Suriye Devrimi'nin simgesel yapılarından birisi Emevi Camisi'dir.
Şam, Emevilerin başkentiydi, dolayısıyla bu cami siyasal olarak son derece önemli bir yere sahipti.
Osmanlı döneminde hac güzergahının en önemli istasyonu olan bu kent, kurulduğu ilk günden beri bir imparatorluk şehri olmanın gereği olarak farklı etnisite, mezhep ve dinlere ev sahipliği yapıyordu.
Suriye'de rejimin devrilmesi sonrası Emevi Camisi'nde ilk cuma namazı kılındı https://t.co/l9NqgR9xTe pic.twitter.com/0ytlYw6ZUg
— Independent Turkish (@TurkishIndy) December 13, 2024
Camiye çeviren Ebu Ubeyde
Şam sur içinde Hamidiye Çarşısı'nın hemen yanında bulunan Emevi Camisi'nden önce Romalılar döneminde Jüpiter Tapınağı, Bizans devrinde de Yahya Kilisesi bu caminin yerinde bulunuyordu.
Şehrin fethinden sonra bu kiliseyi camiye çeviren kişi Ebu Ubeyde bin Cerrah'tır.
Bugün Gazze'deki Kassam özgürlük savaşçılarının sözcüsü Ebu Ubeyde'nin kendisine tercih ettiği mahlas da Ebu Ubeyde bin Cerrah'tan geliyor.
Sahabe Ebu Ubeyde İslam peygamberinin cennetle müjdelediği 10 kişiden birisiydi.
Bir savaş sırasında İslam'a karşı savaşan babasını dahi kılıcından geçirmekten çekinmemesi onu İslam dünyasında büyük bir kahramana dönüştürdü.
Uhud Savaşı sırasında ise ordu dağılırken peygamberin yanında ayrılmayan bir avuç kişiden birisi olması, onu İslam peygamberi için ayrı bir yere konumlandırıyor.
Ebu Ubeyde, peygamberin vefatından sonra Müslümanlarca halife ilan edilmek istenmişse de "bu göreve Hz. Ebubekir layıktır" diye feragat etmiş ve ömrünü İslam fetihlerine adamıştı.
Yahya Kilisesi'nden çevrilen cami Halife Velid zamanında tamamen yıkılarak yerine bugünkü Emevi Camisi 706 senesinde inşa edildi.
Yıkılmaktan kurtaran Melik Şah ve Zengi'ydi
Cami 1069 senesinde tamamen yanarak kül olacaktı, bu kez bu yapıya Türkler sahip çıkacak Sultan Melik Şah bu yapıyı 1083'te baştan başa imar edecekti.
Anadolu'nun kapılarını Türklere açan büyük komutan Alp Arslan'ın oğlu olan Melik Şah, İslam dünyasını işgallerden koruyan komutan olarak öne çıkar.
Suriye'deki Fatımi izlerini silen Melik Şah, Hasan Sabbah'ın kurduğu terör düzenine savaş açarak Alamut Kalesi üzerine ordular göndermekten de çekinmeyecekti.
Şam Evi Camisi'ni genişleten bir diğer isim Nureddin Zengi olacaktı.
Zengi, İslam'ın siyaseten en karanlık devresinde Hızır gibi yetişmiş büyük bir hükümdardı.
Kudüs düştükten sonra Bağdat, Kahire, Konya başta olmak üzere hiçbir Müslüman başkenti güvende değildi.
Müslümanların makûs talihi bir Türkmen komutanı olan İmâdeddin Zengi'nin Musul Atabeyliği'ne geçmesiyle değişti.
Bu Türkmen komutan yüzlerce sarayı olmasına rağmen hiçbirinde uyumuyor, at sırtından inmiyordu.
En büyük hedefi Müslümanları, Haçlılara karşı birleştirerek 40 yılı aşmış Haçlı zulmüne son vermekti.
Bu amaçla Urfa'yı yeniden fethetti ve Antakya üzerine seferler başlattı.
Haçlılar kısa süreli şoku üzerinden attıktan sonra toparlandı ve Papa III. Eugenius'tan yeni bir Haçlı seferi için destek istedi.
Papalık bu çağrıya olumlu cevap vererek sayısı 70 binin üzerinden yeni bir orduyu İmameddin Zengi'yi yok etmek üzere bölgeye yönlendirdi.
Zengi'yi yok etmek için harekete geçen büyük Haçlı ordusu, hiç beklemediği bir düşmanı karşısında buldu.
Kılıçarslan'ın oğlu Sultan Mesud, babasının yenildiği Eskişehir'de, Haçlı ordusunu yakaladı ve babasının intikamını Haçlılardan aldı.
Savaş sona erdiğinde devasa Haçlı ordusundan geriye 5 bin civarında asker kalmıştı.
Nureddin Zengi babasının ölümünden sonra hükümdar oldu.
İki yönlü bir düşman belirleyen Zengi hemen harekete geçti.
Bu iki düşmandan birisi Haçlılar iken diğeri de Bâtıni terör örgütleri eliyle bölgeyi tehlikeye atan Şiilerdi.
Haçlılarla savaştan başka bir strateji gözetmeyen Zengi, Şiilere karşı ise hem manevi hem de maddi bir savaş başlatmıştı.
Zengi, Şiilik düşüncesinin yayılmasını engellemek için Sünni inancını güçlendirip ve 40 kadar medreseyi inşa ile eğitim faaliyetlerini destekledi.
Bu Nizamülmülk'ün Nizamiye medreselerinden bu yana girişilen en büyük eğitim hareketiydi.
Yine halkın kalbine yerleşmiş Haçlı korkusunu söküp atmak için Zengi döneminde Cuma hutbelerinde Kudüs'ün yeniden fethedilmesi işlenmiş, şairlere ise bu konuda şiirler yazdırılmıştı.
Bu hareket ile Nureddin Zengi Müslüman emir ve komutanların kendisine karşı bir saldırıya ya da ittifaka girişmesinin meşru alt yapısını ortadan kaldırmıştı.
Bu siyaset kısa sürede karşılık bulmuş; Dımaşık ve Mısır tamamen Zengi'nin kontrolüne geçmişti.
Mısır'da Fatımilerin tamamen ortadan kaldırılması Haşaşiyunlar benzeri terör örgütlerinin Sünni İslam beldelerinde bir daha hayat bulamamasını sağlamıştı.
Nureddin; savaşın, entrikanın ve hilenin kol gezdiği bu savaş coğrafyasında insani erdemleri önceleyerek Müslüman ahalinin sevgisini kazanmıştı.
İbnel-Esir onun nitelikleri şöyle yazacaktı;
Geçmiş zaman hükümdarlarının hayat hikâyelerini okudum ve bunların arasında, ilk halifeler hariç, Nureddin kadar erdemli ve adil olanına rastlamadım.
Emevi Camisi ve Çerkesler
Emevi Camisi çeşitli sebeplerle yıkımın eşiğinde iken bu kez imdada Çerkesler, yani Memluk Devleti yetişir.
Sultan Kayıtbay Çerkeslerin şerefli tarihine yaraşır bir biçimde camiyi baştan başa yenilemekle kalmamış, büyüterek önemli eklemeler yapmıştı.
Mısır ve Suriye'nin tarihinde önemli bir yere sahip olan Çerkesler görmezden gelinse de neredeyse iki asır boyunca İslam beldelerinin namusunu Moğol ve Haçlılardan korumuşlardı.
Çerkesler, Mısır'a esasen Selahaddin Eyyubi ile yerleşmeye başlamışlardı.
Selahaddin'in ordusundaki generallerden Emir Fahrettin zaferlerde önemli bir paya sahipti.
Çerkesler, Selahaddin Eyyubi'nin vefatına kadar Eyyubilere sadık kaldılar.
Kudüs Fatih'i sahneden çekilince bir başka Çerkes olan Emir Çerkes; Kahire ve Şam'ın en güçlü ismine dönüştü.
Eyyubiler ilerleyen süreçte zayıflayınca Çerkesler, Kürtlerle yolunu ayırıp Emir Aybey'in idaresinde toplandı.
Haçlıları, Ortadoğu'dan tamamen silip atan 1291 itibariyle Çerkesler oldu.
Nil'in yeni efendileri, Sultan Kutuz iktidarında ise tüm İslam alemini yerle yeksan eden Moğollara ağır bir bedel ödetmişti.
Moğolların önce Filistin'e ardından da Mekke'ye girip talan etme planına engel oldu.
Cengiz Han'ın torunlarından Mengu Timur'un bölgeyi yakıp yıkan ordusunu yine bir Çerkes komutan Seyfeddin Kalâvûn el-Elfi el-Mansûr tarafından durdurulacaktı.
1303 yılında Kazan Han'ın ordusunu bir İslam beldesi olan Şam'dan söküp atan Çerkesler olacaktı.
Melikü'z-zahir Seyfeddin El-Osmani El-Yelboğavî Berkuk iktidara geldiğinde Mısır iktidarını tamamen Çerkeslere vererek Türk ve Kürtleri idareden uzaklaştırdı.
Oysa bu hata, Türkmenler ve Kürtleri Osmanlıya yakınlaştıracak ve Memluklerin de bir noktada sonu olacaktı.
Yine de 15'inci yüzyılda Çerkesler, İslam dünyasının en güçlü devleti idi.
Bilhassa Emir İnal döneminde Kıbrıs'ın fethi gibi parlak zaferler elde edilecekti.
Çerkesler, Cemal Abdunnasır darbesine kadar Mısır iktidarında her daim yer aldı.
Hatta Kral Faruk, Prensesi Osmanlı'nın kudretli Çerkes paşalarından Deli Fuat Paşa'nın oğlu Hulusi Tugay Fuat ile evlendirmişti.
Hulusi Tugay Fuat, Nasır'ın gözünün içine bakarak "Mısır'ı Mahvettin!" diyerek Türkiye-Mısır arasında diplomatik krize neden olan kişiydi.
Nasır, iktidarı döneminde Türkiye'den resmi bir özür gelmediği için yıllarca temas dahi kurmayacaktı.
Yine Kral Fuat da bir başka Çerkes olan Çerkes Ethem'i Mısır Sarayının baş muhafızı yapmak istemişti; çünkü Mısır Sarayında neredeyse Kral hariç herkes Çerkes'ti.
Oysa Çerkes Ethem, Mısır yönetiminin iplerinin İngilizlerde olduğunu hatıratlarında belirterek Çerkesleri İngilizlerin oyuncağı yapmayacağını belirterek belki de Mısır'ın ordusunun başına geçme fırsatını reddederek Ürdün'e göçecekti.
Velhasıl, Kudüs'ün muhafazası başta olmak üzere Şam'dan Anadolu'ya kadar uzanan bir coğrafyada ayağına taş değen her Müslüman toplumun imdadına yetişmeye çalışan Nil'in efendileri Çerkesler ne İsa'ya ne de Musa'ya yaranamadan sessizce tarih sahnesinden çekildiler...
Caminin yeni hamisi: Yavuz Sultan Selim
Osmanlı'da Doğu vilayetlerinin fethinin önemli bir kısmı Yavuz Sultan Selim'e aittir.
Şam'ın fethinden sonra Cuma namazını Emevi Camisi'nde kılan sultan, bu yapıya diğer mabetlerin hepsinden daha fazla ilgi ve alaka göstererek hızlı bir biçimde restore ettiği gibi genişletmişti.
Şam'ın alınmasından sonra bir seneden kısa süre sonra Mısır da alınacaktı, buranın alınmasıyla Halifelik makamı Türklerin himayesine girecekti.
Hilafet makamının Osmanlılara tam olarak nasıl geçtiğine dair rivayetler muhtelif bir görünüm arz ediyor.
Sultan Murat Hüdavendigar ve Fatih Sultan Mehmet bu makamı sıfat olarak üzerine almaya çalışmışsa da Halifelik makamını resmen üzerine almayı başarabilen kişi "Hâdimü'l-Haremeyni'ş-Şerifeyn: Halife Yavuz Sultan Selim"dir.
Bu da Mekke ve Medine'nin Osmanlı'ya katılması ile mümkün olmuştu.
Bu ayrıntıdan anlaşılabileceği üzere bazı çevrelerce bugün Halifeliğin geri gelebilmesi için; hükümdarın Mekke ve Medine'nin idaresini elde tutması elzem.
Aksi halde kendisini halife ilan edecek kişi Kureyşli olmamak ithamıyla suçlanacaktır.
Osmanlı bu ithamların önünü kesebilmek için Lütfi Paşa'ya "Halâsu'l-Ümme fî Ma'rifeti'l-Eimme" risalesini yazdırmıştı.
Yine de İngilizlerin teşvikiyle Osmanlı hilafetine karşı en büyük Arap isyanlarının temel dayanak noktası "Halifenin Kureyşli olmaması" suçlamasıydı.
Halifenin Kureyşli olması gerekliliği iddiasını savunanların başında da İbn Haldun geliyordu.
Haldun her ne kadar nesebin gözetilmesindeki mantığı tam olarak açıklayamıyorsa da bu konudaki maslahatı tartışmaya kapatıyordu.
Ona göre peygambere ülfet, nizam için olmazsa olmazdı;
Bütün şer'î hükümler için mutlaka bir takım maksatlar ve hikmetler vardır. Dinî hükümler bunları ihtiva eder ve bunlar için teşri edilir. Biz Kureyş nesebinden olma hususunun şart kılınmasındaki hikmeti ve Şâri'in bundaki maksadını araştırdığımız zaman, umumiyetle zannedildiği gibi bu hususta Nebi (s.a.)'nin vuslatı (ve nesep bağı) ile teberrük etme hali ile iktifa edilmediğini göreceğiz. (Sırf Hz. Peygamber'le ilgili güzel bir hatıradır, diye onun kabilesinden olma şart kılınmış değildir).
Her ne kadar söz konusu vuslat (ve Nebi'nin soyundan olma hali) mevcut ve onunla teberrük hasıl olmuş ise de, bilindiği gibi teberrük şer'î maksatlardan değildir. Şu halde nesebin şart kılınması suretiyle mutlaka bir maslahat gözetilmiş olacak. Bu şartın teşri kılınmasından maksat o maslahattır.
Yaptığımız inceleme ve araştırma sonunda, (nesep konusunda) sadece asabiyete itibar edildiğini görürüz. Himaye ve mutalebeye, savunma ve taarruza esas teşkil eden, var olması halinde mansıp sahibine karşı yönelen tefrika ve ihtilafların ortadan kalkmasına vesile olan, söz konusu asabiyettir. İmdi İslâm cemaati, bu mansıp sahibi ve onun ailesi (asabesi) ile sükûn bulur, ülfet bağı bu sayede nizama girer.
Osmanlılar uzun yıllar Hilafet makamını kullanmamayı tercih etmişti; çünkü Osmanlı'nın toplum unsurları ve imparatorluk dinamikleri bunu zorunlu kılıyordu.
İmparatorluğun dağılmaya başlamasıyla beraber Halifelik artık bir can simidine dönüştü.
Bu makam ilk defa; Osmanlı tarihindeki utanç vesikalarından birisi olarak kabul edilen 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile kendisine yer buldu.
Osmanlı bu antlaşmayla bir İslam toprağını ilk kez kaybetmiş; fakat buradaki Müslüman halkını korumak için Anlaşmanın 3'üncü maddesine Halifenin koruması altında olduklarını koydurtmuştu:
...ve lâkin mezhepleri ehl-i İslâm'dan olup zât-ı madeletsimat-ı şehriyaranem İmâmü'l-mü'minîn ve halifetü'l-muvahhidîn olduğuna binaen taife-i merkuma ahdolunan serbestiyeti devlet ve memleketlerine halel getirmiyerek umûru diniyye mezhebiyelerine taraf-ı hümâyunum hakkın şerîat-ı İslâmiyye muktezasınca tanzim ederler…
(Ramazan Yıldırım,
20. Yüzyıl İslam Dünyasında
Hilafet Tartışmaları)
Hilafet bugünkü anlamıyla siyasi gücünü Sultan Abdülhamid döneminde bulmuştu.
Sultan Abdülhamid tahta çıkar çıkmaz Balkanlardaki toprakların yabancı devletlerce adeta yağmalanmasına şahit olmuş, bu durum onu ciddi tedbirler almaya yöneltmişti.
Balkan akıbetinin Doğu Anadolu'da Ruslar, daha güneyde de İngilizler eliyle hayata geçirilmesi içten bile değildi.
Hemen harekete geçen Sultan Abdülhamid, Kürtler ve Arapların imparatorluğu olan bağlılığını güçlendirmeye koyuldu.
Bu stratejiyi hayata geçirebilecek en büyük güç halifelik makamıydı.
Arapların büyük çoğunluğu Kürtlerin ise tamamı Hilafet makamına sorgusuz bir şekilde biat etti.
Özellikle Kürtler, Doğu Anadolu'da Rus işgaline bir zemin hazırlayacak herhangi bir Ermeni isyanına nefes aldırtmadı.
Emeviler, Abbasiler, Eyyubiler, Selçuklular, Memlukler ve Osmanlı döneminde şehrin fethiyle Emevi Camisi'nde Cuma namazı kılmak adeta politik bir imgeydi.
Ayrıca caminin içinde yahut bitişinde Hz. Yahya, Selahaddin Eyyubi ve Muaviye gibi birçok simgesel ismin kabri bulunması dini olmasa da politik açıdan Emevi Camisini belki de en simgesel cami yapıyor.
Belki kabaca yukarıda zikrettiğimiz hadiselerden anlaşılacağı üzere dini açıdan çok büyük anlamlar içermese de politik anlamda Emevi Camisi'nde namaz kılmak çok şey ifade ediyor.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish