Mucize, bir paradoks mudur? (1)

Hasan Kanaatlı Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Pixabay

"Mucize", İslam'ın asil kaynağında "Kur'an" olarak belirtilmiştir.

Bu da dinin, Kur'an dışında herhangi bir mucizeyi kabul etmediği ve peygambere başka bir mucizenin verilmediği anlamına gelir.  

Bununla birlikte aynı Kur'an, İbrahim, Lut, Salih, Musa, İsa vd. nebilerin gösterdikleri mucizelerden de söz etmiştir.

Bunun dışında, Müslüman kelam alimleri tarafından da önceki peygamberlere mucizeler verildiği ve peygamberlik delillerinden olduğu vurgulanmıştır.

Fakat Kur'an, birtakım nebilerin mucizeye sahip olduklarını haber vermesine rağmen, İslam peygamberi için "Kur'an'ın mucize oluşu" dışında bunların hiçbirinden söz etmemiştir.

Kanaatimce mucize, geçmiş toplulukların akli ve kültürel kapasitelerine uygun bir durumdu.

Fakat, içinde bulunduğumuz asrın kültürlü insanlarının akli ve kültürel yapılarına uyum sağlamadığı için onların "deizmin" kucağına itilmesine vesile olabilmektedir.

Bundan ötürü bu konu, büyük sorunlardan biri haline dönüşmüştür. Bu hususta, sorumluluk bilincine sahip "aydın din alimlerine (.)" büyük görevler düşmektedir.

Dolayısıyla burada akli açıdan onların görüşlerinden de faydalanarak, ele alıp incelemeye çalışacağımız konular şunlar olacaktır:

  1. Acaba Kur'an'da zikredilen enbiyanın mucizeleri doğru mudur, yoksa sadece Kur'an söylentileri mi nakletmiştir?
  2. Mucize diye bir şey vuku bulmuş mu, yoksa bulmamış mı?
  3. Mucize denilen şeyler makul mu, değil mi?
  4. Mucizeden kastedilen şey nedir? 
  5. Ve Mucize nasıl tarif edilir?

İlk önce konuya mucizenin tarifiyle başlayalım. Mucizenin tarifi çok uzun olmasıyla birlikte, klasik dil bilimcileri kısaca onu şöyle açıklamışlardır: 

Mucize, olağan üstü ve tabii kanunların aksine, enbiyanın eliyle vuku bulan ve sahibinin Allah tarafından gönderilen nebi olduğunu ispatlayan bir olayın gerçekleşmesidir.


Biz şimdilik mucize tarifinin bu kadarıyla yetindik.

"Mucize"; dini düşünceye sahip birisi için tabi ki vardır.

Örneğin, Hz. Musa'nın asasının yılana dönüşmesi, Hz. İsa Mesih'in ölüleri diriltmesi, yarasa kuşuna ruh üflemesi, ala hastalığını iyileştirmesi, körlere şifa dağıtması, Hz. İbrahim'in ateşten kurtulması, Hz. Salih'in dağdan çıkan devesi ve en son olarak da peygamberimizin ayı ikiye bölmesi, miraca yükselmesi ve Kur'an'ın ona nazil olması vs..

Bunlar, iman eden her müminin kabul ettiği mucizelerdir.

Buradaki asıl soru şudur:

Acaba gerçekten bu gibi mucizeler dışarıda vuku bulmuş mu, yoksa Kur'an yalnızca söylentileri mi nakletmiştir?

Şayet vuku bulmuş ise, acaba bunlar akıl ile uyum içerisinde mi, değil mi?

Dini düşünceye sahip tüm din adamları:

  1. Mucizenin mümkün olduğunu söylemişlerdir. 
  2. Birçok mucizelerin vuku bulduğunu kabul etmişlerdir.
  3. Mucizelerin, onları gerçekleştirenlerin nebi olduklarına dair birer kanıt olduğunu dillendirmişlerdir. 

Fakat akılcılar açısından mucize, tabii kanunların hilafınadır.

Ayrıca, kendi aklına saygı duyan mümin ve dindar kesim de biraz derinlemesine düşündüklerinde, nebilere nispet verilen tüm mucizelerin hurafe ve efsanevi şeylerden olduğunu fark etmektedirler. 

Biz, açıkçası mucizenin vuku bulmasını ve mümkün olmasını, ileride açıklayacağımız deliller ile kabulde zorlanıyoruz ve yine mucizenin, sahibinin nebi olduğuna delalet ettiğini de reddediyoruz.

Bunu da yine birtakım delillere dayanarak söylüyoruz.

Yine enbiya hakkında söylenen mucizelerin hurafe olduklarını da ispat edeceğiz.

Açıklayacağımız o delillerden sonra görülecektir ki söylenilen bu mucizelerin hiç birisi akıl ile uyum içerisinde değildir.

Mucize konusu, 4-5 bin yıl öncesinin mahsulüdür.

Yani İbrahim ve Musa döneminden bu tarafadır.

Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, aklını ciddiye almayan dindarlar mucizelere inanır, ama akılcılar inanmazlar.

Evet, Elbette ki Allah'tan gelen "kerametlere" iman edilir.

Yani, Allah'tan taraf bize yapılan bir keramete iman edebiliriz.

Örneğin, sizin bir sıkıntınız vardır ve Allah'a sürekli dua edip yakarışta bulunuyorsunuz.

Allah da sizin o duanızı kabul edip sorununuzu çözüyor.

Siz de kendi kendinize bunun bizzat Allah'tan olduğuna iman ediyorsunuz.

Başka bir faktörün bunda etkin olduğunun muhal olduğunu anlıyorsunuz.

Sizin önünüze birden çok hall (çözüm) kapısı açıldığında ve Allah'a ulaştığınızda, siz onun Allah'tan bir keramet (ikram) olduğunu anlıyorsunuz.

Bu durum, mutlaka sizin ve diğerlerinin de karşısına çıkıyordur.

Fakat insanların çoğu bunun bilincinde değillerdir. İşte bu, mucizeden farklı bir şeydir.

Mucize; insanın içinden ispatı olmayan, yalnızca dışarıdan yapılan bir şeydir.

Yani nebi, dışarıdan bir mucize getiriyor ve ben nebiyim ve nebi olmamın ispatı da şudur ve bu da Allah'tandır diyor. 

Kısacası, bizim İslam alimleri ve din uleması ile tartışmamız ve mucizenin doğru olduğunu iddia edenlerle mübahasemiz şudur:

Biz diyoruz ki, mucize ile ilgili konu birçok boyutludur:

Birincisi; 'ilk önce mucizenin 'sübut boyutunu' konuşmamız gerekir. Yani onun aklen vuku bulmasının mümkün olup olmadığını konuşmalıyız.

Ondan sonra da onun ikinci boyutuna, yani 'ispat' konusuna geçmemiz icap eder.


Diğer bir ifadeyle; her şeyin "sübut" ve "ispat" diye iki makamı vardır.

Örneğin, birisi gelip size "altından dağ vardır" derse, sizin mutlaka onun araştırmasını yapmanız gerekir.

Onun ilk araştırılması gereken şey, akıl üzerinden olmalıdır.

Acaba aklen altından dağın olması mümkün mü, değil mi?


İşte buna "sübut makamı" derler.

Akıl, bunun olabileceğinin mümkünlüğünü kabul eder ve size şunu söyler:

Şayet kaya ve mermerden dağ olur ise, altından niçin olmasın.


Sübut makamı bunu kabul ettikten sonra, ispat makamına geçilir.

Yani, acaba böyle bir dağ dünyada mevcut mu değil mi?

Bu durum araştırılır. Şayet vardırsa, demek ki bu söz doğrudur, şayet bir örneği yoksa, demek ki o söz doğru değildir.

"Mucize" konusu da öyledir. Yani, sübut açısından ona baktığımızda, akıl bize onun tahakkuk bulmasının mümkün olmayacağını söyler.

Çünkü akıl açısından "mucize" mütezat/çelişik bir şeydir ve içerisinde geçersizliğini barındırır.

Buna Batı dilinde "paradoks" denir.

(Yani görünürde doğru bir durum gibi görünür ama, aslında mantık kurallarına meydan okur ve düşündürücü bir çelişki yaratır.)

Mucizeye inananlar şöyle derler: 

Mucize, tabii kanunları ve tabiat yasalarını iptal ediyor.


Örneğin asa, ilahi yasayı iptal edip yılan oluyor.

Oysaki bu mümkün değildir.

Yine örneğin tabii yasa icabı ateş yakıcıdır.

İbrahim peygamber ateşe atıldığında, ateşin onu yakmadığı iddia ediliyor.

Yani İbrahim nebi, gösterdiği mucize ile tabii kanunu iptal etti deniyor.

Aslında onların bu sözü, kendi içinde tenakuz/çelişki oluşturuyor.

Çünkü "şu kanundur" dendiğinde, kanununun asla istisna kabul etmediği de söylenmiş olur.

O taktirde "İbrahim'in bu ateşe atılıp yanması müstesnadır" sözü nasıl söylenebilir?

Siz ne zaman istisnadan söz etseniz, o şeyin kanun olmadığını de demiş olursunuz.

Oysaki kanun aynen matematikteki 1+1=2 eder hükmü gibidir.

Yani, matematikteki kanun budur ve bu kanun, her konuda geçerlidir.

Şayet bir tek yerde 1+1=3 eder derseniz, bu artık matematik kanunu olmaktan çıkmış olur.

Çünkü bu söz ile kanun, temelinden yok olur. 

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Diğer bir örnek daha verebiliriz: Örneğin diyoruz ki "bütün Pelikanlar beyazdır" ya da "bütün Kargalar siyahtır."

Milyonlarca Pelikanın beyaz ve milyonlarca Karganın da siyah olduğunu görüyoruz.

Şayet o Pelikanların içerisinden birisi siyah ya da o kargaların içerisinden bir teki beyaz olur ise, o taktirde o kanun tümüyle iptal olur.

Artık "tüm Kargaların siyah" ya da "tüm Pelikanların beyaz" olduklarını söylemek doğru olmaz.

Dolayısıyla kanun, yalnızca bir tek istisnayı dahi kabul etmez.

Yani tabii kanunlar, medeni kanunlar gibi değillerdir.

Çünkü medeni kanunlar itibari (değişebilir) kanunlardır.

Örneğin, devletin kanunları doğru ve zati kanunlar değil, "itibari" kanunlardır.

Yani, insanların var ettiği kanunlara mecazi olarak "kanun" ismi verilir.

Onlar, gerçek anlamdaki kanun değillerdir.

Gerçek kanun, tabii kanunlardır.

"Mucize" gelip de "tabii/doğal kanunları yok ediyor" diye düşünmek, illet ve malul (sebep ve sonuç) kanununu yok etmek olur.

Oysaki bu alemde illetsiz malul ve malulsüz illet (sebepsiz sonuç ve sonuçsuz sebep) bulmak mümkün değildir.

Ayrıca bütün malülların illet ile münasip olması da gerekir.

Yani, örneğin ateş hararetin illetidir, hararet ile ateş uyum içerisindedir.

Suyu ateşin üzerine koyup da onun donduğunu ve buza dönüştüğünü beklemek mümkün değildir.

Yani, tabii yaslar içerisinde bu muhaldir. Şayet bunun mümkün olabileceğini söyler isek, bu sefer de bunun tabii yasa olduğunu söylemek mümkün olmaz. 

Eş'ariler ile Gazali de tabii yasaları, illet ve malul kaidesini inkâr ediyorlar.

İslam alimleri de şu mucize inancına ve kendilerince "mucize ayetlerine (.)" dayanarak "bizce illet yoktur" diyorlar.

Her şeyin Allah'ın meşiyyet ve iradesine dayandığını öne sürüyorlar.

Şayet "Allah isterse ateş yakar ve hararet üretir" gibi delilleri öne atıyorlar.

İşte bu gibi sözlerle ateşin illet olduğunu reddediyorlar.

Şayet sıcak varsa, Allah ateşin sıcaklık ürettiğini irade ettiği için var olduğunu söylüyorlar.

Bu da illetin varlığını inkâr olur.

Peki "bir seferinde Allah ateşin yakıcılığını istemese ne olacak?" dendiğinde de, "ateş yanmış olsa da sıcaklık vermeyecek ve aynen İbrahim'in ateşi gibi olacaktır" diyorlar.

Eş'ariler ve Gazali günümüze dek evrendeki illet ve malul yasasının bulunmadığına iman eder ve her şeyin Allah'ın elinde olduğuna inanırlar.

Bu da büyük bir felakettir. Çünkü:

Her ne kadar bunun gibi bir düşünce insanın vehmi imanını artırmış olsa da bu, böyle kabul edildiği taktirde, artık hiçbir bilim adamının keşif ve üretim peşince gitmesi söz konusu olamaz. Ayrıca gelecek tehlikelere karşı herhangi bir tedbir de alınamaz. Çünkü bu söylediklerimiz genellikle illetlere/sebeplere dayalı şeylerdir. Fakat onlara göre hiçbir şey için fenomen mevcut değildir, her şey Allah'ın irade ve isteğine dayalıdır.


Müslüman filozoflar tabii kanunların kesinlikle var olduğunu, mucizelerin ise tabii kanunlar ile uyum içerisinde bulunmadığını iddia ederler. 

İbn Sina, Farabi, Allame Tabatabai ve öğrencisi Şehit Mutahhari gibileri şunu da söylerler: 

Mucize, tabii kanunlar ile zıddiyet arz etmez (çelişmez.) Fakat illetsiz de olmaz. Yani illetler iki kısımdır; bizim bildiğimiz illetler vardır, bir de bizlerin bilmediğimiz ama peygamberlerin güçlü ruha sahip olmaları hasebiyle onların bildikleri illetler vardır. İşte mucizenin oluşmasında onların bildikleri o illetler etkindir.


Yani mucize, illet kanununu yok etmez.

Fakat insanlar cahil olduklarından, nebilerin o illetleri bilmesi sonucu, onlardan istifade edip mucizenin gerçekleşmesini temin edebilirler.

Yoksa mucize, illet kanununu yok etmez. 

Tabi ki bu, onlara ait bir görüştür.

Ben bu görüşün doğru ya da batıl olduğunu söylemiyorum.

Fakat önceden de işaret ettiğim gibi malul ile illetin uyum yasasına tabi olması gerektiği göz önüne alınır ise, örneğin bir devenin dağdan çıktığı konusunda, dağ ile devenin arasında bir uyumun bulunmadığını düşünüyorum.

Musa'nın asasının yılana dönüşmesi hususunda da illet kanununun malul ile bir uyum içerisinde olduğu da söylenemez.

İşte bu söylediklerimiz "sübut" makamındaki sözlerdir. 

Dedik ki, ilk önce mucizenin vuku bulmasının mümkün olup olmadığına bakacağız.

Ve yine, acaba mucize "makul" bir şey midir, değil midir; onu inceleyeceğiz. 

Mucizenin vuku bulmasının mümkün olup olmadığını incelemeden, onun makul olup olamadığını incelemeli olur isek, açıkça söyleyelim ki, bizce mucize makul bir şey değildir.

Çünkü mucize, kendi içerisinde geçersizliğini barındırıyor.

Zira şayet mucizenin tabii kanunları yok etmesinin aklen mümkün olduğunu kabul eder isek, o taktirde mucize ile nübüvveti ispat etmek mümkün olamaz.

Çünkü diyorlar ki mucize, sahibinin nebi olduğunun illetidir (delilidir.)

Peki, mucize illet (delil) kanununu yok eder ise, o taktirde nasıl delil olabilir?

Yani burada bir çelişki yok mudur?

Öyle bir durumda illet (delil) kanunu ile matlubun (amaçlanan şeyin) varlığını nasıl kanıtlayabileceğiz?

Çünkü mucize, o kanunu yok etmektedir. 

Mucize ile ilgili "sübut" makamını izah ettikten sonra, şimdi de onunla ilgili "ispat" makamına geçeceğiz.

Mucizenin varlığını ve aklen olmasının imkân dahilinde bulunduğunu farz etsek bile.

Peki, acaba hariçte "mucize" diye bir şey vuku bulmuş mu?

Yani aklen bunun hariçte vukuu mümkün mü?

Şimdi de bunun cevabını bulmaya çalışacağız. 

Dedik ki, aklen "altından dağın" bulunması mümkündür. (Bu sübut makamıydı.)

Şimdi ise (ispat makamında durarak diyoruz ki) acaba yer yüzünde, hariçte altından bir dağ mevcut mu? 

Dindarlar böyle bu gibi şeylerin hariçte var olabileceğinin mümkün olduğuna iman ederler.

Yani yalnızca aklen mümkün olduğunu değil, pratik ve hariçte de var olabileceğini söylerler.

Fakat biz, aklen mucizenin var olabileceğini kabul etsek dahi, hariçte onun vuku bulmasının mümkün olamayacağına inanmaktayız ve bununla ilgili 9 neden sayabiliriz:


1-  Bütün mucizeler binlerce yıl öncesine dayalıdır.

Yeni vuku bulmuş bir mucizeden bahsedilmiyor.

Örneğin Nebi Muhammed'in mucizesi bundan 1400 küsür yıl öncesine, İsa Mesih'in mucizeleri 2 bin küsür yıl öncesine, Musa Nebinin mucizeleri 3 bin yıl öncesine, İbrahim ve diğer Nebilerin mucizeleri ise binlerce yıl öncesine dayandırılıyor.

Ayrıca, bu mucizelerin tümü bize, haberler kanalıyla ulaşıyor.

Bunları bize ulaştıran haberin senedinde yer alanların da güvenilir/sıka olmaları ya da haberlerin mütevatir haberler olması icap ediyor.    

Oysaki İsa'nın böyle bir mucizeye sahip bulunduğu, Musa'nın öyle olduğu, Salih ve İbrahim nebilerin o şekilde bulundukları ve Nuh tufanı olayı, bütün bunlar ve diğerleri bizlere, dünyanın en yalancı insanlarının ağızlarıyla intikal etmiştir.

Yani, Hıristiyan ve İslam dinine göre, Yahudiler insanların en yalancıları ve yer yüzünün en habis insanlarıdır.

Bu halleriyle biz onların sözlerini nasıl doğrulayabiliriz?

Diğer bir ifadeyle biz, Yahudilerin kendi Tevrat, Telmut ve ahd-i kadim gibi kitaplarında rivayet ettikleri şeyleri nasıl onaylayabiliriz?

Ayrıca Kur'an'ın kendisi de Yahudiler hakkında:

"Hem Davud hem de Meryem oğlu İsa'nın diliyle lanetlendiler" (Maide: 78) diye buyurmuştur.

Onlar, Enbiya katilidir.

Böyle bir durumda insanlar onlara nasıl güvenebilir?

İnsanlar kendi akıllarını onlara nasıl teslim edebilir?

Çünkü onlar yalancının tekidir.

Şayet onlar "Bizim nebimiz Musa'nın mucizeleri vardır" derse, o sözlerinin doğru olduğuna inanılmaz.

Kısacası, bu mucizeleri nakledenler güvenilir değil, yalancının tekidirler. 

Ayrıca, onların naklettikleri o mucizeler, tevatür yoluyla da tespit edilmiş değildir.

Yani, haber-i ahat'dır ve Yahudilerin Ahd-i Kadim ve Tevratlarında mevcuttur.

Biz Müslümanlar ve Avrupalı akil Hristiyanlar olarak tümümüz biliyoruz ki, Tevrat, İncil vs. de birçok yalan sözler mevcuttur.

Kısacası, kutsal metinlerde birçok efsane ve makul olmayan konular geçmektedir.

Örneğin, Lut nebinin şarap içip sarhoş olduktan sonra iki kızıyla zina etmesi, Davud peygamberin baş komutanı Urya'nın hanımına göz koyması, İbrahim peygamberin zamanının Mısır Firavun'una eşi Sara'nın kız kardeşi olduğu yalanını satması vs. gibi birçok yalan sözler onların kutsal metinlerinde vardır. 

Müslümanlar diyebilirler ki "evet, bizler kutsal metinlerde geçen bu türden hurafeleri tastık etmiyoruz, fakat bizlerin iman ettiğimiz şeyler, Kur'an'da geçen konulardır."

Yani Kur'an'da geçen bir olaya bizler "haber-i vahit"tir diyemeyiz. Ve Yalancı Yahudilerin uydurması olarak da kabul edemeyiz. Çünkü Kur'an'da geçen tüm konular doğru konulardır. Bunlar Kur'an'da gelmiş ve mucize olarak zikredilmişlerdir. Peki bunlara ne denilebilir?


Deriz ki, bunların Kur'an'da geçmesi doğrudur, fakat acaba Kur'an bunları bir haber mahiyetinde mi bizlere aktarmıştır, yoksa bunların gerçekte vuku bulduğunu mu bizlere bildirmiştir?

Şayet bunlar güzel ve faydalı şeyler ise, peki Hatemü'l- Enbiya olan nebilerin en sonuncusuna niçin bunlardan verilmemiştir?

Yine kimi müşrikler ondan mucize talebinde bulunmasına rağmen Kur'an; "çünkü senden öncekilere verdiğimizde onalar onu yalanladılar" demiş ve konuyu bıçak gibi kesmiş ve mucize konusuna kapıyı kapatmıştır.

Ayrıca, ileride de işaret ettiğimiz gibi, insan toplulukları çok farklı kültürel evreler geçirmiştir.

Söz konusu mucizeler, belki de önceki kültürler için uygun olabilirdi, fakat son nebinin ümmeti, kültürel evrenin zirvesinde olacakları için Cenabı Hak onun ümmetinin bu türden mucizeleri kabullenemeyeceğinden, ona bu türden şeyleri layık görmemiştir.

Tabi ki buna, ismini vermeyeceğim kimi orta doğulu düşünürlerin Kur'an hakkındaki düşüncelerinden yola çıkarak şu şekilde de cevap vermek mümkündür:

Kur'an'ın kendisi haber-i vahittir. Yani Muhammed nebi güvenilirdir, fakat Cebrail meçhul bir varlıktır. Biz Cebrail'in kim olduğunu tanımış değiliz.


Şunu da unutmamak lazım ki, bütün tarihi eser ve kitaplarda yer alan her konunun senedi vardır.

Şayet bir olayın senedinde yer alan şahıslar içerisinde, tek bir şahıs dahi meçhul olursa, o rivayetin zayıf olduğu kararına varılır ve delil olarak kabul edilmez.

Ayrıca o rivayet, delil olarak da gösterilmez. Çünkü şayet bir rivayetin senedinde 5-10 kişi yer alırsa ve biri hariç tümü güvenilir de olsa ve yalnızca bir teki dahi meçhullüğünü korusa ve kimse onu tanımaz ise, o rivayetin sahih olmadığı kabul edilir. 

Elimizdeki Kur'an da öyledir. Yani bunun ilk rivayetçisi Hz. Muhammed (s) sadıktır.

İkinci rivayetçisi Cebrail ise meçhuldür.

Yani Hz. Muhammed'e (s) sorsak ki Kur'an'ı nereden aldın?

Cebrail'den aldım der. Peki Cebrail'i tanıyor musun?

İşte sorun buradadır. Çünkü Cebrail meçhuldür.

Hz. Muhammed onun melek olduğunu söylüyor, oysaki o, melek olmayabilir.

Dolayısıyla Kur'an'ın Allah'a olan senedi de güvenilir değildir.

Sonra o düşünür şöyle devam ediyor: 

Elbette ki biz, Cebrail'in yalancı olduğunu söylemiyoruz. Fakat meçhul olduğunu da biliyoruz. Yani Allah'ı tanıyoruz ve Muhammed'in doğru olduğunu da biliyoruz, fakat Allah ile Muhammed arasındaki bu aracıyı tanımıyoruz.

Şayet Hz. Muhammed (s) bu sözleri (Kur'an'ı) direkt olarak Allah'tan aldığını söyleseydi ve de aynen Musa'nın 10 emiri direkt Allah'tan alıp getirdiği gibi yapsaydı, yani aracısız alsaydı, bu makuldü ve buna itiraz da olmazdı. Fakat Hz. Muhammed diyor ki, ben bu kitabı direkt ve aracısız olarak Allah'tan almadım, Cebrail'den aldım ve o da Allah'tan aldı. Fakat biz, Cebrail'i tanımıyoruz ve bizim için meçhul bir varlıktır.


Hz. Musa dağdan inince dedi ki bu getirdiğim hükümler (Tevrat), direkt Allah'tandır ve bir taştan levhanın üzerinde yazılıdır.

 Buna rağmen Musa'nın kavmi altından bir buzağı yapıp ona taptılar ve o da bu durumu görünce elindeki on emirin yazılı olduğu taştan levhayı yere atıp onu parçaladı.  

 Oysaki Yahudiler o levhanın Allah'tan olduğunu biliyorlardı. Onlara düşen, o levhayı öpüp ona saygı göstermeleriydi.  

 Ama Musa onların o saygısızlıklarını görünce, o levhayı kaldırıp yere vurdu ve paramparça etti.

Yani Yahudiler altın buzağıya tapmayla, amelen şunu gösterdiler ki Musa'nın getirdiği o hükümler Allah'tan değildir.

Şayet Allah'tan olduğuna iman etselerdi, ona saygı gösterirlerdi.

Hatta Kur'an şu tabiri kullanıyor:

Tevrat levhalarını yere attı (Araf: 150)

Yani yere fırlatıp kırdı.

Oysaki Musa da o hükümlerin yazılı olduğu taştan levhayı yere atıp kırmamalıydı.

Önce onun saygınlığını koruyup sonra gidip kardeşi Harun'un yakasına yapışıp ondan hesap sormalıydı.
 


2- Cebrail'in o sözlerinin güvenilir olduğunu ve yine kutsal kitaplarda yer alan tüm bilgilerin mütevatir bulunduğunu kabul etsek dahi, "İsa ölüyü diriltiyordu, Musa asasını yılana çevirmiştir vs." gibi sözlerin hiç birisi matluba (amaçlanan şeye) delalet etmemektedir. (Yani onun Allah tarafından nebi olduğuna delalet etmez).

Mucizenin, onu getirenin nebi olduğuyla ilgili hiçbir irtibatı söz konusu değildir.

Örneğin, birisi gelip size dese ki, ben şu parmağım ile işaret edip şu binayı şu sokaktan alıp öteki sokağa intikal edebiliyorum ve pratikte de bu dediğini yapsa ve biz de onu gözlerimiz ile görsek, ya da bir ağacı buradan alıp başka bir bölgeye nakletse ve biz de ona şahit olsak, bizim ona en fazla söyleyeceğimiz; "bu şahısta olağan üstü bir güç vardır" sözü olacaktır.

Onun illa da nebi biri olduğunu asla söyleyemeyiz. Çünkü bu iş ile onun yaptığı o işin, herhangi bir irtibatının bulunduğu aklımızın ucundan dahi geçmez. 

Olağan üstü güç, insanların birçoğunda olabilir. Ama bunların nebi olduklarını kabul etmeyiz.

Yani delil, müddea (dava konusu olan şey) kadar olmalıdır. Çünkü Müddea ile delil aynı şeylerdirler.

Delil diyor ki, bu şahısta, (Musa) olağan üstü bir güç vardır. Muhammed'de de olağan üstü bir güç vardır. Ve mucize olarak da Kur'an ile gelmiştir.

Fakat acaba bu nebi midir, belli değildir. Yani örneğin dağdan bir deve çıkmıştır.

O taktirde bu nebidir diyebilir miyiz?

Bunların birbiriyle ne gibi bir irtibatı olabilir?

Yani matlup (amaçlanan şey), bunun böyle olmasını gerektirmiyor.

Bir kâhin de kimi zaman sizin gizli durumlarınızdan haber verebilir.

Acaba bu, onun nebi olduğunun delili olabilir mi?

Kısacası bir mucize, en fazla sahibinin olağan üstü bir güç sahibi olduğuna işaret eder, onun nebi olduğuna değil.

Örneğin, İmam Humeyni'den de olağan üstü işler baş göstermiştir.

İran Şahı'nın o kadar güçlü orduları ve dünya devletlerinin onun arkasında olmalarına rağmen, yine de Şah'ı devirdi.

Fakat buna rağmen asla bir mucize gösterdiğinden söz etmedi.

Oysaki Humeyni'nin yaptığını kimse yapamadı ve yine asla nebi olduğu iddiasında da bulunmadı.


3- Mucizenin, onu gösterenin nebi olduğunun delili olduğunu kabullensek bile, peki ona itaat etmemiz gerektiği nereden çıkıyor?

Örneğin birisi belgeler ve şahitler ile gelse ve size, "ben filan Kral'ın oğluyum" dese, şimdi o zat, Kralın oğludur diye bizim ona itaat etmemiz mi gerekir?

Onun söyledikleri sözlerin tümünün de doğru olduğunu kabullenmemiz mi icap eder?


4- Enbiya' ya, örneğin Musa nebiye: "Ya Musa. Sen nebisin. Nebi isen baş üstüne" demek olabilir, fakat sen;"sana itaat etmemiz gerekir" düşüncesini nereden çıkarıyorsun?

Ve yine senin söylediğin tüm sözlerin doğru sözler olduğunu neye dayanarak iddia ediyorsun?

Evet, bundan 3-5 bin yıl önce insanlar sana itaat edebilirlerdi, çünkü söylediğin o sözler o döneme has sözlerdi.

Örneğin, Muhammed döneminde inanç savaşları, cariye alımları, köle edinmeler, el-ayak kesmeler vs. olabilirdi.

Fakat içerisinde bulunduğumuz bu dönemde bunlar olabilir mi? 


5- Şayet mucizenin, onu getiren kimsenin nebi olduğuna dair bir delil olduğunu ve onu ispat ettiğini kabul etsek dahi, fakat ona itaati gerektirdiği konusunu nereden çıkartıyorsunuz?

Örneğin, İblis' te de mucize vardır.

Çünkü iblis: "Rabbim. Ölüleri dirilteceğin güne dek bana süre tanı." (Sad: 79) demişti.

Allah da olsun dedi. Yani Allah, İblise de böyle bir mucize verdi.

Fakat onun böyle bu mucizeye sahip olması, bizim ona itaat etmemizi gerekli kılmaz.

Yani, kim diyebilir ki bizim Şeytan'a itaat etmemiz gerekir.

Çünkü ona mucize verilmiştir ve bu mucizeyi Kur'an dahi itiraf eder.

Hasılı Allah ona mucize vermiştir diye, şimdi o nebi mi olmuştur.

Dolayısıyla peygamberler, hayır sever ve salih kullar oldukları için Allah onlara da olağan üstü güçler vermiş olamaz mı?

Acaba bizim; "Allah İblise sonsuza dek ömür vermiştir, çünkü onun salih amelleri vardı, öyleyse o da bir nebidir ve bizim de ona itaat etmemiz gerekir ve yine söylediği her sözün sadık olduğunu kabullenmemiz icap eder" dememiz doğru olur mu?

Yani Kur'an diyor ki, Allah İblise mucize vermiştir.

Fakat bu, bizim ona itaat etmemiz gerektiğine asla delil teşkil etmez.

 

(Devam edecek)  

 

 

*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU