Arifler açısından şeriatçı din adamlarının algısındaki dinin batıl oluşu ve delilleri!

Hasan Kanaatlı Independent Türkçe için yazdı

Görsel: Pixabay

Biz bu yazımızda, arifler açısından şeriatçı din adamlarının "semavi vahiy" dedikleri dinin batıl, algılarındaki dinin ise doğru olduğunu delilleri üzerinden izaha çalışacağız.

Yine biz burada, arifler açısından "semavi vahiy" tabirinin doğru bir tabir olmadığını, dinin ise onlar açısından kalbi tecrübe, gözlemleme ve şuhûttan ibaret bulunduğunu ortaya koyacağız.

Kısacası, arifler herkesin dinî deneyim ve kalbî müşahedeler üzerinden Allah ile irtibatının bulunduğunu söylemekteler.

Şeriatçı İslam alimlerinin görüşleri ise bilinen şeydir.

Onlara göre Allah, konuşma metnini (Kur'an'ı) Cebrail vasıtasıyla nebi Muhammed'e göndermiş ve onu insanlara iletmesini emretmiştir.

Dolayısıyla Kur'an, Allah'ın konuşma metninden ibarettir. Nebi Muhammed de onu olduğu gibi, tek bir harf ve kelimesine müdahale etmeksizin insanlara iletmiş ve aldığı vazifeyi olduğu gibi yerine getirmiştir.

İşte şeriatçı İslam alimlerinin "semavi vahiy" dedikleri budur!

Fakat ariflerin kabul ettikleri şey bu değildir!

Onlara göre din; "vicdanî vahiy" ya da güncel tabirle "dinî deneyim"den ibarettir!

Biz, ilerleyen zaman içerisinde ariflerin bu görüşleri hususunda birtakım deliller ibraz edeceğiz.

Fakat önce şeriatçı İslam alimlerinin "vahiy" algısı hususundaki görüşlerinin batıl olduğuna dair ariflerin delillerini nakledeceğiz.

Çünkü İslam alimlerine göre Kur'an'daki ayetlerin tümü, Allah'ın kelamıdır ve nebi de Allah'tan aldığı sözleri olduğu gibi insanlara aktarmıştır.

Arifler şöyle der:

Her görüş/düşünce birtakım esaslar üzerine bina edilmeli ve düşüncelerin bir temel üzerine oturtulmasının gerekli olduğunu kabul edilmelidir. Bunun herhangi bir delile de ihtiyacı yoktur!

 
Ünlü Batılı filozof Emmanuel Kant der ki;

Düşüncelerin üzerine bina edildiği esaslar iki kısımdır, onlardan bir kısmı bildik ve tüm insanlar tarafından kabul edilen esaslardır!


Örneğin, herkes iki zıt şey olan ateş ile barutun bir arada bulunmasının mümkün olmadığını bilmekte ya da bütünün parçadan büyük olduğunu kabul etmektedir.

Bunlar gibi mantıksal ve matematiksel esaslar, tüm dünya insanları tarafından kabul görülmektedir.

Ayrıca bu esaslar, David Hume gibi ünlü filozoflar tarafından da "bilinen esaslar" olarak kabul edilmiştir.

Fakat biz burada bu esaslara değinmeyeceğiz.

Kant açısından düşüncelerin üzerine bina edildiği esaslardan bir kısmı ise, "aksiyom/kurgusal" esaslardır.

Yani tüm din, mezhep, ekol ve ideolojilerin kendilerini üzerine bina ettikleri birtakım "aksiyomları" vardır. 

Örneğin Müslümanlar, Muhammed'in nebi ve Kur'an'ın da Allah kelamı olduğuna iman edip, inançlarını da bu aksiyomlar üzerine bina etmişlerdir.

Tabii ki Müslümanların bu aksiyomları yalnızca Müslümanlar nezdinde kesinleşmiş esaslardır, başka inanca mensup olanlar ise bunu kabul etmezler.

Aynı şekilde Hristiyanların da kendilerince birtakım aksiyomları/esasları vardır ve onlar için kesinlik arz eden de bunlardır.

Şiilerin aksiyomları 14 masum üzerine kuruludur.

Sünnilerinki de Dört Halife ve sahabe üzerine tesis edilmiştir.

Aynı şekilde diğer inanç ve ideolojilerin de kendince aksiyomları mevcuttur ve o onlar için de o tür aksiyomlar kesinlik arz eder.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Şeriatçı İslam alimlerince savunulan eldeki şu mevcut dinin "semavi din" olduğuna ve Allah tarafından indirildiğine dair 10 tane aksiyom/esas vardır.

Bu alimler, İslam dini ile ilgili tüm görüşlerini bu 10 esas üzerine bina etmişlerdir.

Fakat ariflere göre bunların tümü de batıldır.

Biz şu yazımızda şimdilik 10 esastan/aksiyomdan yalnızca 5 tanesini ele alıp ve fazlaca uzatmadan, özet bir şekilde arifler açısından niçin batıl olduklarını izah etmeğe çalışacağız.

İkinci bir yazımızda da diğer 5 tanesini ele alacağız.

Şayet bu 10 esastan yalnızca 1 tanesinin batıl olduğu anlaşılır ise, şeriatçı alimlerin İslam ile ilgili tüm görüşlerinin batıl olduğu da ortaya çıkmış olacaktır.

Diğer bir ifadeyle; şayet binanın temeli hatalı ve çürük ise, onun tümüyle çökmesi mümkündür.

Yani o binayı ayakta tutan sütunların tümünün çürük olması şart değildir, yalnızca bir tanesi bile çürük olur ise, o bile binanın çökmesi için yeterli bir sebep olabilir!


10 aksiyomdan birincisi: "Kur'an'ın Allah kelamı olduğu"

"İslam semavi vahiydir" diyen şeriat alimlerinin bu hususta delil olarak sundukları 10 aksiyomdan biri; "Kur'an'ın Allah kelamı olduğu" konusudur.

Yani o alimler "Vahiy Allah'tandır" der ve Kur'an'ın Allah tarafından indirildiğini iddia ederler.

İslam dairesi içerisindeki "irfan alimleri", şeriatçı din adamları ile Hristiyan din adamlarının kabul ettikleri Allah hususunda görüş birliği içerisindeler ve Allah'ın varlığı hususunda onlarla asla tartışmaya girmezler.

Diğer bir ifadeyle; komünistler ile inkarcılar Allah'ın varlığı hususunda tartışma yaratabilirler, fakat arifler Allah'ın varlığını kabul edenler ile asla tartışmaya girmezler.

Onlarla tartıştıkları husus, Allah'ın sıfatları konusudur.

Bu iki kesimin (Şeriatçı Müslümanlar ile Hristiyan din adamları) Allah'a nispet ettikleri sıfatlar, ariflerin düşünceleri ile yüzde 100 ters düşen ve onların kabul etmeyecekleri sıfatlardır.

Aynen öyle o iki kesimin görüşleri, filozofların görüşleriyle de ters düşmektedir.

Örneğin, İslam alimleri Allah hususunda, "O'nun misli gibi hiçbir şey yoktur" (Şura:11) derler ve Allah'ın zaman ve mekân üstü ezeli ve ebedi bir varlık olduğunu söylerler.

Yine Allah hakkında: "Gözler O'nu göremez, halbuki O bütün gözleri görür (Enam: 103) derler ve hatta hayaller dahi O'na ulaşamaz iddiasında bulunurlar.

Açıkçası şeriatçı alimler hep; "Allah, beşer gücünün ulaşamayacağı bir konumda ve onun algısının dışındadır" tezini ortaya atıp dururlar.

Çünkü onlara göre beşerin aklı ne külli ne de cüz'i bir şekilde mutlak varlığı idrak edemez.

Onlara göre akıl; "yalnızca zaman ve mekân içerisinde olan varlıklar hakkında düşünebilir! Fakat Allah, zaman ve mekân mefhumunun dışındadır, bundan dolayı da O'nu tasavvur etmek mümkün değildir" derler.

Çünkü onlar açısından tasavvur edilen şey, bir mekân üzerinde ve zaman içerisinde olandır.

Zaman içerisinde ve mekân üzerinde olmayan bir şeyi tasavvur etmek ise mümkün değildir.

Ariflere göre Kur'an'da yer alan Allah'ın sıfatları, tümüyle beşere ait sıfatlardır.

Örneğin, "sem'i/işitmek, "basar/görmek", "yed/el", "kürsü", "hub/sevgi", "gazab/öfke", "hidayet/yönlendirme", "dalalet/saptırma" vs. tüm bu sıfatlar, beşerde olan sıfatlardır.

Yine arifler açısından Kur'an'ın Allah sevgisinden ve O'nun öfkesinden bahsetmesi, O'nda da duyguların var olduğunu kabullenmek anlamına gelir.

Oysaki onlara göre duygular, beşere ve hayvanlara ait şeylerdir.

Ayrıca duygular hem değişken hem de değiştirendir.

Fakat Allah'ta değişkenlik ve hareket diye bir şey yoktur.

Allah, mutlak bir surette sükûnet ve zaman üstüdür!

Şayet Allah'ta duygu bulunur, kimi zaman sevinçli kimi zaman da öfkeli olur ise, O da değişken olur!

Onunla da kalmaz, diğer şeyler de O'nun üzerinde etki bırakır.

Örneğin, müminleri sever ve kibirlilerden nefret eder.

Dolayısıyla dış etkenler O'nda etki bırakır.

İşte sorun, tam da burada ortaya çıkar.

Arifler ile Hristiyanlar derler ki, "Evet, Allah da sevip öfkelenir! Fakat böyle olan Allah 'mutlak olan Allah' değil, ariflerin algısındaki 'insanımsı Allah'tır (yani vicdandır!) Hristiyanlarda ise oğul olan Allah'tır (İsa Mesih'tir!)"

Yani ariflerin algısındaki "mutlak Allah", her şeyden münezzeh ve tüm beşerî sıfatlardan beridir.

Böyle bir Allah'ın sevgi ve nefret gibi bir iradesi yoktur.

Ayrıca bu Allah "mutlak kudrettir!"

Filozofların algısındaki Allah da böyle bir Allah'tır. O'nda da duygu diye bir şey yoktur.

Bundan dolayıdır ki avam halk, filozofların Allah'ını sevmezler.

Çünkü Filozofların tanımladıkları Allah ne seviyor ve ne de öfkeleniyor.

Öyle bir Allah katında Yezit ile Hüseyin eşittir.

Hulaku Han ile Hitler, muhlis ile riyakâr, insanlığa hizmet eden ile insanlara zulmeden aynıdır.

İşte böyle bir tanımlama insanların Allah ile irtibata geçmeleri için onları teşvik etmiyor.

Çünkü öyle bir ilahta, beşerde olduğu gibi duygular mevcut değildir.

Fakat arifler derler ki, bizlerin algısındaki ilahta duygu vardır.

Bizim algımızdaki ilah da sever ve nefret eder.

Ama bizim algımızdaki bu ilah, "mutlak Allah" değil, "insanımsı ilah" dediğimiz "vicdan ilahıdır!"

İşte bu ilah (vicdan), şeriatçı İslam alimlerinin dedikleri Allah değildir!

Arifler şöyle bir soru yöneltirler:

İslam alimleri Kur'an'da yer alan 'mutlak Allah' hakkında, hem onun zamanı ve mekânı olmadığına, O'nun hiçbir şey ile algılanamayacağına ve onda insanlar gibi duyguların bulunmadığına iman eder hem de ona beşerde bulunan 'sevgi', 'nefret' vs. gibi sıfatları yüklerler! Onlara sormak lazım: 'Peki bu iki zıt düşünce onda nasıl cem olabilir?'


Ariflere göre İslam'ın şeriatçı alimleri, bu sorunun cevabını hala bile verememiş ve bu hususu günümüze kadar dahi halledebilmiş değillerdir.

Bunlar "mutlak Allah'a", "sevgi", "öfke", "el", "kürsüde oturma" vs. gibi beşerî sıfatları yüklemiş ve dolayısıyla da bu konu içerisinde boğulup kalmışlardır.

Ariflerin bu sorusuna Hristiyanlar şöyle cevap vermişlerdir:

Biz; baba ve oğul olmak üzere iki ilaha sahibiz! Beşerî sıfatlar oğul ilahta (İsa Mesih'te) mevcuttur! Yani oğul ilah sevme, öfkelenme, uyuma, acıkma, yorulma, hastalanma vs. gibi beşerî sıfatlara sahiptir! Dolayısıyla bir boyutuyla Allah, diğer boyutuyla da beşer olan İsa Mesih, bu iki duruma sahiptir ve bu durumların her ikisi de onda cem olmuştur!


Diğer bir ifadeyle; İsa Mesih'in beşerî sıfatları, onun beşerî boyutuna mensuptur.

Çünkü İsa, beşerî boyutuyla yüzde 100 beşerdir, ilahi boyutuyla da yüzde 100 Allah'tır! Dolayısıyla Hristiyan inancına göre baba Allah, beşerî sıfatlardan münezzehtir.

Hristiyanlar konuyu, kendilerince bu şekilde halletmişlerdir.

   
Arifler/Mutasavvıflar ise konuyu şu şekilde çözüme kavuşturmuş ve şöyle demişlerdir:

Evet, Allah'ta da beşerî sıfatlar mevcuttur! Biz Allah'ta 'sevgi', 'duygu' vs. gibi şeylerin bulunmadığını ve insanların işlerine ilgi göstermediğini söylemedik! Nitekim Filozofların algısındaki Allah, öyle bir İlahtır! O, her şeyin üstündedir ve asla insanların işleriyle ilgilenmez!


Ariflerin inancına göre "mutlak Allah", yalnızca İsa Mesih'in değil, bütün beşerin bedenine hulul etmiştir.

Yani "mutlak Allah'ın nuru" bütün insanlara saçmıştır.

Çünkü Kur'an ayetinde "Ve ona ruhumdan üflediğimde!" (Hicr :29) diye geçer.

Yani Allah'ın ruhu, bütün insanların kalbine geçmiştir.

Bu ruha arifler: "İnsanımsı ilah" derler!

Bu ilah; "mutlak Allah"tan başkasıdır!

Dolayısıyla, ariflerin "insanların bedenine hulul ettiğini" söyledikleri ilah, "mutlak Allah"tan bir ışıltıdır.

Örneğin güneşin ışığı güneşe bağlıdır ve beşerî sıfatlar bu ışıltı gibidir!

Arifler buna "vicdan" da derler. 

Diğer bir örnek verilmesi gerekirse şunu diyebiliriz; güneşin ışıltısı sıcak ve nurdur.

Yer küresine ulaşmadan önce, atmosfer boşluğunda ne nuru gözükür ne de harareti hissedilir.

Fakat yer küresine ulaştığında, harareti ve nuru ortaya çıkmış olur.


Beşerdeki "ilahi sıfatlar" da böyledir.

Yani Allah, insanlık dairesi içerisine girdiğinde beşerî sıfata dönüşür!

İşte arifler, beşer ile Allah'ın sıfatlarının cem olması konusunu bu şekilde halletmişlerdir

 Arifler; "mutlak Allah"ın her şeyden münezzeh olduğunu ve O'na dair hiçbir şeyin bilinmediğini ve yine O'nun her şeyden yüce ve münezzeh olduğunu kabul ederler.

Bundan olsa gerek onlar, "mutlak Allah"ı yalnızca "hu" ya da "hüve" ismiyle anar/zikreder ve O'nu anarken başka bir sıfatını kullanmazlar.

Arifler "mutlak Allah"ın dışında bir de ikinci bir "insanımsı ilah"ın varlığını kabul ederler.

Bu ilaha "münbesit/genişlemiş/yayılmış" ya da "mukaddes/kutsal" varlık derler.

Yani arifler açısından "vicdan" mukaddes ve Allah'tan bir ruhtur.

Asıl olan Allah ise "Akdes/daha yüce/en kutsal"dır!

"O'ndan başka hiçbir şeyi tanımayız" derler!

Kısacası arifler, bu konuyu arz ettiğimiz şekilde halletmişlerdir! İslam alimleri ise hala dahi bunu halletmiş değillerdir.

 

Şeriatçı İslam alimleri içerisinde "Mutezile" ekolüne sahip olanlar, konunun çok büyük bir sorun olduğunu idrak edince, "mutlak Allah"a nispet edilen o beşerî sıfatların "mecazi" olduğunu dillendirmiş ve Allah ile ilgili "işitme", "duyma" vs. gibi sıfatların, "ilim/bilgi" anlamında mecazi olduklarını söylemişlerdir.,

Fakat Eşa'ri mektebine mensup olan alimlerin büyük çoğunluğu, sıfatların Allah'ta varlığını ve O'nun gerçekte "işiten", "gören" vs. olduğunu dillendirmişlerdir.

Oysaki Müslümanların çoğu Kur'an'ın; "Allah'ın her şeyi bilen" ve "her şeyi gören" olduğu ifadesinde bulunduğunu iddia etmişlerdir.

Dolayısıyla Kur'an'da, onların dedikleri gibi "mutlak Allah'ın" da "semi/işiten", "basir/gören" ve "alim/bilen" olduğu ve bu gibi beşerî sıfatların O'na da nispet verildiği müşahede edilmektedir.

Ayrıca, Kur'an'da "el", "yüz" ve "arş/kürsü" gibi sıfatlara işaret eden ayetler de söz konusudur.

Fakat İslam alimleri, "Biz bunların gerçek mahiyetini pek bilemeyiz ve bunların Allah'ta ne şekilde var olduğunu idrak edemeyiz!" gibi beyanatlarda bulunmuşlardır.

Arifler der ki: Şayet biz Müslümanlar bu sıfatları bilmez isek, bizlere büyük sorunlar yaratır! Yani Kur'an bir taraftan Allah'ın teşbih ve tecsid edilemeyeceğinden söz edecek, diğer taraftan da Allah'ı bir şeylere teşbih ve tecsid edecek, işte bu, altından çıkılmayacak kadar büyük sorunlar oluşturur!

Daha açıkçası arifler şöyle derler: Kur'an'ın Allah'ın kürsüde oturuşundan, el ve yüzünden söz etmesine, Mutezile ekolünün de bu kavramları tevilde bulunmasına ne gerek vardır! Mutezile düşüncesine mensup alimler; "arş" mecazdır ve ondan kasıt da "ilimdir" diyorlar!

Sonra da Kur'an'daki şu ayeti okuyorlar: "O gün Rabbinin arşını sekiz melek üstlerinde taşırlar!" (Hakka: 17)

Onlara sorulsa ki; peki, "arş"tan maksat Allah'ın "ilmi" ise, onun ilmini melekler mi taşıyor?

O zaman buna cevabınız ne olur? 

Ya da bazıları "arş"tan maksadın, Allah'ın "kudreti" olduğunu söylerler!

Peki, Kur'an "Onun arşı su üzerindeydi" (Hud:7) der! Yani, Allah'ın kudreti ya da ilmi ile suyun ne ilişkisi olabilir? 

Kimileri ise bu ayetlerin "müteşabih ayetler" olduğunu söylerler.

Peki, onlara şunu sormak lazım:

Siz bir taraftan Kur'an'a, "Açıklayıcı Kur'an" (Hicr:1) diyeceksiniz, diğer taraftan da Kur'an'daki "müteşabih/anlamı açık olmayan" ayetlerin varlığından bahsedeceksiniz, acaba 1400 yıl içerisinde kimse bu kitabın içerisinde yer alan ayetleri hala dahi anlayıp çözemediyse, o taktirde bu kitap niçin nazil olmuştur? Acaba suç, insanlarda değil de kitapta mıdır?

Yani nebi Muhammed'in düşünce seviyesi sizce bu kadar mıydı?

Bu konuları ayrıştıramadı mı? 


Nebi Muhammed Kur'an'ın bir taraftan: "Onun benzeri hiçbir şey yoktur!" (Şura: 11) dediğini söylüyor, öbür taraftan aynı ayetin devamında da, "O, her şeyi işitendir görendir!" (Şura: 11) diyor!

Bu söz, Allah'ın da aynen insan gibi ve daha da fazlası olduğuna işaret etmiyor mu?

Kısacası; "semavi vahye" yapılan ilk itiraz budur.

Yani şu ana kadar dinin "semavi" olduğunu iddia eden İslam alimleri "beşerî sıfatlar" ile "mutlak Allah" arasındaki farklılığı bir türlü halledebilmiş değillerdir.

Oysaki arifler geniş bir şekilde "mutlak Allah" ile "vicdan ilahı"nı birbirinden ayırmayı başarmış ve "ilahi vicdan"ın beşerî sıfatlara sahip olduğunu tespit etmişlerdir. 

Arifler açısından bu ilah (vicdan), insanın dahilindedir.

Hem hakkı ve ehlini seviyordur hem de batıldan ve ehlinden nefret ediyordur.

Ve yine insanları ve insanlara hizmeti, Allah'ı ve fazilet gibi şeyleri severken, haktan kopuk olan her şeyden de nefret ediyordur.

Çünkü bu ikinci ilah (vicdan), insan dairesine dahil olmuştur.

Bu da Allah'ın insanımsı oluşunun eserlerindendir.

Bu ilah, aynen güneşin ışını gibidir! Güneşin ışını yer küresi dairesine girdikten sonra hararet ve nura dönüşür.

Ama uzay boşluğundayken güneşin ne sıcaklığı hissedilir ne de nuru! Fakat yer küresi dairesine girdikten sonra onların varlığı hissediliyor.

Kısacası arifler ile Hristiyanlar bu konuyu halletmişlerdir ve onlarda bu hususla ilgili herhangi bir sorun söz konusu değildir.

Fakat şeriatçı İslam alimleri şu ana kadar bununla ilgili hiçbir sorunu halletmiş değillerdir.

Onların içerisinde bir tek Mutezile alimleri bu sıfatların mecazi olduğunu söylemiş ve bunun da ne olduğunu anlamış değillerdir.
 

10 aksiyomdan ikincisi: "Allah'ın mütekellim oluşu"

İslam'ın "semavi" olduğunu iddia eden şeriat alimlerinin bu hususta sunmuş oldukları 10 esastan ikincisi; "Allah'ın mütekellim oluşudur!"

İslam şeriat alimleri, Kur'an'ın "Allah kelamı" olduğunu iddia ederler! Yani Kur'an, "Allah'ın hitap ve konuşmalarından müteşekkildir" derler!

Ariflerin bu "ikinci esasa" yaptıkları itirazları şöyledir:

İçerisinde anlamı bulunan sese "kelam" deni!

Ünlü Arap edebiyatçısı İbn Malik, "Elfiyye" namındaki eserinde şöyle der:

Bizim kelamımız; aynen 'istakim/dosdoğru ol' kelimesi gibi, içerisinde anlamı bulunan bir lafızdır!


Yani ibn Malik'e göre kelam; "sesli çağırışın gücüdür."

Fakat Allah cisim değildir.

Yani O'nda ağız, dil, dudak, gırtlak, nefes vs. yoktur.

Hâl böyle iken O'nun bizatihi konuşması da mümkün değildir! 

Allah'ın sesi yarattığından söz edilir!

Yani Allah, diğer yarattığı milyarlarca şey gibi sesi ve konuşmayı da yaratabilir.

Oysaki Allah, sesi ve konuşmayı yarattığında, o ses ve konuşma, O'nun gerçek sözü olamaz, O'na mecazi olarak nispet verilir!

Diğer bir ifadeyle buna; "Allah'ın sesi" ya da "Allah'ın sözü" denilmez!

Denilse bile, hakiki anlamda değil, mecazi anlamda denir!

Nitekim Nebi Musa da ağacın sesini duyduğunda o sese mecazi olarak "bu Allah'ın sesidir" demişti.

Yani Allah, nebi Musa ile ağacın aracılığı ile konuşmuştu.

Örneğin ağacın, rüzgârın ve her şeyin kendince sesleri vardır.

Şayet Allah'ın yarattığı sesler O'nun kendine hakiki anlamda nispet verilir ise, o taktirde bütün mahlukat da Allah tarafından yaratıldığı için O'na nispet verilmelidir.

Örneğin, Allah hayvanları da yaratmıştır. Onlara da "Allah'ın hayvanları", "Allah'ın eşeği", "Allah'ın atı", "Allah'ın kedisi" vs. denmelidir.

Oysaki bunun hiçbir anlamı yoktur.

Yalnızca Kur'an'da "Allah'ın Devesi" (Şems: 13) sözü geçmiştir ve bu da o devenin mucize olmasından dolayıydı.

Dolayısıyla bu itirazlar, "Allah'ın konuşan olduğu" düşüncesine yapılan itirazlardır ve bu sözün, mecazi olması gerekir. 

İslam alimleri Allah'ın konuşmasının mecazi değil, "hakiki" olduğunu ve sesi yaratarak konuştuğunu iddia ederler.

Arifler ise bu husustaki sorunu çözmüş ve şöyle demişlerdir: 

Evet, Allah konuşur ama, insandaki vicdan üzerinden konuşur! Yani konuşan Allah, 'insanımsı Allah' dediğimiz insandaki 'vicdandır!' Yoksa mutlak Allah konuşmaz.


Dolayısıyla bu konu, ariflerin nezdinde halledilmiştir.

Fakat şeriatçı İslam alimleri nezdinde bu sorun hala dahi çözülmüş değildir.

Açıkçası cisim olmayan bir Allah'ın hakiki anlamda konuşması nasıl mümkün olabilir.

Bu husus, hala dahi anlaşılmış değildir.

Mutezile ekolü bu sorunu çözmek için "mecaz" tabirini kullanmıştır.

Eş'ari ekolü ise, Allah'ın konuşmasını "kelam-ı nefsi" (Allah'ın ilminde olan birtakım konuşmalar) olarak nitelendirmişlerdir.

Oysaki Kur'an, "lafzı" kullanıyor ve ben "nefsî kelamım" demiyor.

Hasılı bu itirazlar, İslam alimlerinin "Allah mütekellimdir" dedikleri söze yapılan itirazlardır.

Fakat arifler de Mutezile ekolü gibi Allah'ın mütekellim oluşunun "mecazi" olduğunu ve Allah'ın "vicdan" üzerinden hakiki anlamda konuştuğunu iddia ederler.

Hristiyanlara göre konuşan, "baba Allah" değil, "oğul Allah"tır!

Yani, Mesih'in vahyi de baba Allah'ın vahyidir!

Çünkü baba Allah, halkın karşısında bulunan ve O'nun cisimleşmiş hali ve ruhu olan "baba Allah"tır!

Açıkçası bu konu, Hristiyanlar tarafından da halledilmiştir.

Fakat şeriatçı İslam alimleri bunu halletmiş değillerdir ve bu, bir sorun olarak şimdiye kadar onların önünde durmaktadır. 

Ariflere göre Allah'ın vicdan üzerinden konuştuğuna dair hem ayet hem de rivayetler vardır.

Örneğin, "Gurb-i Nevafil" diye bir Kutsi hadiste şöyle geçer:

Kulum bana nafile ibadetler ile yaklaşmaya devam ederken, nihayetinde onun duyduğuyla duyan kulağı, gördüğüyle gören gözü ve konuştuğuyla konuşan dili olurum!


Yani Allah, nafileleri kılan şahsın diliyle konuşur (bu şahıs Allah'tan taraf konuşur!).

Böyle bir şahıs maneviyat yönünden üst bir dereceye ulaştığında onun sözleri, Allah'ın sözü olur.

Daha açıkçası bizler onun o sözlerini Allah'a nispet verip, "Bu sözler Allah'ın sözleridir!" diyebiliriz.

Elbette ki "o sözler 'mutlak Allah'ın sözleridir" diyemeyiz, ancak "İnsanımsı Allah'ın sözleridir" deriz!

Konuyla ilgili Kur'an ayetlerinde de şöyle geçer: 

(Oku) attığın zaman sen atmadın, ama Allah attı!

(Enfal: 17)


Yani oku atan Allah'tır ama, müşriklere resulünün ve müminlerin kanalıyla atıyor.

Diğer bir ayette de şöyle geçer:

Onlarla savaşın ki Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın!

(Tövbe: 9)


İşte naklettiğimiz hadis ve ayetler, Allah'ın "mütekellim" sorununu hallediyor.

Yani insanımsı Allah (vicdan), mümin kalpte yer almıştır ve o müminin diliyle konuşmaktadır.

Arifler, nebiye vahyolunan sözlerin, Allah'ın sözleri olmadığına da iman ederler.

Yani ariflere göre vahiy hem lafzen hem de manen nebinin sözleridir.

Fakat nebi bu sözleri "Allah'tan vekaleten söyler ve O'nun onayını aldıktan sonra o sözleri sarfeder!"

Bundan dolayıdır ki, arifler, Kur'an'ın "kelamullah" değil, "ilahi kelam" olduğunu söylerler.

Yani nebinin sözleri onlara göre "insanlık" ve "hayır" motivasyonudur.

Bundan dolayı da Kur'an'ın hem lafzen hem de manen nebinin kelamı olduğunu söylerler.

İşte naklettiğimiz bu sözler, ariflerin düşüncelerinin delilleridir.

Yani onlara göre Allah, beşerin diliyle "mütekellimdir!"

Örneğin, Allah, Musa nebi ile ağaç üzerinden ya da insanlarla İsa Mesih üzerinden konuşmuştur. 

İsa Mesih der ki, "Beni gören Allah'ı görmüştür!"

Onun bu sözleri İncillerde de geçer.

Ve yine şöyle der:

Ben sizinle konuşuyorum ama, babamdan vekaleten konuşuyorum.
 

Bende konuşan babamdır!
 

Ben babadayım ve baba da bendedir!


Bu sözler İsa Mesih'in İncil'deki bilinen sözleridir.

Fakat İslam alimleri der ki, konuşan Allah'tır ve O, bu sözleri Cebrail'e nakletmiştir.

Cebrail de nebi Muhammed'e intikal etmiştir.

Dolayısıyla bu, Muhammed'in değil Allah'ın kelamıdır, bu ise, aklen batıldır! 
 


10 aksiyomdan üçüncüsü: "Peygamberlerin gönderilişi"

İslam dininin "semavi din" olduğunu iddia edenlerin 10 esaslarından üçüncüsü; "Peygamberlerin gönderilişi"dir! 

Yani şeriat alimleri der ki Allah, insanların hidayeti bulmalarına ilgi gösterdiği için, onlara peygamber ve din göndermiştir.

Dolayısıyla diyebiliriz ki Allah, insanların mümin olmalarından mutluluk duymakta ve tövbe etmelerini sevmektedir. 

Şüphe yok ki Allah, tövbe edenleri sever!

(Bakara: 222)


Onlara rızık verir, onları bağışlar, sürekli insanlarla birliktedir, vs.

Ariflere göre sözü edilen bu Allah, "mutlak olan Allah" değil, "insanımsı İlah"tır.

İslam'ın şeriatçı alimleri ise bu durumların insanımsı Allah (vicdan) ile değil de "mutlak Allah" ile olduğunu söylerler.

Halbuki bu durum, felsefe kurallarıyla uyuşmamaktadır!

Çünkü filozoflar şöyle derler:

el-Âli, la yeltefitü ileddani/ Yüce olan aşağı olana bakmaz!


Yani illet, malulün (sebep, sonucun) etkisinde kalmaz!

Örneğin, güneşin önüne bir demir parçasını bıraktığınızı düşününüz.

O demir parçası bir müddet güneşin altında bekletildiğinde ısınmaya başlar.

Ondaki husule gelen bu ısınma maluldür, güneş ise bunun illetidir.

Güneş altında kalan demirin güneşe etki etmesi mümkün değildir.

Çünkü güneş yüce ve etkileyici, demir ise onun altında olan ve etkilenendir.

Yani illet, malulün üzerinde etki bırakmaktadır ve bunun tersi mümkün değildir.

Arifler, bunun böyle olduğuna iman eder ve şöyle derler: 

"Deniliyor ki insan Allah'a dua eder ve Allah da onun duasını kabul eder" veya "Allah kulunun tövbe etmesini sever", "Allah kulunu hidayet eder" vs.!


Şayet "mutlak olan Allah" bu durumları sever ise, o taktirde insanların tümünün de duası kabul olur ya da hidayet olur veya tövbe eder.

Fakat görüyoruz ki insanların çoğunun duası kabul olmuyor veya tövbe etmiyor ya da hidayeti bulmuyor.

Dolayısıyla, böyle bir durumda Allah hedefine ulaşamadığı için ya üzülmüştür diyeceğiz ya da kendisi -haşa- kusurlu ve eksiktir savını ileri süreceğiz.

Diğer bir ifadeyle; şayet Allah'ın tüm hedefi gerçekleşmez ise ve hidayet olmasını sevdiği kulu cehenneme girer ise bu durum, Allah'ın hedefine ulaşmadığını göstermiş olur.

Yani, "Allah'ın tüm hedefi insanların cennete gitmesini sağlamaktı ya da tüm insanları hidayet etmekti veya tüm insanların tövbe etmelerini temin etmek idi. Fakat bu hedeflerinin hiç birisini gerçekleştiremedi!"

Bu da Allah'ın kusurlu ve eksik olduğunu gösterir!

Bu sözlerin tümünden alınan sonuç şudur; "malul, illet üzerinde etki bırakmaz!"

Örneğin, dua konusunda İslam alimleri şöyle derler:

Allah, duaları kabul eder!


Onların bu sözü şu anlama geliyor:

Malul, illet üzerinde (dua eden Allah üzerinde) etki bırakıyor!


Bu da şu demek oluyor:

Yani illet, malule ve malul da illete dönüşüverir!


Oysaki böyle bu gibi bir düşünce çok tehlikelidir!

Zahirde bu söz bizim hoşumuza gidiyor olsa bile, fakat biraz derinlemesine düşündüğümüzde bunun batıl bir görüş olduğunu müşahede etmekteyiz.

Çünkü malul, illet olamaz.

Şayet dua Allah'ta etki bırakır ise ve Allah da fikrini değiştiriverirse, o taktirde insan, Allah'a etki eden bir fenomene dönüşmüş olur ve böylece de Allah'ın iradesini etkisi altına almış bulunur!

Oysaki insan, dünyaya nispeten bir karıncanın tırnağı mesabesindedir!

Dünya ise evrene karşı öyledir!

Peki, böyle bir konumdaki insanın "mutlak Allah" üzerinde etki bırakması mümkün olabilir mi?


Fakat ariflerin nezdinde bu konu da çözüme kavuşturulmuştur.

Çünkü onlara göre insanımsı Allah (vicdan) hem sever hem öfkelenir ve hem de insanlarla etkileşir.

Hatta bu Allah muhtaç bile olur!

Hiçbir zaman muhtaç olmaz diye bir kaide yoktur!

Hiçbir zaman muhtaç olmayan Allah, "mutlak olan Allah'tır!"

İnsanımsı olan Allah (vicdan), sana muhtaç da olur ve seni sever de!

Şayet günahkâr olur ve bir cinayet işler isen, bu hususta sana üzülür, hatta acı bile çeker!

Bütün bunları his de eder! Çünkü Kur'an "Nefs-i Levvame/Kınayan nefis/kendini suçlayan nefis" (Kıyamet: 2) diye bundan bahsetmiştir.

Gerçekten de insan bir günaha mürtekip olduğunda ve cinayet işlediğinde, pişmanlık ve üzüntü hisseder.

Buna karşı vicdanı üzüntü çeker! İnsanın içine yerleştirilmiş bu insanımsı ilah (vicdan), üzüntü dahi çeker!

Peki İslam alimleri bu hususu nasıl halledebildi?

Acaba "mutlak Allah" nasıl üzüntü çekebilir?!.


10 aksiyomdan dördüncüsü: "Allah'ın insanların hidayetini önemsemesi"

İslam'ın "semavi" olduğunu iddia eden alimlerin söyledikleri 10 esastan dördüncüsü; "Allah'ın insanların hidayetini önemsemesi" konusudur!

İslam'ın şeriatçı alimleri; Allah'ın, insanlarla konuşma (vahyi indirme) ve onlarla ilgilenme dışında, insanların hidayetini de önemsediği için, onlara kendilerinden elçiler de gönderdiğini söylerler.

Arifler, bu düşünceye şöyle bir itirazda bulunurlar:

Şayet 'mutlak Allah' insanların hidayetini önemseyip elçi gönderiyor ise (ki biz de buna iman ediyoruz), gönderdiği bu elçi, halkın bir kısmı için değil tüm beşer için gönderilmiştir! Yani gerçekte Allah, her insan için biri 'akıl' diğeri de 'vicdan' olmak üzere iki elçi göndermiştir!

 
Fakat İslam alimleri "insanların hidayetini önemsediği için Allah'ın, kendilerinden onlara resul/elçi göndermiş!" olduğunu iddia ederler.

Arifler der ki, biz bu görüşün batıl olduğunu söyledik.

Şayet doğru olduğunu farz etsek dahi, onların şu sorunun cevabını vermeleri gerekir:

Şayet Allah insanları önemsiyor ise, o taktirde o elçiyi bütün insanlar için göndermesi gerekir!

Peki bir tek İsrailoğullarına yüzlerce elçi gönderip ve onların da bir gün içerisinde o elçilerden onlarcasını öldürmelerinin anlamı nedir?

Acaba Araplara tek bir nebi göndermesi, Çinli ve Hintlileri de bundan mahrum bırakması doğru kabul edilir mi?


Çinliler ile Hintlilerin tarihlerini okuduğumuzda, onarın tarihinde "nebi" isminin geçmediğini görürüz.

Hintlilerdeki "Buda" isimli şahıs da onların itiraflarına göre nebi değildir.

Biz Müslümanlar da onun nebi olduğunu kabul etmiyoruz.

Çünkü "Buda", asla Allah'tan bahsetmemektedir.

Söyledikleri yalnızca nasihatlerden ibarettir!

"Konfüçyüs" de yalnızca insanlara nasihatte bulunuyor.

Dolayısıyla şayet Allah, beşerî önemseme hususunda sadık ise, o taktirde tüm beşere elçi göndermesi gerekmez mi?


Şeriatçı İslam alimleri der ki:

hayır, Allah tek elçi göndermeli ve tüm insanların da o elçinin sözlerini kabul edip ona itaat etmeleri gerekir!


Peki, böyle bir durumda dil konusu ne olacaktır?

Yani gönderdiği o elçinin diliyle indirilen din, 100 veya 200 yıl sonra mı diğerlerine ulaşacaktır?

Ulaşacağı o bölge insanlarının da mı o elçinin dilini öğrenmeleri gerekecektir?

Örneğin, şayet "Arapça indirilen o kitap Çin diline tercüme edilmelidir" denirse, o taktirde o kitabın yüzde 100 Çin diline doğru bir şekilde çevrildiğini nereden anlayacağız?

Çünkü Arapçadaki her kavramın karşılığı başka dillerde mevcut değildir.

Örneğin, Arapça "Bismillahirrahmanirrahim" diyorsunuz. Türkçe ve Farsçada, Arapça olan bu cümledeki kavramların tam karşılığı mevcut değildir.

Bundan dolayı Türkler, bu kavramların tam karşılığını bulup verememişlerdir ve o cümleyi tercüme ederken, "Esirgeyen ve bağışlayan Allah'ın adıyla" diye çevirmişlerdir.

"Esirgeyen" ve "bağışlayan" kelimeleri, Arapçada geçen "Rahman" kavramının karşılığıdır, fakat "Rahim" kavramının Türkçe karşılığı mevcut değildir.

Bunu şerh etmek lazımdır!

Farslar ise Arapçada geçen o cümleyi; "Bağışlayan ve seven Allah'ın adıyla" olarak tercüme etmişlerdir.

Farsçada "bahşen" de (gaffar/bağışlayan), "Mihriban" ise (rahim/seven) anlamını ifade eder!

Hem Farsçada hem de Türkçede "Rahim" kavramının karşılığı mevcut değildir!

Bundan dolayı diyoruz ki Allah'ın, her kavmin kendinden elçi göndermesi icap eder.

Evet, Allah'ın bütün beşer için merhametli olduğunu ve onlar arasında ayrım yapmadığını biliyoruz.

Fakat ariflerin görüşlerine göre Allah, her bir insan ile birebir ilgilenmekte ve elçisini de onlardan her birinin kalbine göndermektedir.

İslam alimlerine göre Allah, zahirde kendi içlerinden örneğin, Muhammed gibi nebileri göndermektedir.

Arifler açısından ise Allah'ın bu işi bu şekilde halletmesi, birtakım bilgi ve mucizeleri de gerekli kılar.

Gönderilen elçiye denilir ki, "senin elçi olduğunu sana kim söylemiştir?"

O da "Ben Cebrail'i gördüm, Cebrail de bana elçi olduğumu söyledi" derse, ona; "Peki, bu konuda senin şahidin kimdir ve delilin nedir?" diye sorulur.

O da, "Elbette ki Allah, senin, kendisinin elçisi olduğunu biliyor" (Münafikun:1) Yani, "Şahidim ve delilim Allah'tır" derse, yine de O'ndan "Allah'ın senin elçi olduğuna şahitlik ettiğine dair delilin nedir?" diye sorulur!

O da "Delilim, getirdiğim mucizelerimdir!" diyebilir.

Peki tüm nebilerin mucizesi var mıdır?

Ayrıca mucizelerde dahi hayli şüpheler mevcuttur!

(Mucize konusunu ayrıca ele alıp incelemek gerek!)

Arifler der ki, İslam alimlerine şu ikinci soru da sorulabilir:

Şayet Allah kullarını önemsemede samimi ise, onlara elçi göndermek için bunun daha kolay bir yolunu irade edemez miydi? Örneğin insanın aklını daha da güçlendiremez miydi? Veya onun zihnini geliştiremez miydi?

Çünkü İslam alimleri der ki, "İnsan aklı zayıftır, şehvet vs. gibi güdüler onun aklını zayıflatmaktadır! Bundan dolayı da zahirde beşerden elçiler göndermelidir!"


Yine arifler şöyle derler:

Peki insanlar şayet kendi akıl ve vicdanına uymaz ise, elçilere nasıl uyacaklardır?

Nitekim Kur'an'da işaret edildiği üzere, zahirde gönderilen nebilerin tüm kavmi bile onlara iman etmemişlerdir.

Dolayısıyla İslam alimlerinin söyledikleri bu yol, batıl bir yoldur.

Yani Allah'ın hedefi, zahiri elçileri gönderme yoluyla tahakkuk bulmamaktadır.

Örneğin, Allah'ın gönderdiği bu elçilerden biri Nebi Muhammed'dir.

Birisi de nebi İsa Mesih'tir.

Nebi Muhammed'in takip ettiği yol, insaflı düşünüldüğünde ahlaklı bir yol değildir.

Yani nebi Muhammed yolunu, güçten yararlanarak tesis etmiş, Ali'nin Kılıç'ı ve Hatice'nin malından istifade ederek dinini hâkim kılmıştır.

Hatice, döneminin milyarderlerindendi.

Dolayısıyla dinine taraftar toplamak için onun malını fakir fukaralara dağıtmış!

"Gel, İslam'ı kabul et, sen yoksul ve açsın, sana bu kadar mal vereyim" demiş ve o insanlar da o malı aldıktan sonra "Eşhedü en la ilahe illallah ve Eşhedü enne Muhammeden Resulullah" demişlerdir.

Bu şekilde de yoksulları etrafına toplamış ve sonra da İmam Ali'nin kılıcı ortaya çıkmıştır.

İslam alimleri nebi Muhammed'in bu durumuyla gurur duyar ve "İslam; Hatice'nin malı ve Ali'nin kılıcı ile ayakta durdu" derler!

Sünniler için de "Allah'ın yalın kılıcı Halit b. Velid" vardır.

Onlar da bunu çok severler.

Arifler bu durumları göz önüne alarak derler ki, nebi Muhammed'in bu yolu, ahlak dışı bir yoldur.

Hatta İmam Ali'nin kılıcı olmasaydı bile, nebi Muhammed Cennet ile teşvik edip Cehennem ile de korkutuyordu ve bu yolla da insanları etrafında toplamayı başarıyordu.

Bu bile ahlak dışı bir yoldu!

Yani diyordu ki, "şayet sende iman, din ve ahlak varsa, Cennet de vardır, şayet yok ise, sana Cehennem ateşi vardır!"

Dolayısıyla Allah'ı ihlas ile sevmek, faziletin peşince koşmak ve bütün rezillikleri terk etmek gibi eylemlerdeki hedef, Cennet ve Hurileri elde etmek, Cehennem ve ateşten kurtulmak içindi! İşte bu, ahlak dışı bir yol ve yöntemdir.

Hatta günümüzde bile bir müçtehit din talebelerine harçlık dağıtsa ona da "bu iş ahlak dışıdır ve bu müçtehit dükkân açmıştır, dolaysıyla da bu bir Deccaldır" diye itiraz ederler.

Ve "İnsanları mal ile kandırıyor" derler.

Nebinin yaptığı da bunun gibidir.

Yani, her iki yol da ahlak dışıdır!

Oysaki ahlaki yolun türleri vardır.

İsa Mesih'in nasihatlerine baktığımızda ne Cehennemin narı ile korkutuyor ne de Cennet, Huri vs. ile teşvik ediyor.

Mesih diyor ki, "şayet sen iyi bir insan olur isen, Allah seni melekut aleminde benimle haşredecektir!"

Melekut aleminde ise Cennet, Cehennem, şarap, Huri vs.den bahsetmiyor.

Yalnızca başka bir hayatın yaşanılacağından bahsediliyor.

Kısacası; İslam alimlerinin görüşlerini üzerine bina ettikleri dördüncü esas, "Allah'ın elçi göndermesi" esasıdır ve görüldüğü üzere bu elçilerin gelmesi, akıl ve mantığın dışındadır.

Çünkü şayet Allah elçi göndermeyi dilerse (ki dilemiştir de), tüm insanlar ve tüm ümmet için göndermelidir.

Zira Allah'ın rahmeti, adalet ve hidayeti, bunun böyle olmasını gerektirir!

İşte Allah, kendi dinini cahil Arab' ın diliyle gönderip, ondan 100 veya 200 yıl sonra da nebiye gelen haberlerin Çin'e ulaşmış olması, adalet ve hidayet kuralarına aykırı bir durumdur!

Peki, şayet elçiye gelen bu haberler oralara ulaşmış olmaz ise, o taktirde oradakilerin durumu ne olacaktır?

Onlar Cehenneme mi gideceklerdir?


Şayet "onların bir kabahatleri yoktur, onların tümü de Cennete gideceklerdir" der isek, bu durum daha çekilmez ve altından kalkılmaz bir hal alır.

Çünkü "o dine inanan insanlar (örneğin Müslümanlar!) bu kadar namaz kılıp oruç tutacak, zekât verip hacca gidecek, emr-i bilmaruflukta bulunup cihat edecek, bu kadar işleri yaptıktan sonra da ya Cennete ya da Cehenneme gideceklerdir" tezini onlara kabullendirmek, çok zor olur.

Yani "o kafirler, Muhammed nebinin getirdiği din, onlara ulaşmadığı için Cennete gideceklerdir" demek Müslümanlar için büyük bir zulüm kabul edilir.

Çünkü nebinin Müslümanlara gelişi, o insanlar için bir tür "ilahi kayıp" sayılır!

Zira şayet nebi onlara gelmiş olmasaydı, tüm insanlar, akıl ve vicdanına tabi olarak Cennete girmiş olacaklardı!


10 aksiyomdan beşincisi: "Kur'an'ın Allah'tan olduğu" inancı

Dinin "semavi" olduğunu iddia eden Şeriatçı alimlerin delil olarak sundukları 10 esastan beşincisi; "Kur'an'ın Allah'tan olduğu" inancıdır!

Arifler der ki, İslam alimleri böyle bir iddiada bulunmalarına rağmen, nebi Muhammed; "Bu Kur'an Allah'tandır ve ben bunu Allah'tan duydum" demiyor!

Şayet nebi; "Ben bu Kur'an'ı Allah'tan duydum" deseydi, ona karşı birtakım itirazlar yapılmaz ve her kes Kur'an'ın tüm söylediklerine teslim olurdu!

Örneğin, İsa Mesih şöyle der:

Ben konuşuyorum ama, benim dilimle konuşan babamdır!


Fakat nebi Muhammed, "Ben bu sözleri Allah'tan duydum" demiyor!

"Cebrail'den duydum" ve "Cebrail benimle Allah arasında bir vesiledir" diyor.

Oysaki vesile olan bu Cebrail, bilinmeyen bir şeydir!

Yani, nebinin bu Cebrail ile nasıl tanıştığını, bunun aracı ve elçi olduğunu nasıl anladığını ondan sormak lazım!

Şayet nebi; "O bana kendinin böyle olduğunu söyledi derse!", nebinin bu sözü delil sayılmaz.

Örneğin, birisi Almanya'dan ya da başka bir ülkeden gelip ve Türk devlet başkanına; "Ben falan ülkenin sizin ülkenize atadığı elçiyim" derse, acaba Türk devlet başkanı onun elçiliğini, yalnızca onun o beyanı üzerinden kabul eder mi?

Yoksa ondan kimlik ve onu görevlendiren devletinin onun elçiliği ile ilgili yazdığı güven mektubunu da mı ondan talepte bulunur?

Acaba nebi Muhammed Cebrail'den bunu sordu mu?

Dedi mi ki; "Peki, senin melek olduğunu farz et ki kabul ettik, ama senin Cebrail olduğunu sana kim söyledi? Farz et ki senin Cebrail olduğunu da kabul ettik, peki senin Allah tarafından gönderilmiş bir elçi olduğunu nereden anlayacağız?"

Getirmiş olduğu sözlerin Allah'ın sözü olduğunu nebiye söyleyen Cebrail'dir!

Bu sözlerin tümünün nebinin nezdinde yakin derecesine ulaştığını farz edelim, fakat onun yakini, şahsi olduğu için yalnızca kendini bağlar ve başkaları için delil teşkil etmez!

Örneğin birisi kalkıp size derse ki, ben size bir milyon dolar verdim ve bunu verdiğime de yakin ediyorum, acaba siz bu adamın yakinini doğru kabul edip o parayı ona geri öder misiniz?

Ya da size dese ki, "Sen bir katilsin ve ben buna yakin ediyorum!" acaba o adamın böyle dediği için sizin kısas edilmeniz ya da hapse atılmanız doğru olur mu?

Yani birisi için bir şey yakine dönüşmüş olur ise, o şey diğerleri için bir sorumluluk teşkil eder mi?


Nebi gelip insanlara diyor ki, "Bu sözlerin (Kur'an vahyinin) Allah sözleri olduğu bende yakin oluşturdu, sizin bunlara uymanız gerek! Çünkü ben, Allah tarafından elçi olarak gönderildiğime yakin ediyorum!"

Şayet ondan sorsanız ki; "Bunu nereden biliyorsun?" Der ki;

Çünkü bunu bana Cebrail söyledi.


Nebinin bu şekildeki bir cevabı, asla yeterli olmaz ve onu kabullenmek de basit bir şey sayılmaz.

Çünkü onun o sözünü kabullendiğinizde, oruç, namaz, hac, zekât, humus, cihat vs. gibi birçok yükümlülüklerin altına girmeyi de kabullenmiş oluyorsunuz.

Bunların dışında ayrıca: "Nebi, müminlere canlarından daha önce gelir" (Ahzab: 6) hükmü gereği, onu kendinizden önde görme mecburiyetiniz de husule gelir.

Bu hükümden yola çıkarak nebi, evlatlığı Zeyd'in karısını dahi arzu eder ise, onu kendine eş olarak alabilir.

Çünkü nebi, müminlerden daha üstündür!

"İtaat ediniz Allah'a ve itaat ediniz nebiye" (Nisa:59) ayeti de öyledir!

Yani, nebi "Ben Allah'ın elçisiyim" diyerekten birçok hükümleri de eline almıştır.

Peki "Senin Allah'ın elçisi olduğuna dair delilin nedir?" denildiğinde "Allah, senin O'nun elçisi olduğunu biliyordur!" (Münafikun: 1) der ve işi bitiriverir!

Fakat arifler nezdinde bu konu da halledilmiştir.

Çünkü arifler şöyle der:

Kalbim bana Rabbimden konuştu!


Bu sözle demek isterler ki, "Allah'ın benimle konuştuğunu hissediyorum."

Yani insandaki "nefs-i levvame/kınayan nefis", onun konuşma ve fiillerindeki yanlışlıklar mukabilinde o insanı kınıyordur.

Ya da onun konuşma ve güzel işler yaptığında, o insanın mutluluk duymasını ona hissettiriyordur.

Çünkü ihsaslar da birer delildir!

Örneğin, ben şöyle hissedebilirim:

Allah benden, bildiklerimi insanlara aktarmamı istiyor ve şunları yapmamı diliyor. 'Günlük olarak halka bildiklerinden bir kısmını aktar' diyor" vs.


Gerçekten de ben bu duyguları ve Allah'ın bu işleri yapmamı emrettiğini hissetmekteyim.

Ben biliyorum ki bendeki, Allah'ın bana verdiği birtakım bilgiler vardır.

"Bu bilgilerini insanlara ulaştır" diyor. Fakat bunlar bütünüyle benim düşüncelerimdir ve bu düşüncelerim, başkaları için delil değildir!

Yani ben, "Allah'ın bana bu işleri emrettiğine yakin ediyorum! Öyleyse size düşen de bana tabi olmanızdır, sizi ben güzel yola hidayet edeceğim" diye söylemem asla doğru değildir!

Çünkü bana uymalarını istediğim insanlarda da akıl ve vicdan vardır!

Dolayısıyla, aracılık yapan bu Cebrail, şüpheli bir şeydir.

Yani, hadis alimlerinin diliyle söylemeli olur isek, şunu diyebiliriz:

Bir rivayetin şüpheli bir durumu olur ise, ona "zayıf rivayet" denir.

Çünkü senet yönü şüphelidir!

Daha açıkçası Kur'an, Allah'tan nakledilen bir rivayettir.

Bunun rivayetçisi de nebi Muhammed'dir!

Bu sözleri nebi Muhammed'e Allah'tan nakletmeye aracılık eden Cebrail ise meçhuldür.

Yani biz Cebrail'in melek mi, Cin mi ve mümin bir Cin mi olduğunu bilemiyoruz!

O gelip Muhammed'e "Bu sözler Allah'tandır" demiştir.

Belki de o mümin Cin, insanların hidayeti bulmasını sevdiği için bu sözleri ona söylemiştir.

Çünkü her mümin, diğer müminlerin de iyi bir hidayete kavuşmasını diler.

Hatta bunun için bazen yalan bile konuşabilir.

Çünkü İslam alimlerinin kendileri şöyle derler: 

Binlerce yalan rivayetler vardır ve bu yalan rivayetleri nakledenler de iyi insanlardır! Bunlar insanların salih kullar olmalarını isterler ve dolaysıyla da "beyaz yakalı (!)" yalanları yayınlamışlardır!


Yani nebi Muhammed, Cebrail'den hiçbir şeyin talebinde bulunmamıştır.

Örneğin birisi "Ben Doktorum" dediği zaman, ondan "sen hangi üniversiteyi okudun, doktorluk diplomasını nereden aldın" vs. gibi birtakım şeyleri sorar ve mutmain olduktan sonra götürüp hastalarını ona teslim ederler.

Nebi Muhammed de, "Ey Cebrail! Allah'ın elçisi olduğuna dair senin elindeki delilin nedir, bunu bize kanıtlayabilir misin?" vs. gibi sözleri söyleyip ve o da Allah'ın elçisi olduğunu kanıtlayabilseydi, "ey vallah" der onun getirdiği sözlerin Allah'tan olduğunu kabul edip teslim olurduk.

Fakat nebi Muhammed bunların hiç birisini ondan sormamıştır.

Ne mahiyetini sormuş ne de cinsiyetini.

Yalnızca "Cebrail beni tastık etmiştir" demiş o kadar!

Cebrail onun nebi olduğunu tastık etse bile, halkın onu tastık etmemesi suç sayılmaz.

Evet, kendisi için o konu (yani Cebrail'in onu tasdiki) önemli olabilir, fakat bütün dinini, hayatını, malını, canını ve varlığını bir şahsa teslim eden birisi için bu konu hayli önemlidir ve böyle birinin davet ettiği Allah'a giden yolun, sağlam bir yol olduğu belli değildir.

Sadece "Cebrail bana bunları haber vermiştir" demekten başka bir sözü olmamıştır.

Şayet nebi Muhammed de İsa Mesih gibi, "Ben Allah ile irtibat içerisindeyim" derse, bunu makul karşılamak mümkündür.

Şayet "Vicdanım ile Allah'ı duyuyorum" derse, bu da makuldür.

Çünkü o taktirde "Allah, buna talimatlarını vicdan kanalıyla veriyor" denilir.

Ama onun bu durumu başkaları için hüccet sayılmaz!

Ona denilir ki, "Sen, 'başkaları için ben hüccetim' diyorsun da fakat seninle Rabbin arasında aracılık yapan o varlığın ne olduğu bilinmiyor!"

Son cümle olarak ariflerin şu sözlerini de aktarıp konuyu öyle kapatacağım. 

Arifler der ki:

Cebrail, Mikail, İsrafil, Azrail, Yahudi isimleridirler.

İbranicede "il", Allah anlamındadır!


O taktirde o meleklerin anlamları şöyle olur:

Mika-il; (Allah'ın rızkı), Azra-il; (Allah'ın azabı), Cebra-il; (Allah'ın Cebri). Hatta Hab-il, Kab-il gibi isimler de Yahudi isimleridir!

Aslında esası Yahudiliğe dayanan bir şeye iman etmenin bu kadar sıkıca tutulması nasıl doğru olabilir?

Bu Yahudi kültürünün bizce yasaklanması gerekir! 

Yani arifler bu türden kültürleri, Allah'a giden yol olarak kabul etmezler.  

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU