Depremler, yer kabuğunun tektonik hareketlerinin kaçınılmaz bir sonucu olarak yeryüzü oluşumundan bu yana varlığını sürdüren en yıkıcı doğal afetlerden biridir.
Günümüzde her gün farklı büyüklüklerde sismik aktiviteler meydana gelmekte, bu olaylar kimi zaman hissedilmeden geçerken, kimi zaman da büyük yıkımlara ve kitlesel kayıplara neden olmaktadır.
Bazı depremlerden korunulamayacağına olan inanç, halk imgelemini oldukça etkilemiş ve mitsel korkunun ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Hatta toplumsal hafızada “kıyamet” benzeri felaketler olarak tezahür etmesine yol açmıştır.
Tarihi kayıtlarda yer alan en yıkıcı sismik olaylardan biri, 1556 yılında Çin’in Kuzey Şanksi bölgesinde gerçekleşmiş ve yaklaşık 850 bin insanın yaşamını yitirmesine neden olmuştur.
Bu afetin tahmini büyüklüğü 9’un üzerinde olup, insanlık tarihinin en ölümcül depremi olarak kabul edilmektedir.
Benzer şekilde 1737’de Hindistan Kalküta’da yaşanan depremde 300 bin, 1755’deki Lizbon depreminde 60 bin, 1908’de İtalya’nın Messina şehrindeki depremde ise 160 binden fazla insan hayatını kaybetmiştir.
1976’da Çin'in Tangşan kentindeki 8,2 büyüklüğündeki deprem ise yaklaşık 242 bin can kaybına yol açarak 20'nci yüzyılın en yıkıcı depremlerinden biri olmuştur.
İstanbul’un depremlerle sınavı
İstanbul, tarih boyunca Roma, Bizans ve Osmanlı gibi üç büyük imparatorluğa başkentlik yapmış, stratejik ve kültürel önemi yüksek bir şehir olmuştur.
Şehir, 330 yılında Roma İmparatorluğu’nun resmî başkenti ilan edilmiş; hızla büyüyerek dönemin kültürel, bilimsel ve sanatsal merkezlerinden biri hâline gelmiştir.
Bu dönemde meydana gelen olaylar, kronikçiler tarafından detaylı bir şekilde kaydedilmiş, böylece şehir tarihiyle doğal afetler arasındaki ilişki güçlü bir kaynak birikimi oluşturmuştur.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
1453 yılında Fatih Sultan Mehmed’in fethiyle Osmanlı başkenti olan İstanbul, bu dönemde de siyasi, kültürel ve ekonomik cazibe merkezi olmayı sürdürmüştür.
II. Mehmed, şehri çok kültürlü bir dünya başkentine dönüştürmüş; imar faaliyetleriyle birlikte farklı toplulukları İstanbul’a yerleştirmiştir.
Böylece şehir, Osmanlı cihan devleti anlayışının bir yansıması hâline gelmiştir.
İstanbul’un tarihi yalnızca siyasi ve mimari gelişmelerle değil, aynı zamanda depremler gibi doğal afetlerle de şekillenmiştir.
Kuzey Anadolu Fay Hattı’nda bulunan İstanbul, coğrafi konumu nedeniyle sık sık sismik hareketlere maruz kalmıştır.
Tarihî kaynaklara göre, son 2 bin yıl içinde şehirde 7 ve üzeri büyüklükte en az 34 büyük deprem meydana gelmiştir.
Bu durum, ortalama her 60 yılda bir büyük depremin yaşandığını ve kent sakinlerinin yaşamları boyunca büyük bir yıkımla karşılaştığını göstermektedir.
Depremler, İstanbul’un kentsel yapısını ve mimarisini doğrudan etkilemiş; Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerinde yapıların güçlendirilmesi ve yeniden inşası çalışmaları bu gerçekliğin üzerinde devam etmiştir.
Ayrıca bu afetler, kentsel planlama anlayışını, toplumsal yaşamı ve halkın afet bilincini şekillendirmiştir.
Marmara Denizi kaynaklı bazı depremler tsunami etkisi yaratsa da bu olayların sayısı ve yıkıcılığı dünya geneline kıyasla sınırlı kalmıştır.
İstanbul’un deprem tarihi, sadece fiziksel yıkımı değil, aynı zamanda şehirleşme, sosyal yapı ve kültürel hafızayı etkileyen çok yönlü bir süreç olarak değerlendirilmelidir.
Tarihî kayıtlar, bu dönüşümleri anlamak açısından hem jeolojik hem de sosyokültürel perspektifler sunmaktadır.
Koca Sinan ile İstanbul’da deprem bilinci ve yapısal dönüşüm
1509 yılı, İstanbul’un deprem tarihinde ayrı bir öneme sahiptir.
“Kıyamet-i Suğra (Küçük Kıyamet)” olarak adlandırılan İstanbul depremi, bu coğrafyada sismik riskin tarihsel sürekliliğini açıkça göstermektedir.
Muhtemelen İzmit Körfezi merkezli olan bu sarsıntı, İstanbul’da geniş çaplı hasara neden olmuş, sur içindeki birçok yapının yıkılmasına yol açmıştır. Bu deprem yaklaşık 13 bin kişinin ölümüne sebep olmuştur.
Bu felaketin toplumsal ve mimari açıdan önemli yansımaları olmuştur. Depremin yaşandığı dönemde saray eğitim kurumu Enderun'da bulunan Mimar Sinan, bu afetin etkilerini bizzat gözlemlemiş ve sonraki dönemlerde inşa ettiği yapılarla deprem direnci yüksek mimari anlayışını Osmanlı şehir dokusuna kazandırmıştır.
Onun eserlerinin birçok depremde ayakta kalması, bilimsel sağlamlık dayanıklılık ilkelerinin tarihsel bağlamda somut örneklerinden biridir.
1509 depremi sonrasında İstanbul'da taş yapılardan ahşap yapılara geçiş yaşanmıştır.
Ahşap malzemenin tercih edilmesinin temel nedenleri arasında deprem anında daha az can kaybına yol açması, kolay temin edilmesi ve maliyet açısından avantajlı olması yer almaktadır.
Ahşap yapıların yangına karşı hassasiyeti yüksek olsa da tahliye sürecine olanak sağlaması sebebiyle can güvenliği açısından taş yapılara göre daha güvenli kabul edilmiştir.
Bu dönüşüm, sadece İstanbul’la sınırlı kalmamış; Osmanlı şehir planlaması ve yapı tekniğinde yeni bir dönemin başlangıcını oluşturmuştur.
Mimar Sinan, Osmanlı mimarisinde yalnızca estetik ve işlevselliği değil, aynı zamanda yapıların deprem dayanıklılığı ilkesini de ön planda tutmuştur.
1509 yılında meydana gelen büyük İstanbul depreminden etkilenen Ayasofya, onun döneminde, 1573 yılında kapsamlı biçimde onarılmıştır.
Mimar Sinan, Ayasofya’nın yan duvarlarını desteklemiş, yapıya minareler ekleyerek hem dayanıklılığını artırmış hem de mimari bütünlüğünü estetik yönden güçlendirmiştir.
Süleymaniye Camii’nin inşasında ise zemin hazırlığına özel önem verilmiştir. 1551-1558 yılları arasında tamamlanan bu yapı için en uzun süre temellere harcanmıştır.
1719, 1766, 1894 yıllarında İstanbul’da birçok deprem meydana gelmiş olmasına rağmen Süleymaniye Camii, önemli bir yapısal hasar almadan günümüze ulaşmıştır.
Bu durum, Mimar Sinan’ın mühendislik bilgisiyle mimariyi harmanlama başarısının bir göstergesidir.
1766 yılında Sultan III. Mustafa döneminde vuku bulan 60 saniyeden fazla süren sarsıntı, İstanbul’un büyük bölümünü tahrip etmiştir.
Ancak Süleymaniye Camii bu sarsıntıdan da ciddi bir hasar almamıştır. Aynı dönemde 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı’na rağmen Sultan, şehri yeniden imar ettirmiştir.
Anadolu’yu sarsan depremler, 18 ve 19'uncu yüzyılda da etkisini sürdürmüştür: 1789’da Elazığ Palu’da 15 bin, 1822’de Antakya’da 22 bin kişi hayatını kaybetmiştir.
Bu durum, Anadolu’nun jeolojik açıdan aktif bir fay hattı üzerinde olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
1894 Depremi ve bilimsel yaklaşım
10 Temmuz 1894’te meydana gelen ve muhtemelen merkez üssü İzmit olan büyük deprem İstanbul ve çevresini ciddi şekilde sarsmıştır.
Ancak can kaybı geçmişteki depremlere göre daha az sayıda gerçekleşmiştir.
Sultan II. Abdülhamid, bu felakete karşı bilimsel temelli bir yaklaşım sergilemiştir.
İstanbul Rasathanesi'nin yetersizliğini fark ederek Atina Rasathanesi Müdürü D. Eginitis’i İstanbul’a çağırmış ve detaylı bir rapor hazırlanmasını istemiştir.
Ayrıca İtalya’dan modern gözlem cihazları getirtilmiş, nitelikli mühendis ve bilim insanları kadroya dahil edilmiştir.
Bu çalışmalar, ilerleyen yıllarda Türkiye’nin en önemli deprem gözlemevi olan Kandilli Rasathanesi’nin temellerini oluşturmuştur.
Eginitis’in raporuna göre, Kapalıçarşı başta olmak üzere şehir genelinde ciddi hasar oluşmuştur.
Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan ve Kariye Camii’nin minareleri yıkılmış; 20 binden fazla ev zarar görmüş, bunların yarısı ağır hasar almıştır.
Bu yıkıcı depremde can kaybının az olmasının temel nedeni, yapıların çoğunluğunun ahşap malzemeden inşa edilmesi olarak açıklanmıştır.
Bu yapı türü, sarsıntılarda esneklik sağladığı için ölümlerin azalması sonucunu doğurmuştur.
1901 depreminde II. Abdülhamid
1901 yılında, Kurban Bayramı esnasında Dolmabahçe Sarayı’nda meydana gelen deprem sırasında Padişah II. Abdülhamid, bayramlaşma töreni için Muayede Salonu’nda bulunuyordu.
Sarsıntı sırasında dev avizeden parçalar yere düşmüş, protokoldeki yerli ve yabancı davetliler panikle salondan çıkmaya çalışmıştır.
Buna karşın Sultan, tahtı önünde ayakta kalarak sarsıntı boyunca soğukkanlılığını korumuş ve “Muayede başlasın” emrini vermiştir.
Bu davranışı, hakkında ileri sürülen korkaklık eleştirilerine karşı metin bir duruş ve liderlik örneği olarak kayıtlara geçmiştir.
Yıkım ve direncin son yüzyıldaki hikâyesi
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren Türkiye, birçok yıkıcı depremle karşı karşıya kalmıştır.
Bu depremler yalnızca can ve mal kaybına neden olmakla kalmamış, aynı zamanda şehircilik anlayışının, afet yönetiminin ve halkın bilinç düzeyinin yeniden şekillenmesine de etki etmiştir.
1930 Hakkari Depremi sırasında yaklaşık 2 bin 500 kişi hayatını kaybetmiştir.
Ancak en yıkıcı sarsıntı, 26 Aralık 1939’da Erzincan’da vuku bulmuş; 7,9 büyüklüğündeki bu depremde resmi raporlara göre 32 bin 962 kişi yaşamını yitirmiştir.
II. Dünya Savaşı’nın başlangıç sürecine ve sert kış koşullarına denk gelen bu afet, ülke genelinde şok etkisi yaratmış; yolların kapanması nedeniyle yardım ekipleri bölgeye ancak 2 gün sonra ulaşabilmiştir.
Soğuk hava koşulları, can kayıplarını ve yaralanmaları artırmış, kamuoyunda depreme karşı alınacak tedbirler tartışılmaya başlanmıştır.
60 yıl sonra, 17 Ağustos 1999’da Gölcük merkezli büyük bir deprem yaşanmıştır.
7,4 büyüklüğündeki Marmara Depremi, tüm Marmara Bölgesi’nde etkili olmuş, Ankara ve İzmir gibi uzak şehirlerde dahi hissedilmiştir.
Resmi kayıtlara göre 18 bin 373 kişi vefat etmiş, 48.901 kişi yaralanmıştır. 285 bin 211 konut ve 42 bin 902 iş yeri hasar görmüştür.
Gerçek can kaybı sayısının bu rakamların çok üzerinde olduğu kamuoyunda sıkça dile getirilmiştir.
Türkiye’nin sanayi, ticaret ve nüfus yoğunluğu bakımından en gelişmiş bölgesinde yaşanan bu felaket, ekonomik ve siyasi alanda da büyük etkilere yol açmıştır.
Bundan yalnızca 3 ay sonra, 12 Kasım 1999’da Düzce’deki 7,2 büyüklüğündeki depremde ise resmi verilere göre 845 kişi yaşamını yitirmiş, yaklaşık 5 bin kişi yaralanmıştır.
3bin 395 bina ağır hasar görmüş, 15 bine yakın konut ve iş yeri zarar görmüştür.
23 Ekim 2011’de Van’daki 7,2 büyüklüğündeki deprem, yalnızca Van’ı değil, çevresindeki birçok ili ve komşu ülkeleri de etkilemiştir.
Bu afette 601 kişi hayatını kaybetmiş, 4 bin 152 kişi yaralanmış, 2 bin 262 bina yıkılmıştır.
6 Şubat 2023 Depremleri
Türkiye, tarihinin en büyük depremlerinden birini 6 Şubat 2023’te yaşamıştır.
Aynı gün içerisinde Kahramanmaraş Pazarcık’ta 7,7, ardından Elbistan’da 7,6 şiddetinde iki büyük deprem meydana gelmiştir.
Aynı zamanda Gaziantep’te 6,4 ve 6,5 şiddetinde artçı sarsıntılar yaşanmıştır.
Bu depremler, yaklaşık 14 milyon insanı doğrudan etkilemiş, 10 il (Adana, Adıyaman, Diyarbakır, Elazığ, Gaziantep, Hatay, Kilis, Malatya Osmaniye ve Şanlıurfa) afet bölgesi ilan edilmiştir.
Depremin etkisi Suriye’ye kadar uzanmış ve bölge genelinde büyük yıkım ve can kaybına neden olmuştur.
Bu afet, Cumhuriyet tarihinin en yıkıcı depremi olarak kayıtlara geçmiştir.
TOKİ tarafından yapılan yapıların büyük ölçüde az hasar alması, devlet eliyle inşa edilen yapıların depreme dayanıklılık açısından önemini bir kez daha ortaya koymuştur.
Ancak şehir planlaması, afete dayanıklı yapı üretimi ve toplumun afet bilinci konularında daha fazla çalışma yapılması gerektiği açıktır.
Deprem, sadece jeolojik bir hadise değil, aynı zamanda sosyopolitik, mimari ve demografik sonuçlar doğuran çok boyutlu bir gerçekliktir.
Bu nedenle afet yönetimi, yapı güvenliği, halk bilinçlendirmesi ve sürdürülebilir şehirleşme politikaları, modern toplumların öncelikli gündemleri arasında yer almak zorundadır.
Depremler, doğrudan insan iradesiyle engellenemese de bilim ve mühendislik bilgisi ile zararı en aza indirgenebilecek bir doğa olayıdır.
Bu bağlamda, bireylerin ve kurumların “kader” anlayışını bir bahane olarak kullanmaması, cüz-i irade çerçevesinde sorumluluk bilinciyle hareket etmesi gerekmektedir.
Türkiye gibi deprem kuşağında yer alan bir ülkede, bilinçli, planlı ve teknolojik temelli çözümler üretmeye odaklanmak bir zorunluluktur.
Deprem gerçeği ve direnç stratejileri
Türklerin yaşadığı coğrafya, büyük ölçüde Akdeniz-Himalaya deprem kuşağında yer almakta ve bu durum, bölgede yaşayan toplumların depremlerle yaşamayı öğrenmesini zorunlu kılmaktadır.
Bu gerçek yalnızca Anadolu ile sınırlı değildir. 26 Nisan 1966’da Taşkent’te meydana gelen 8 büyüklüğündeki deprem, kentin neredeyse tamamını yok etmiş, 36 binden fazla bina yıkılmış, yaklaşık 300 bin kişi evsiz kalmıştır.
Taşkent, sonrasında 9 büyüklüğünde depreme dayanıklı biçimde yeniden inşa edilmiştir ve bugüne dek benzer büyüklükte bir yıkım tekrar yaşanmamıştır.
Türkiye’nin aktif tektonik kuşak üzerinde yer alması, sadece yapı güvenliğini değil, bütüncül bir afet yönetimi anlayışını zorunlu kılmaktadır.
Deprem riskine karşı etkin bir mücadele, mühendislik temelli yapısal çözümlerle sınırlı kalmamalı; şehir planlaması, altyapı güçlendirmeleri ve toplumsal farkındalığın sistematik olarak artırılması gibi çok boyutlu stratejilerle desteklenmelidir.
Günümüz kentlerinin sismik direnç kazanabilmesi, yalnızca sağlam yapılarla değil; afet bilincine sahip bireylerle ve kurumsal kapasitesi yüksek bir yönetim modeliyle mümkün hâle gelebilir.
Bu bağlamda, erken uyarı sistemlerinden afet eğitimlerine, toplum temelli risk azaltma programlarından kent ölçeğinde hazırlık tatbikatlarına kadar geniş bir yelpazede atılacak adımlar, afet sonrası kayıpların minimize edilmesinde kritik rol oynamaktadır.
Depremin öncesi, anı ve sonrasını kapsayan bütüncül bir hazırlık süreci, yalnızca fiziksel dayanıklılığı değil, toplumsal dayanışmayı da güçlendirecektir.
İstanbul özelinde değerlendirildiğinde, bu kadim metropol, IV. yüzyıldan itibaren taşıdığı tarihi, kültürel ve stratejik önemle dünya şehirleri arasında ayrıcalıklı bir konuma sahiptir.
Ancak bu köklü geçmiş, aynı zamanda kentin derin bir deprem hafızasına sahip olmasına da neden olmuştur.
İstanbul, tarih boyunca çok sayıda yıkıcı depreme tanıklık etmiş; bu afetler yalnızca fiziksel yıkımlara değil, aynı zamanda kolektif bellekte travmatik izlere de neden olmuştur.
Anıtsal ibadethaneler, kamu yapıları ve kültürel miras alanları defalarca tahrip olmuş hem bireysel hem de toplumsal düzeyde derin manevi ve ekonomik kayıplar yaşanmıştır.
Depremler, şehrin morfolojisini ve mimari evrimini şekillendirdiği kadar, kentlilerin afet algısını ve yaşam kültürünü de dönüştürmüştür.
Her büyük sarsıntı, geçmişten günümüze uzanan tarihsel bir sürekliliğin parçası olarak kayıt altına alınmış; bu belgeler, geleceğe ışık tutacak bir hafıza deposu hâline gelmiştir.
Ancak tarihsel kayıtların sunduğu dersler, bugünkü şehirleşme politikalarında yeterince yankı bulamamıştır.
Sonuç olarak, cumhuriyetin ilk yıllarından bugüne, Türkiye sadece yeryüzünün derinliklerinden gelen sarsıntılarla değil; aynı zamanda kendi şehircilik anlayışıyla, afetlere hazırlık seviyesiyle ve toplumsal dayanıklılığıyla da defalarca sınandı.
Her deprem, geçmişin ihmalleriyle yüzleşmeye ve geleceği daha bilinçli inşa etmeye mecbur bıraktı bu ülkeyi.
Kayıplar ağırdı; evler yıkıldı, hayatlar söndü, şehirler sessizliğe gömüldü.
Ancak insan iradesi, umudun en karanlık enkazdan bile yol bulup yukarı çıkabileceğini defalarca kanıtladı.
Her yıkımın ardından bir çocuk gülümsemesi, bir tuğla daha sağlam örülmüş bir temel ya da sessizce uzanan bir yardım eli, direncin sembolü oldu.
Anadolu coğrafyası ve İstanbul’un deprem geçmişi, yalnızca bir doğal afet silsilesi değil; aynı zamanda bir devlet ile halkının birlikte yazdığı bir direnç ve yeniden inşa hikâyesidir.
Bu tarihsel deneyim, günümüzde yürütülecek afet yönetimi stratejilerine yön vermeli; yapı güvenliğinden öteye geçerek, toplumun tüm katmanlarını kapsayan kapsayıcı bir afet dayanıklılığı modeline evrilmelidir.
Zira genel olarak Türkiye ve özel olarak İstanbul’un geleceği, deprem gerçeği artık birbirine içkin bir nitelik taşımakta; bu nedenle her adım, olası afet ve felaketleri önleyecek bir sorumlulukla atılmalıdır.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish