangi bir işarette bulunmayacağız.

Eş' arilerin (genel Sünnilerin) ve Sünni fakihlerin görüşleri şunlardır:

Derler ki, "Bizler her şeyi dini hükümlerden almalıyız. Hatta zalimden de olsa dini hükümleri almalıyız. Çünkü Allah zalime dini hüküm nazil etmez."

Fakat biz bakıyoruz ki, şer'i hükümlerin bir kısmı "zalim hükümlerdir."

Fahri Razi ve Gazali gibi büyük alimler nasıl oldu da Eş 'ari oldular ve "zalim de olsalar dini hükümlerin onlardan alınıp tatbik edilmesi gerekir" dediler.

Akılcı Mutezilenin görüşünün karşısında Eş' ari görüşünün esası şudur:

Diyorlar ki, "Allah kainatın malikidir, varlığı yoktan var eden O'dur. Bundan dolayı O'nun kendi mülkünde mutlak anlamda tasarruf hakkı vardır. Dolayısıyla Allah'ın mutlak hakkı olduğuna ve mülkün bütünüyle Allah'a ait bulunduğuna göre, Allah kadına 4'te 1 miras hakkı verebilir ya da isterse hiç de vermeyebilir. Çünkü kadını yaratan O'dur. Hükmü O belirler. Başka hiç kimse hüküm belirleyemez. İnsanın hakkı diye bir şey yoktur. Şayet insanın da hakkı vardır dersek, Allah'ın hakkını da şartlara bağlamış oluruz."

Diğer bir ifadeyle; şayet Allah mutlak hak sahibidir dersek, o taktirde O'nun karşısında hiçbir şeyin hak sahibi olmadığını da itiraf etmiş oluruz. Zira 'mutlak'ın manası budur.

Şayet Allah'ın karşısındakinin de hakkı vardır dersek, o taktirde de Allah'ın hakkını şartlı kabul etmiş bulunuruz ve Allah'ın da insanın hakkına riayet etmesi gerektiğini imada bulunuruz. Bu da bir açıdan hatalıdır. Çünkü Allah 'mutlak hürriyettir.' O'nun iradesi 'mutlak iradedir.'

İnsan için herhangi bir hak ya da kanundan bahsedersek bu, Allah'ı sınırlar. Allah'ın sınırlanması ise, O'nun 'mutlak irade sahibi olmasıyla' çelişir.


İşte Eş' arilerin dindeki insan haklarıyla ilgili görüşleri budur.

Eş 'ariler; hükümlere bağlı kalmanın nedenini, "Allah'ın mülk sahibi" olduğuna bağlarlar.

Bunların akılla işleri asla olmaz. Şayet bir hüküm akıl ile çelişir ise, bunlar hükümden yana olurlar.

Yani bunların esastan bakışları Mutezile ile farklı olduğuna göre, teferruattaki farklılıkları da kaçınılmazdır.

Takriben 200 yıldan bu tarafa ne Şii ve ne de Sünni fukeha köleliğin haram olduğunu söylemiyorlar.

Çünkü kölelik işi artık bitip gitmiştir ve İslam için bir utanç vesilesidir.

Diyorlardı ki; "İnsan pazarda alınıp satılabilir, çünkü Allah böyle demiştir."

"Niçin insan alınıp satılabilir?" diye sorduğunuzda da "Bizim cevap verme salahiyetimiz yoktur. Allah böyle demişse tamamdır, Allah kendi mülkünde tasarruf ediyor ve bizler de O'nun mülküyüz" diye cevap verirlerdi.

Onların dediklerini şu misal üzerinden de açıklayabiliriz, derler ki:

Farz edelim ki bir araba satın aldınız. O araba artık sizin mülkünüzdür. İster kırar döker, isterseniz kullanırsınız. Yahut ta süsler püsler garaja çeker ve yıllarca dışarı çıkartmazsınız, hiç kimse de size itiraz edip sen zalimsin diyemez. Çünkü bu araba senin mülkündür ve insanların tümü de Allah'ın yaratığıdır.


İşte Eş 'arilerin asıl görüşleri budur.

Ehl-i Sünnet 'in büyük çoğunluğu olan Eş 'arilerin görüşlerinin esasını öğrendikten sonra, yani onların "mutlak Tevhit"e dayandıklarını ve tüm nasları esas kabul edip akla hiçbir yer vermediklerini bildikten sonra, şimdi de bununla ilgili Kur'an'dan ve rivayetlerden getirdikleri delilleri nakledeceğiz.

Derler ki Kur'an şöyle buyuruyor:

O'nun (Allah'ın) yaptıklarından sual olunmaz ve onlar hesaba çekileceklerdir. (Enbiya :23) 


Yani mutlak anlamda bu alem ve bizler Allah'ın mülküyüz.

Hiçbir insanın, Allah üzerinde hakkının bulunduğunu iddia etme hakkı yoktur.

Çünkü ayet apaçık bir şekilde bunu söylüyor.

"Allah'ın yaptığını kimse sorgulayamaz."

Örneğin Allah Firavun'u Cennete Hz. Musa'yı da Cehenneme koyabilir, kimse O'na; "Niçin böyle yapıyorsun?" diyemez.

Peygamberleri, salihleri ve de evliyaları cehenneme koyabilir, bu O'nun mutlak salahiyeti dahilindedir.

Hiç kimsenin bu hususta Allah'a itiraz hakkı yoktur.

Dolayısıyla, bu bakış açısından, zulmeden hükümlerin hiç birisi için zulümdür deme hakkına sahip değiliz. 
 

Görsel: Pixabay
Görsel: Pixabay

 

Ve yine diyebiliriz ki mutlak bir şekilde kadının hakkı diye bir şey de yoktur.

Bu da zalim bir hüküm olmuyor.

Belki, adaletin ta kendisi oluyor.

Çünkü şayet din bunu söylemiş ise, Allah'tan sadır olduğu için, O'ndan sadır olan her şey de O'nun mülkünde yapmak istediği şeylerdir ve bu da O'nun hakkıdır.

Bundan dolayı da "kadın hakkı" diye bir şeyin varlığını söyleyemeyiz.

Ya da "Gayrimüslimlerin hakkı vardır" diyemeyiz. 

Ve yine şayet Allah; "Tüm haklar Müslümanlarındır" demiş ise, kendi mülkünde öyle olmasını istemiştir.

Dolayısıyla, hiç kimsenin "Neden gayrimüslimlerin hakkı yoktur?" ya da "Kadınlar için belirlenmiş bu haklar onlara zulümdür" deme hakkına sahip değildir.

Aslında "zulüm nedir" diye bakar isek, zulüm; önceden birinin var olan hakkını, başka birisinin gelip ondan selp (yok) etmesi demektir.

Fakat Eş 'ari görüşü esası üzerinden meseleye bakıldığı taktirde, aslında kadın-erkek hiçbirinin hak diye bir şeyleri mevcut değildir.

"Hak", yalnızca Allah'a aittir.

O'nun karşısındaki hiçbir şeyin hakkı söz konusu değildir.

Dolayısıyla da şeriatta geçen tüm haklar hem doğrudur ve hem de adildir.

Kısacası, Eş 'arilerin görüşü budur.

Yani her şeyin esasını teşkil eden şey, "mülkiyettir" ve mülkiyet de Allah'a aittir.

Dolayısıyla da O'nun kendi mülkünde yaptığı tüm tasarruflar hem doğru ve hem de adilcedir.


Eş 'arilerin karşısında yer alan Mutezile ekolü de şöyle der:

Evet, insanı Allah'ın yarattığı doğrudur, fakat Allah, insanla birlikte 'fıtri hukuku' da yaratmıştır. Onu özgür kılmıştır. Onun fıtratında yarattığı o hukuk da birtakım hakları gerekli kılar. Şayet insan için birtakım hakların bulunduğunu kabul eder isek, Allah'ın da bu haklar üzerinden insan ile muamele etmesi gerekir.

Diğer bir ifadeyle; insanın fıtrat ve aklında bu hakları karar kılan Allah'tır. Dolayısıyla, Allah'ın insan ile bu haklar üzerinden hareket etmesi O'nun ilahlığının gereğidir.

Örneğin Allah insana akıl vermiştir ve bu aklın içerisinde de birtakım düşünceler yerleştirmişti.

Örneğin 'illet' ve 'malul' (sebep ve sonuç) kaidesini koymuştur. 'Küllün cüzden büyük olduğu' kanaatini yerleştirmiştir. Allah aklı bu şekilde yaratmıştır.

Dolayısıyla, Allah tüm insanların aklına bunu yerleştirdiği için, herkesle de bu kaideler üzerinden hareket etmesi gerekir.


Konuyu şu örneklendirme üzerinden daha güzel izah etmek mümkündür:

Bir bilgisayar aldığınızı düşününüz. Ona bir program yüklediniz. Sonradan da o bilgisayar ile ona yüklediğiniz program üzerinden muamele etme ve ilişki kurma mecburiyetinde kalırsınız. Bilgisayarınızda mevcut olmayan bir program üzerinden onunla ilişki kurma beklentisi içerisinde bulunamazsınız. Çünkü böyle bir beklenti, sizin onun üzerinde yaptığınız işin hilafına olur ve herhangi bir doğru sonuç da elde edemezsiniz.


Mutezilenin Kur'an'dan getirdikleri delilleri şudur:

Kur'an'daki kimi ayetler, Allah'ın karşısında insanın da hakkının bulunduğuna vurgu yapmaktalar. Örneğin şu ayet:

Ve biz bir peygamber göndermedikçe, hiçbir topluluğa azap etmeyiz. (İsra: 15)


Yani biz, bir bölgeye elçi göndermeden, onlara azap indirir isek, zalim oluruz ve bu da "aklî" bir şeydir.

Yani akıl da diyor ki, bir şeyi beyan etmeden ya da karşıdakini ikazda bulunmadan onu cezalandırmak makul değildir ve "teklifsiz ceza olmaz."

Diğer bir ayet de şudur:

Biz o peygamberleri müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik, ta ki kendilerine peygamberler geldikten sonra, insanların artık Allah'a karşı öne sürecekleri bir bahaneleri kalmasın. (Nisa :165)


Bu, şu demektir; yani beşere enbiya gelmezse, onların itiraz hakları vardır ve Allah'ın da onlara azap gönderme hakkı olmaz. 

Buradan şunu anlıyoruz:

Allah'ın mutlak anlamda mülkiyet hakkı yoktur.


Diğer bir ifadeyle; insan hakları fıtridir.

Ayet açıkça söylüyor ki, şayet biz nebiyi göndermez isek, insanlar bize itiraz ederler ve itirazları da makbuldür, çünkü göndermezsek, kıyamet gününde haklı olarak "bundan habersizdik" (A'raf:172) diyeceklerdir.

Kısacası; insanların Allah'ın üzerindeki hakları şudur:

Allah onlara elçiler göndermelidir.


Şayet Allah bu hakkı ifa etmez ise, insanlara azap etme hakkını da kaybetmiş olur. 

Ayetin bir tek haktan bahsetmesine rağmen, şayet insanın bir tek hakkı da olsa, demek ki onun birçok diğer hakları da vardır.

Yani, Allah'ın enbiya göndermesi O'nun hakkı ise, O'nun gönderdiği teklifleri yerine getirebilmemiz için bizlere kudret de vermesi O'nun üzerine hak olur.

Bu da insanın hakkıdır.

İnsan da rabbine şöyle diyebilir: 

Ya Rab! Sen bize teklifi (görevi) verdin de fakat bunu yerine getirmemiz için niçin ve neden kudreti vermedin?


Dolayısıyla Allah bize "namazı kıl", "orucu tut", "cihat et" diyorsa şayet, bu teklifleri yerine getirmemiz için kudreti de vermesi O'nun üzerine haktır.

Burada iki hak söz konusudur:

  • Birincisi, Allah'ın teklifi nazil etmesi hakkı (çünkü Şayet Allah elçi göndermez ve teklifleri de bildirmez ise, insanlar görevini bilmeyeceklerdir),
     
  • İkincisi de o teklifleri yerine getirmemiz için bizlere vermesi gereken "kudret" hakkıdır.
     
  • Burada bir üçüncü hak daha vardır ve o da "hürriyet" hakkıdır. Yani Allah'ın bize o teklifleri yerine getirip getirmememiz hususunda "hürriyet hakkı" vermesi gerekir. Çünkü hürriyetsiz teklif "Cebir" olur ve şayet insan bir şeyi yapmaya mecbur bırakılırsa, onun cezalandırılmasının ya da ödüllendirilmesinin bir anlamı olmaz. Sevap ile ikab hürriyetin sonucudur. Şayet sen özgür isen, namaz kılar ve sevap alırsın, kılmaz isen ceza yersin. Teklifin manası budur. Açıkçası şer'i teklif, hürriyetin varlığını gerektirir. Dolayısıyla insanın Allah üzerindeki hakkı, ona hürriyet vermesidir.


İşte bu düşünce Eş 'Ari'ye uymuyor.

Onlar, insanın hiçbir hakkının bulunmadığını söylerler. 

Burada şunu da ifade edeyim ki, Eş 'arilerin de Mutezilenin de iddiaları makbul iddialardır.

Çünkü, Kur'an'da her iki kesimin düşüncesini destekleyecek ayetler vardır.

Dolayısıyla, her ikisi de dinî inanış ve dinî ekoldür.

Kısacası her ikisi de doğrudur.

Yani bunların arasındaki tenakuz, aslında Kur'an'dandır.

Zira Kur'an hem:

"O'nun (Allah'ın) yaptıklarından sual olunmaz" (Enbiya: 23) diyor, hem de cebir olarak:

"Alemlerin Rabbi Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz" (Tekvir :29) diye buyuruyor.

Hürriyet anlamında ise şöyle diyor:

Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin. (Kehif: 29)


Açıkçası; İslam'daki mezheplerin tümü de Kur'an'a istinat ediyorlar.

Yani mezheplerin varlığının esası Kur'an'dır.

Hatta Hariciler dahi Kur'an'a istinat ettiler ve onların dayandıkları ilk sloganları Kur'an'daki "Hüküm sadece Allah'a aittir" (Yusuf:40) ayetidir.

Dolaysıyla Kur'an, birçok yüzü ve yönü olan kitaptır.

Nitekim İmam Ali (as) bunu da söylemiştir.


Eş 'ari ve Mutezilenin aklî delilleri

Eş 'arilerin akli delilleri şuydu:

Allah mutlak yaratıcı olduğuna göre demek ki O, maliktir. O'nun kulları vardır. Kulun ise Allah karşısında hiçbir hakkı bulunmaz.


Bu anlamdaki bir beyan Nehcü'l- Belağa'da da vardır.

Evet, bizler Allah'ın mülkü ve kuluyuz, fakat Allah bizi hür yaratmıştır.

Allah bize özel bir keyfiyetle akıl vermiştir.

O taktirde, bizlerin de hak ve hukukunun bulunmasının ne sakıncası olabilir? 

Bu sorunun cevabında ise Eş 'ariler şöyle derler: 

Şayet bizler Allah karşısında hak sahibi olur isek, Allah'ın hürriyetini kısıtlamış oluruz. Yani örneğin desek ki, Allah adalet ile hareket etmek mecburiyetindedir, bu söz, Allah'ın kanunlara uyması gerektiğini icap ettirir. Kanunlara uymak ise, hürriyeti kısıtlar.

Diğer bir ifadeyle; şayet Allah, beşerin anladığı şekildeki adalet ile hareket etmek mecburiyetinde kalır ise, o taktirde "Allah'ın mutlak hür olduğu" durumu ne olacaktır ve yine "O'nun mutlak irade sahibi bulunduğu" durumunu nasıl izah edeceğiz?

Eş' ariler' in bu sorununa şöyle bir cevap verilebilir:

Eş 'ariler Allah'ı insan gibi tasavvur etme vehmine kapılmışlardır, şöyle ki:

İnsanlar arasında işlerin kanunlar ile yürütülmesi, insanların tabi ki hareket serbestiyetlerini sınırlar ve yine kanunlar elbette ki insan iradesini kısıtlar. Fakat Allah Teala insan gibi değildir. Örneğin adalet, rahmet, kerem, ihsan vs. bunların tümü Allah'ın zatından kaynaklanan şeylerdir, O'nun haricinden gelen şeyler değildir. Şayet kanunlar Allah'a dışarıdan geliyorlar dersek, Eş' arilerin doğru söylediklerini kabullenmemiz gerekir. Zira bu taktirde dışarıdan gelen kanunlar Allah'ı sınırlandırmış olur ve bu da Allah için muhaldir.


Şayet bu kanunların Allah'ın zatından kaynaklandığını söyler isek, örneğin Allah'ın zati itibarıyla adil olduğunu kabullenir isek, o taktirde Allah, zulmetmek istese de asla bunu yapamaz.

Çünkü zulüm, zatına muhaliftir. O'nun zatı zulme icbar edilemez.

Yani Eş' ariler zannediyorlar ki biz, Allah'ın adalet kanunları üzere hareket etme mecburiyetinde olduğunu söylüyoruz. Hayır biz öyle demiyoruz.

Biz diyoruz ki, örneğin Hatem-i Tai nasıl ki zati itibariyle kerim (İhsan ve ikramda bulunmayı seven) bir insandıysa, fıtratında, vicdanında, özünde, zatında kerim biri olması hasebiyle de nasıl ki bir yoksul gördüğünde ona ikramda bulunmaması mümkün değildiyse ve ikramda bulunmak onun adeta iradesine hâkim olmuştuysa ve yine bu durumu onun zatından fışkırıyor ve kimse ona icbarda bulunmuyorduysa, aynen öyle bu durumu onun için bir noksanlık değil de kemal olarak hesap ediliyorduysa, Allah da öyledir.

Allah da kendi zati itibarıyla adildir ve adaleti icra ediyordur.

Bu durum O'nun için bir noksanlık değil mükemmelliktir.

Örneğin, nehirler her zaman yukarısından aşağısına doğru akar.

Bu, onun içerisine yerleştirilmiş ilahi bir yasadır.

Hiçbir zaman yokuş yukarı akmaz.

Şayet nehri ters tarafına akıtırsanız, o taktirde onun mesiri sınırlanmış ve hürriyeti elinden alınmış olur.

Şunu da ilave edeyim ki, Sünni-Şii fakihlerin içtihatla ortaya koydukları dini hükümlerin bir kısmı, "zalim hükümler"dir.
 

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi

 

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi'nin sürekli İran, Suudi Arabistan, Afganistan vs. gibi birçok İslam ülkeleri hakkında beyanname yayımladıklarını görüyoruz.

Bu ülkelerde insan haklarını ihlal eden hükümlerden bahsederler.

Fakihler ise yayınlanan bu beyannamelere itiraz etmezler.

Bunların ilahi irade olduğunu söylerler.

Fakat hiçbiri de çıkıp itiraz edilen o hükümlerin "dini adalet" olduğunu savunmazlar.

Şuna inanıyorum ki, bizlerin ölüp kaybolan Mutezile ekolünü yeniden ihya etmeğe ihtiyacımız vardır ve yine Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi'nin görüşlerine de ihtiyacımız vardır.

Evet, eskiden ihtiyaç olmayabilirdi, çünkü tüm Sünni-Şiilerin müracaat ettikleri kaynakları, görüş açıları ve dini algılama yöntemleri tekti, yani eskiden insanlar tek boyutlu bir görüşle yetinebiliyorlardı, fakat şimdiki çağda bilgi patlaması yaşandı. İnsan bir anda önünde birçok ekollerin, görüşlerin, konuların, sistemlerin vs. oluştuğunu gördü.

Bunların hangisini tercih etme hususunda şaşa kaldı.

Dolayısıyla, içerisinde bulunduğumuz bu çağ, insanların gözünü açtı ve önünde birçok kapılar oluştu.

Karşısına tek çeşit değil, birçok türden sistemler çıktı. 

Eski insanlar, örneğin sofralarında 1 çeşit yiyecekle idare ediyorlardı, şimdikiler ise sofrasında 20 çeşit yiyecek görüyor ve de beğendiğini seçip yiyor.

Şu içerisinde bulunduğumuz modern çağ ve yeni düşüncelerin bolca bulunduğu bu ortam, özgürlükler çağıdır.

Çünkü insanlar şu an, eskiden sahip oldukları düşünce özgürlüğünün 10 katına sahipler.

Eskiden insan dar bir alanda, bir köy, kasaba ya da küçük bir şehirde yaşıyordu.

Şayet o bölge Şii'ydiyse, o da Şii idi, Sünni'ydiyse o da öyleydi.

İnsanların dünyadan ve dünyadaki görüşlerden haberleri yoktu.

Dinlerden ve ekollerden bihaber yaşıyorlardı.

Haliyle de ecdat dinine sahip oluyorlardı.

Hem önünde bir tek yol vardı ve hem de özgürlüğü cidden çok sınırlıydı.

Aslında eskiden özgürlüğün de ne olduğu pek bilinmiyordu.

Oysaki Batı da özgürlük çok önemli bir değerdir.

Bizler özgürlük hususunda hala dahi onların seviyesine ulaşmış değiliz.

Özgürlüğün kıymetinin ne olduğunu hala dahi onlar kadar bilemiyoruz.

İnsanın önündeki bilgiler her ne kadar fazla olursa, özgürlüğü de o kadar fazlalaşır.

Örneğin, Şii olan birisinin önünde safına geçeceği ve görüşünü benimseyeceği Ayetullah Sistani, Humeyni, Sadır gurubu, İran ekolü, velayet-i fakih'i kabul edenler ya da etmeyenler gurubu gibi birden fazla seçenek olur ise, o Şii insan daha fazla özgür olur ve daha çok kendine güvenir.

Sünnilerde de öyle.

Bizler Sünni-Şii fıkhî görüşlerin ve dini hükümlerin karşısında Laisizm'i, Marxizm'i, Leninizm'i, Maoizm'i, Sosyalizm'i, Kapitalizm'i ve bunlar gibi düşünce sistemlerini görüyoruz.

Önümüzde bu kadar sistemleri bulunca istediğimize uyuyoruz.

Bizim Müslüman fakihlerimiz şöyle derler:

Örneğin falan şey için Allah yalnızca şu görüşü beyan etmiştir ve bu da bizler için hüccettir.


Soru şu:

Acaba Allah mı böyle buyurmuştur yoksa sen mi Allah'ın buyruğundan öyle anlayıp onu Allah'a mı mal ediyorsun?

İkincisi; Bir dinin tek bir yönde hareket etmesi için insanları icbar etmesi doğru mudur?

Ve şayet din kendine müntesip olan insanları bir yöne icbar ederse bu, "hak" ya da "adalet" olur mu?

"Adalet"; bir hakkı ehline iade etmektir.

Peki "hak" nedir?

"Hak"ta sorun vardır.

Kimlerine göre "hak"; Allah'a aittir ve onun dışındaki hiç kimsenin hakkı yoktur.

Kimlerine göre ise "hak"; hâkim güce aittir.

Kimilerine göreyse "hak"; kamunun çıkarıdır, bireyin hakkı diye bir şey yoktur.

Yani, kamuoyu bir şeye karar verdi mi, işte hak ve adalet odur.

Karl Marx'ın düşüncesi böyleydi.

Marx; "Adalet çoğunluğun kararıdır" derdi.

Yani, bireyin hakkı yoktur; "hak", halkındır.

"Hak" ile ilgili bu kadar farklı görüşlerin karşımıza çıktığını görünce, hakkın marifete (onu anlamaya) ihtiyaç duyduğunu görüyoruz.

Yani, önce "hak"ka dair marifet sahibi olmamız gerekir. 


Peki, "marifet" nedir?

Bu da farklı düşünceler tarafından farklı şekillerde tarif edilmiştir.

Kimine göre "marifet"; hürriyettir.

Yani, şayet senin dinin, yönetimin ve inancın sana marifet için bir tek kanal açar ise, bu "hürriyet" değildir.

"Hürriyet" ve "marifet"; senin bir hakikati tanıman için önünde birden fazla kapıların bulunması demektir.

Senin önünde birbiriyle mütezad (çelişik) görüşler bulunmalıdır ki, sen de özgürce onlardan birini seçmiş olasın.

Demek ki "adalet", hakka dayalıdır, "hak" marifete ve "marifet" de "hürriyete" dayalıdır.

Bu da şu oluyor; "Bizim önümüzde birden çok şeyler vardır, yalnızca Allah böyle dedi demekle iş bitmiyor."

Dolayısıyla, bizim derslere ihtiyacımızın bulunduğu apaçık bellidir.

Fakat maalesef Müslüman din adamları hukuk, kanun, ekonomi, sosyoloji ve siyaset ile ilgili dersler okumuyorlar. 

İtiraf etmeliyiz ki, ahlak ve kanuni sistemleri bilen alimlerimiz yok denecek kadar azdır.

Düşününüz 1,5 milyar Müslüman vardır ve bunlar birçok fakihlere (din adamlarına) sahiplerdir, fakat filozofları yoktur.

Yani, görüş sahibi olup da dünyada ses getirecek düşünürleri pek de azdır.

Kısacası biz Müslümanlar, şiddetli bilgi yoksunuyuz.

Fakihlerimiz yalnızca eski ilimler üzere kalmıştır. 

Herkesin bildiği ya da duyduğu elimizde şöyle bir ayet vardır:

Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, kafirlerin ta kendileridirler. (Maide: 44)


Yani, Kur'an'da olup da onunla hükmetmeyenler, kafirlerin ta kendileridirler.

Buna rağmen, İslam ülkelerinin hiç birisi Tövbe 29'da geçen "Kafirlerden cizye alın" ayetini tatbik etmezler.

Yani Kur'an'da cizye vardır, fakat tatbiki nerededir?

Biliyorlar ki faiz Kur'an'da haramdır, fakat tatbiki yoktur.

İslam ülkelerinin bankalarında da Batı'daki bankalar gibi faiz vardır.

Din adamlarından biri çıkıp demiyor ki;

Ey Müslümanlar! Bu hüküm Kur'an'da vardır ama tatbiki yoktur. Bu bir ilahi hükümdür ama tatbik edilmiyor.


Bu, bir akıl tutulması değil de ya nedir?

"Onlar kafirlerin ta kendileridir" (Maide:44) deyip de niçin halkı korkutuyorsunuz?  

Belki ayet bunu söylemiyor.

Yani Allah'ın bizleri tatbiki mümkün olmayan bir şeye icbar etmesi mümkün olabilir mi?

Kanaatim odur ki, halkı bu nasların zindanından kurtarmak için yeni düşünceler üretip ortaya çıkartmak lazım.

Yine kanaatimce din alimleri şu 3 tane nassın arasında sıkışıp kalmış veya hapsolmuşlardır: 

  1. "Kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmez ise onlar kafirlerin ta kendileridirler." (Maide: 44)
  2. "…Onlar zalimlerin ta kendileridirler." (Maide:45)
  3. "… Onlar fasıkların ta kendileridirler." (Maide:47)

Evet, İslam alimleri bu 3 nassın arasında gidip geliyorlar. 


Eş 'ari ve Mutezile görüşlerini öğrendikten sonra, şimdi de üçüncü görüşü izaha çalışalım.

Eş 'ari ile Mutezile görüşü arasındaki fark şudur:

Eş 'ariler şöyle derler:

Allah'tan sâdır olan her şey adalettir.


Kelam ilminde buna karşı şu tabiri kullanırlar:

Şeriattan/dinden sadır olan her şey güzelliktir.


Ve yine bu tabiri; "Şer'i güzellik ve çirkinlikler" kavramıyla tarif ederler.

Eş 'arilere göre akıl, tek başına bir şeyin veya bir fiilin güzel ya da çirkin olduğunu anlayamaz.

Bunu da şöyle ifade ederler:

Sevgiliden sadır olan her şey sevimlidir ve güzelden sadır olan her şey güzeldir.


Dolayısıyla (bu görüşe göre) Allah'tan sadır olan her şey, hatta mürteddin katli, hırsızın elinin kesilmesi, gayrimüslimlerden cizye almak, kadının miras hakkının erkeğinkinin yarısı olması ve 2 kadının 1 erkeğin yerine şahitliğinin kabul edilmesi gibi, kadın haklarındaki farklılıklar vs. doğrudur.

Yani onlara göre bu hükümlerin tümü Allah'tan sadır olmuştur ve beşerin hiçbir hakkı yoktur.

Eş 'arilerin bu görüşlerine nispeten Mutezile ekolü akla daha fazla önem verir ve şöyle derler:

Adalet, zulüm, güzel ve çirkin olan her şeyi akıl idrak eder. Allah, aklın verdiği karar doğrultusunda hareket eden yüce bir varlıktır. Akıl şayet bu işte zulüm vardır derse ve öyle bir karara varırsa, orada Allah'ın bulunmaması mümkün değildir. Şayet akıl bir fiilin güzel ve adil olduğuna karar verirse, Allah da onu öyle kabullenmiş ve onun için öyle yapmıştır kararına varılır.

Demek ki "Asıl olan akıldır" derler.

Tabi ki Müslümanların büyük çoğunluğu (Eş 'ariler) bu görüşü kabul etmezler.

Yani onlar, Allah'ı aklın kararıyla sınırlamazlar; "Allah hürdür" derler. 

Kimileri de bunlara (Eş 'arilere) karşı, "Allah'ın vaatlerde bulunmasıyla kendi kendini sınırladığını" söylerler.

Nitekim İmam Ali de Allah'ın vaadiyle kendi kendini sınırladığı hususunda şöyle der:

Allah'ım! Şayet sen Cehennemi top yekûn cin ve insanlardan dolduracağına vaatte bulunmasaydın, Cehennemi (rahmetinle) soğuk ve selamet yeri karar kılardın. (Kumeyl Duası)


Yani "Allah'ım! Sen vadettin. Şayet sen vadetmeseydin rahmederdin, Cehennemin tümünün Cennet olması gerekirdi. Fakat sen vaat ettiğin için öyle oldu."

Kısacası, bu iki ekolün her ikisinin de hem sözlerine dair delilleri hem de sorunları vardır.

Şayet Eş 'arilerin sözlerine hak versek ve desek ki "Allah mutlak hakimdir, diktatördür, hiçbir hak ve hukuka riayet etmez."

O taktirde bu inanış çok sıkıntılı olur.

Çünkü; "İstese tüm iyi insanları Cehenneme, kötü insanları da Cennete kor" sözünü kabullenmek, "iyilik yapmayı ve iyilerden olmayı engeller."

Yani, bir insanı iyilik yapmaya ve iyilerden olmaya bağlayacak bir durum yoksa, o taktirde Nebilerin, şehitlerin, fedakâr insanların yaptıkları işler de boşuna gider.

Ayrıca, Allah'ın keyfine göre Peygamberi Cehenneme, Ebu Cehil'i de Cennete koyabilir sözü, akıl sahibi hiçbir insanın kabul edebileceği bir söz değildir.

Çünkü bu türden bir irade ve gidişat, hikmetin de hilafınadır.

Oysaki Allah; kendisini "Hekim" diye isimlendirmiştir.

Nakilci (Eş 'ari) insanların görüşleri sıkıntılı olduğu gibi, akılcı (Mutezile inancına mensup) insanların görüşleri de sıkıntılıdır.

Çünkü "Aklın onayladığı her şeyi Allah da onaylar" dendiği zaman, Allah'ın gelip beşerî aklın koyduğu kanunlara uyması da akıl almaz bir şey olur.

Zira beşerin "adaletin" ne olduğunu bilmesi mümkün değildir. 

Örneğin, hayvanlar arasında "adalet" diye bir şey yoktur.

Hayvanlarda kimin kime gücü yeterse, o onu parçalayıp yer ve bu da onlar için gayet tabii bir şeydir.

Fakat Allah'ın gelip de kendisini küçültmesi ve kendi koyduğu kanunlara değil de beşerin icat etmiş olduğu kanunlara uyması, olacak gibi değildir.

Çünkü burada, adaleti icat edenin beşer olduğu varsayımı üzerinde duruyoruz.

Beşer adaleti şöyle icat etmiştir:

Âdem evlatları denilen varlık, bu aleme ayak bastıktan sonra, önce aile, sonra kabile ve daha sonra da topluluğu oluşturdu. Yani bireysel hayattan toplumsal hayata geçiş yaptı. Bu yaşama geçtikten sonra, lakayt insanların önünü almak için kanunlara ihtiyaç duydu. Çünkü tüm insanlarda nefis vardır ve bu nefsin tahrikiyle birbirlerinin haklarına tecavüz edebilirler.


Böyle bir durumda "adalet/kanun" gücüne ihtiyaç duyulur.

Hâkim olan güçler bir kısım kanunlar icat etti ve bu kanunlarla da düşmanlıkların önü alındı.

Zaten düşmanlık olmaz ise adalete de gerek kalmaz.

Diğer bir ifadeyle; her insanda üstünlük (yücelme) diye bir duygu vardır.

Aslında bu duygu, "ilahi rahmet hallerinden" bir mertebedir.

Örneğin, bir babanın birden fazla evladı vardır.

Onlarla bu mertebeden (yüce merhamet mertebesinden) hareket ettiği için, evlatlarından birisi onun arabasını talep ediyor.

O da hiç çekinmeden veriyor. Ötekisi falan evini talep ediyor, onu da hiç çekinmeden ona veriyor, başka bir evladı da tarlasını istiyor, onu da ona veriyor.

Babaları severek bunu yapıyor. Çünkü babanın evlatlarına karşı bu davranışı, mertebelerin en alası olan "merhamet mertebesi" üzerinden yapılıyor.

Çünkü muhabbet olan yerde husumet olmaz.

Yabancılar arasındaki her şey, aynen baba ve evlatları arasındaki gibi olur.

Burada ne hâkime ne adalete ne polise ve ne de diğer hiçbir şeye ihtiyaç yoktur.


Demek ki adil kanunlar, beşerin toplumsal yaşamı içerisindeki düşmanlıkları gidermek için gerekli bir şeydir.

Allah'ın ise düşmanlığa ihtiyacı yoktur.

Allah, insan gibi değil ki, birisiyle nizaa içerisine düşsün.

Bundan dolayı Allah'ın adil kanunlara ihtiyacı yoktur.

Mutezilenin sorunu da işte buradadır.

Yani onlar, Allah'ı beşerin icat etmiş olduğu adalet kanunlarına karşı nasıl sorumlu tutacaklarını bilememişlerdir.

Allah, beşerin kendi toplumsal sorunlarını halletmesi için karar kılmış olduğu adalet kanunlarına karşı kendini nasıl sorumlu tutabilir ki? 

Fakat Mutezilenin Eş 'arilere karşı iyi bir yönü vardır ve o da şudur:

Mutezile ekolü müntesipleri en azından şunu diyorlar:

Beşerin en azından adalet kanunları vardır ve Allah da bu kanunlara riayet etmelidir.


Çünkü Eş 'ariler, hak-hukuk diye bir şey yoktur deyip her şeyi kaldırıp bir kenara atıyorlar.

Bunun içindir ki Mutezile'ye "Hak ekolü", Eş 'arilere de "mülk ekolü" demişlerdir.

Yani, Mutezileler insan haklarının bulunduğuna dair itirafta bulunuyorlar, fakat Allah'ın, insanın bu haklarından nasıl sorumlu olduğu konusunu izah edememekteler. 

Özetlersek; bu iki ekolün görüşleri buraya kadar az-çok anlaşılmış oldu ve bin küsür yıldan bu tarafa bu iki ekolün görüşleri mevcuttur.

İşte bu; "dinî adalettir."

Bunun içindir ki İslam fakihleri "Adaleti dinden öğrenip alınız" derler.

Yani, dini hükümlerle bildirilen her şey haktır.

Önceden de bahsettiğimiz gibi, bu iki görüşün hem güçlü delilleri hem de delillerinde sorunları mevcuttur.


Üçüncü görüşün ise, bu iki görüşten daha üstün ve daha sorunsuz olduğunu söyleyebiliriz.

Hatta bu üçüncü görüş, Mutezile ile Eş 'ari görüşlerinin barıştırılmasına da sebep olabilir.

Bu görüş esası mucibince "ilahi insan hakları" "vicdanî insan hakları" üzerine tesis edebiliriz.

Veya biz bu görüşe, "adalette vicdani görüş" de diyebiliriz.

İlahi adaletin iki kısım olduğunu söyleyebiliriz.

Biri ahiretteki ilahi adalet, ötekisi ise hükümlerdeki ilahi adalet.

Bizim ahiretteki İlahi adalet ile işimiz olmaz.

İşimiz, dini hükümlerdeki ilahi adaletledir. 

Acaba dini hükümlerde ilahi adalet var mıdır?

Vicdani görüş şöyle der:

Bizler bir şeyin güzel ya da çirkin olduğu kanaatine nasıl ulaşıyoruz? Örneğin, diyoruz ki bu tablo iyidir, bu manzara çok tatlıdır ya da bu şey güzeldir vs. Bunların güzellik ya da çirkinliklerini zevk üzerinden tayin edebiliyoruz. Fakat bizim üzerinde duracağımız husus, ahlaksal güzellik ve ahlaksal çirkinliklerdir. 


Örneğin tüm insanlar ahlaksal olarak hırsızlığın kötü bir iş olduğunu söylerler.

Zulmün kötü olduğunu kabul ederler.

Şayet şer'i bir hüküm hırsızlığı onaylarsa, o kötüdür.

Zulmü teyit ederse o çirkindir.

Şer'i bir hüküm adaletle muamele ederse, o güzeldir. 

Biz şunu anlamaya çalışıyoruz:

Acaba beşerin bu anlayışı nerede doğmuştur?

Biz ve bütün insanlar zulmün çirkin, adaletin de güzel bir şey olduğunu nereden anlıyoruz?

Ve yine tüm insanlar hıyanetin kötü, yetime ve yoksula yardım etmenin ve ihsanda bulunmanın da güzel bir şey olduğunu öne sürerler.

Acaba bu eylemlerin iyi ya da kötü olduğu ölçü ve anlamını insanların kendisi mi üretip bulmuş, yoksa Allah mı bunları insanın fıtrat ve aklına yerleştirmiştir? 


Ahlak ve psikoloji bilginlerine göre, aşamalı olarak insanda bir takım ahlaki kanaatler oluşur.

Sigmund Freud'un dediği gibi, duyularda birtakım yönelimler vardır.

Yani, insanda aşamalı olarak küçüklüğünden itibaren benlik (ego) diye bir şey gelişir.

Benlik dediğimiz bu duygu, toplumdan alınarak karar ve kanunların etkisinde kalır ve çocuğun benliğine sirayet eder. Yavaş yavaş çocuk, o toplumsal kararlar üzerinde kendine kişilik oluşturur.


Örneğin, toplum kötü kabul ettiği için o çocuk da aleni olarak yalan konuşmaz.

Aleni olarak hırsızlık yapmaz.

Ya da mesela bir yere gidiyorsunuz, orada güzel bir kız görüyorsunuz, duygularınız size onu öp diyor, fakat sizdeki o yüce benlik (yücelik egosu), hemen harekete geçiyor ve "Yapma, bu ayıptır, halk sana bakıyor ve görenler olabilir" vs. diyor.

Bu yüce benlik size bir sınır çiziyor ve sizi o sınırda tutuyor.

İşte toplumsal kararlar/kanunlar ile sizdeki bu yüce benliğin çarpışması ve etki-tepkisi sonucu sizde bir "vicdan" oluşup otaya çıkar.

Diğer bir ifadeyle; kalbinizde (özlüğünüzde) öyle bir güç meydana geldikten sonra, artık o güç (yani vicdan), duyularınızın her dediğinizi ve istediğinizi yapmanıza müsaade etmiyor.

Sizde bir koruma kalkanı oluşuyor.

Yani, bu toplumsal ortak güç, insanın içinde bir yüce benlik meydana getiriyor.

Buna da "toplumsal benlik" ya da "toplumsal ahlak" deniyor.

Fakat bu oluşumlar yalnızca toplumda ve toplum içerisinde hareket eder.

Toplum dışında ve yalnız olduğunuzda harekete geçmez.

Evinizin içerisinde eşinizi öpebilirsiniz, dokunabilirsiniz ya da tenha bir yerde yabancı bir bayana da öyle yapabilirsiniz.

İşte toplumda elde ettiğiniz o kişilik, sizde "vicdana" dönüşür.

Yani, insan toplum içerisinde hırsızlık yapmıyor, fakat yalnız olduğunda hırsızlık yapıyor.

Halkın önünde toplumsal kanunlara muhalefet etmiyor, ama yalnız başına olduğunda ediyor. 


"İlahi vicdan" ise, "insan vicdanının" en yüksek mertebesine çıkmasıdır.

Böyle bir vicdana sahip olan ilahi bir insan, toplum olmasa da onun vicdanı adalete dönüşüyor.

O vicdan sayesinde insan, hakkın peşince gitmeye başlıyor.

Hayrın ve iyiliklerin peşince gidiyor.

Tek başına da kalsa ahlaki ve insani değerleri takip ediyor.

O ilahi vicdana "küçük ilah" da diyebiliriz.

Ya da "insanileşmiş ilah" tabirini de kullanabiliriz.

Daha iyi anlaşılması için konuyu şöyle de izah edebiliriz:

İnsan oğlu her hususta ilk önce farizalar/varsayımlar üzerinden hareket eder.

Örneğin, yalan kötüdür, hırsızlık çirkindir ve iyilik güzeldir gibi varsayımlarda bulunur.

Tüm bu olaylar itibari ve varsayımdır. Allah'a inanmak da yine farizalardandır.

Örneğin, bu kâinatı yaratan bir Allah'ın var olduğunu farz ediyorum.

Yani, her şey ilk olarak varsayımlarla başlar.

İnsan oğlu tedrici bir şekilde 2-3 yıl bu varsayımlarla yürür.

Sonradan bu varsayımlar onun nefsinde güç kazanır ve en sonunda da gerçeğe ulaşır.

Yani, zihinsel varsayılmaktan çıkıp harici gerçekliğe dönüşür. 


Gerçek ise 2 kısımdır: 

  1. Hariçte vukuu bulunan gerçek, (Örneğin, evler, arabalar, yollar, ağaçlar vs., bunlar dışarıda vukuu bulan şeylerdirler.) 
  2. Hariçte vukuu bulunmayıp zihinde var olan gerçekler. (Örneğin, evlilik diye dışarıda var olan bir şey yoktur. Dışarıda yalnızca karı-koca vardır. "Evlilik" zihinde var olan bir hakikattir. Bunu bir yere nakledemezsiniz.)


"Mülkiyet" de öyle.

Dışarıda siz ve eviniz vardır, fakat "mülkiyet" diye bir varlık yoktur.

Bu, sadece sizin zihninizde var olan bir hakikattir.

Yani, mülkiyet önce zihinde üretilir, sonra da gerçeğe dönüşür.  

"Adalet" de öyledir.

Dışarıda "adalet" diye bir varlık yoktur.

Onu da önce insan üretmiştir.

Yani, zulüm ve çirkinliği önce insan oğlu üretmiş, sonra da bunlar gerçek bir olaya dönüşmüş ve insanda varlığa bürünmüştür.

Son sözümüz şudur:

Eş 'ariler derler ki, güzellikler de çirkinlikler de Allah'tandır.


Evet, doğrudur.

Fakat "adalet" diye bir şey vardır.

Ama nerededir?

Dışarıda "adalet"diye bir şey yoktur.

"Adalet" insanın kalbinde ve zihnindedir.

Bu, aynen 1X1=2 gibidir.

Dışarıda böyle bir şey yoktur.

Ama "adalet", vakii'l- emir de (gerçekte) vardır ve "Vakii'l-Emir/Gerçek" Allah'tır.

Eş 'ariler "Adalet Allah'tandır" dediklerinde, bunun "halik/yaratıcı olan Allah"tan olduğunu söylemiyorlar, "vicdani Allah"tan olduğunu söylüyorlar ve bu (vicdanî ilah) da sonradan vuku bulmuştur.

Yani, ilk önce insanın temayülleri, sonra toplumsal kanunların vicdana dönüşmesi, daha sonra ilahi vicdan, bunun sonrasında da insanın ilahileşip adalet ve hayır olan şeylerin peşince koşması, adalet ve hayrı sevmesi ve insanlara hayır vermekten hoşlanması vs. sonucu, "vicdani Allah" meydana gelmiştir.

Nitekim, İmam Ali (as)'da öyleydi. Yani imam Ali adaleti ölçü edinmişti. 

Aslında adalet hedef değildir.

Toplumsal vicdanda adaletin sevimli olması, toplum işlerinin "adalet" ile yürümesi içindir.

Zira toplumsal işler doğruluk ve ahde vefayla yürür, zulüm, yalan ve sahtekarlıkla yürümez.

Çünkü bu durumda toplum zorluklar yaşar. 

Demek ki, adalet ile zulmün, toplumsal işler ile irtibatı vardır.

Bundan dolayıdır ki kimi selefi görüşlere göre Muaviye adil bir insandı.

Çünkü bunlara göre Muaviye yirmi yıl toplumun başında kaldı ve toplum ondan razı oldu.

Fakat "vicdani adalete" sahip biri değildi.

Çünkü beytülmali istediği gibi kullanabiliyordu.

Fakat İmam Ali hem "vicdani adalete" hem de "toplumsal adalete" sahipti ve sonuna kadar da o iki adalete bağlı biriydi.

Toplumsal adalete riayet etmesiyle birlikte, "vicdani adaletinden" dolayı, hilafetinin ilk yılında "Cemel Savaşı" gerçekleşti, ikinci yılında "Sıffin Savaşı" vuku buldu. Sonra da Nehrivan savaşını yaptı.

Demek ki "toplumsal adalet" insanlara her ne kadar hizmet olsa da vicdani adalet kimilerinin işine gelmediği için, "vicdani adalete" sahip olan o insanın amacı yok edilebiliyor.

(Yani topluma hizmet vesilesi olan adalet ortadan kaldırılabiliyor.)

Bir seferinde peygamber bile tek başına "vicdani adaleti" uygulayıp Huneyn Savaşı sonrası onlardan elde ettiği ganimetleri yalnızca Mekke'den gelip savaşa iştirak eden ve aynı aşiretten olduğu Kureyş'e vermiş ve Ensar'ı bundan mahrum bırakmıştır.

Bunun için de Ensar açısından görünüşe göre peygamberin bu işi adaletin hilafınaydı.

Bundan dolayı da peygamberin bu davranışına itirazda bulundular.

Fakat toplumsal adalet ve siyaset açısından Nebi, topluma hizmet ediyordu.

Çünkü bununla Kureyş'i topluma kazandırdı. 

İmam Ali ise, vicdani adalete de sahip olmasından dolayı kardeşi Akil'e bir tek dirhem bile vermedi.

Elbette para yok değildi, kendisi günümüz tabiriyle milyonerdi.

Elinde bağı, bahçesi, arazileri vardı.

Vefat ettiğinde kimi kayıtlara göre 9, kimilerine göreyse 19 cariyesi vardı.

Bunlar oğlu İmam Hasan'a yaptığı vasiyetinde geçmiştir. 

Ölümünden kısa bir müddet önce kardeş Akil ondan para istedi ama vermedi.

Demek ki "adalet" yalnızca mefhumla değil, sorun onun mistakındadır.


Peki, bizler niçin insanların ahlakı, ahlak felsefesi derslerini anlamada akıllarının donduğunu söylüyoruz?

İşte bunun için.

Yani insanlar hâlâ dahi "adaletin", "toplumsal ve vicdansal adalet" olmak üzere iki kısım olduğunu ayrıştıramıyorlar. 

Kısacası, biz buraya kadar iki ekolün (Eş 'ari ve Mutezilenin) görüşlerini açıkladık ve bunlardan üçüncü bir görüşü ve özellikle de "küresel insan hakları" görüşünü çıkartmaya çalıştık.

Çünkü bizler şayet insanların hak ve hukukunun varlığından söz ediyorsak, bu hakların Allah'a farz olduğundan değil, "Allah'ın özü olduğu"nu vurgulamak istediğimizden dolayı bunu söylemek istiyoruz.

Zira vicdanın, "ilahî bir güç olduğunu" söyledik.

Ve yine "ilahî vicdan"ın tedrici olarak toplumsal kanunlardan oluştuğunu ve sonradan da "insanımsıl bir ilah"a dönüştüğünü beyan ettik.

Yani, gerçekte sana, senin vicdanının arkasından seslenen Allah oluyor.

Bu hak ve hukuklarla sana hitap ediyor ve bu değerlerle sana hitap ediyor.

İşte bu değerler, "insanlaşmış ilah" oluyor.


Toparlarsak; bu ahlaki vahiy, hem Allah'tandır (nitekim Eş 'ariler de bunu diyor) hem de akıldandır (nitekim Mutezilenin dediği de budur.)

Çünkü vicdan denilen şey; bu "ameli akıl"dır.

Felsefede biri "nazari" diğeri de "ameli" olmak üzere iki akıldan bahsedilir.

Ahlaki değerler hem beşerî hem de ilahidir.

Vicdan ise insanın içerisindeki Allah'ın elçisidir.

Yani vicdan; tüm insanların içerisindeki "ilahi ses" ve tüm insanların özündeki "ilahi nur"dur.

O taktirde insan oğlu her zaman Allah ile bu vicdanın içerisinden irtibat halindedir, Allah da insan ile bu vicdanın içerisinden irtibat kuruyordur.

O halde diyebiliriz ki, bu vicdan hem ilahidir (nitekim Eş 'ariler de bunu söylüyor, yani ilahi adalet ilahi vicdandır, tabi ki Allah mutlak hürdür ve beşerî sınırlamalardan münezzehtir, fakat vicdan, adalet ve hayır gibi ahlaki değerlerle "insanımsallaşmış ilah" olmuştur) hem de beşerî akıldan sadır olmuştur.

Buradan anlıyoruz ki, "Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Sistemi", "ilahi hukukun" ta kendisi ve Allah'ın koyduğu sınırların özüdür.
 

 

Ve şimdi anlıyoruz ki Kur'an'da geçen; "Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kafirlerin ta kendileridir" (Maide: 44) ayetindeki Allah'ın nazil ettiği şeyler, "ilim havzalarında verilen fıkıh dersleri değil" bu insan haklarıdır.

Yani, Allah'ın başka işi yok da gelip kadınların hayız/ay başı kanama, istihaze/ay başı dönemi dışında görülen anormal kanama, nifas/lohusalık kanaması gibi kadınların kanıyla mı uğraşacaktır?

Allah böyle basit işlerle değil, insanların değerleri gibi önemli işlerle uğraşır.

Hangi değerler bizleri insan yapar ona bakar.

Hak ve hukukla ilgilenir.

İşte "Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yasaları", Allah'ın koymuş olduğu sınırlardır.

Çünkü bunlar "ilahi vicdan"dan kaynaklanıyor.

O taktirde diyebiliriz ki Allah'ın sınırları bunlardır.

Ve yine bunlar beşerî akıldan da kaynaklanıyor.

O taktirde biz ne beşerî akla ve ne de ilahî vicdana zulmetmemeliyiz.

Her ikisini de almalıyız.

Bunun için bu iki görüşü birleştirelim diyoruz.

Yani insanın vicdanı, bir yönüyle ilahi ve bir yönüyle de beşerîdir.

İlahi yüzü fıtrî, beşerî yüzü aklî oluşudur. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU