İran tehdidine karşı derinleşen Azerbaycan–İsrail ittifakı, bölgesel güvenliği güçlendiriyor mu yoksa yeni kırılganlıklar mı yaratıyor?
Türkiye'nin dengeleyici rolü bu denklemde ne ifade ediyor?
Bir cümlenin ardındaki strateji
Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev'in kısa süre önce sarf ettiği, "Türkiye ve İsrail, Azerbaycan'ın yakın dostlarıdır" sözü; özellikle Gazze'de yaşanan ağır insani kriz, İsrail'in askeri operasyonlarının yarattığı küresel infial ve Türk kamuoyunda artan Filistin hassasiyeti bağlamında geniş yankı uyandırdı.
Diplomatik bir nezaket cümlesi gibi görünse de bu ifadede derin bir stratejik çerçeve gizliydi.
Zira Azerbaycan'ın İsrail ile geliştirdiği ilişki, sadece karşılıklı ekonomik çıkarlar (enerji ve teknoloji alışverişi) temelinde değil, aynı zamanda ve belki de daha önemlisi, ortak algılanan bölgesel tehditlere karşı geliştirilen derin bir güvenlik iş birliğine dayanmaktadır.
Özellikle İran'ın bölgesel politikaları ve Ermenistan'a verdiği destek, Bakü ile Tel Aviv arasındaki stratejik yakınlaşmanın ana itici güçlerinden birini oluşturmaktadır.
Ancak tam da bu noktada, bu yakınlığın bölgesel dinamikler ve hassasiyetler üzerindeki etkileri, dikkatle yönetilmesi gereken yeni riskleri ve kırılganlıkları da beraberinde getirme potansiyeli taşıyor.
Ayrıca, bu durumun hem Azerbaycan hem de Türkiye kamuoyundaki Filistin konusundaki hassasiyetlerle nasıl dengeleneceği de önemli bir soru işareti olarak duruyor.
Bu yazı, Aliyev'in sözlerinin içerdiği diplomatik derinliği analiz ederken, Azerbaycan-İsrail ilişkilerinin tarihsel arka planını, güvenlik merkezli gelişimini ve bu yakınlaşmanın bölgesel dengeler üzerindeki etkilerini masaya yatırmayı amaçlıyor.
Özellikle Türkiye'nin bu tablo içindeki pozisyonu, yalnızca iki dost arasında denge kurma çabası değil; aynı zamanda bölge dışı aktörlerin yönlendirmelerine karşı bir stratejik özerklik mücadelesi olarak da değerlendirilmeli.
Çünkü Türkiye, Azerbaycan'ı yalnızca jeopolitik bir ortak olarak değil; kaderi ortak, bir kardeş halk olarak görmektedir.
Kardeşlik hukuku
Türkiye'nin Azerbaycan'la kurduğu ilişki, klasik bir dış politika ortaklığının ötesinde; tarihsel hafızaya, kültürel yakınlığa ve ortak kader bilincine yaslanmaktadır.
Bu kardeşlik, kriz anlarında doğmuş bir dayanışma değil; 20'nci yüzyılın başlarında kanla, fedakârlıkla yoğrulmuş bir ortak mücadeleyle temellenmiştir.
1918 yılında Kafkasya'da kurulan kısa ömürlü bağımsız Azerbaycan Cumhuriyeti, Osmanlı'nın Nuri Paşa komutasındaki Kafkas İslam Ordusu ile el ele vererek Bakü'yü kurtarmış; Türk ve Azerbaycanlı askerler aynı cephede omuz omuza savaşmışlardır.
O günden bugüne uzanan bu tarihsel ortaklık, diplomatik nezaketin ötesinde bir "kardeşlik hukuku" oluşturmuştur.
Bu anlayışı en açık biçimde dile getiren lider, hiç şüphesiz Haydar Aliyev olmuştur.
Onun "Biz bir millet, iki devletiz" sözü, yalnızca bir retorik değil; Azerbaycan siyasetinin temel taşı, halklar arasındaki ilişkinin özüdür.
Haydar Aliyev'in Türkiye ile ilişkilerde her zaman duygusal bir aidiyet dili kullanması, oğlunun cumhurbaşkanlığı döneminde kurumsallaşmış bir stratejiye dönüşmüştür.
Bu da Türkiye'nin Azerbaycan'a yaklaşımını diğer ülkelerden farklı kılmıştır: Türkiye, Bakü ile ilişkisini çıkarların değil, tarihin ve kültürel yakınlığın rehberliğinde yürütmüştür.
Karabağ Savaşı ve değişen dengeler
Karabağ Savaşı'nın 2020'deki ikinci aşamasında bu kardeşlik hukuku yeniden vücut bulmuş; Türkiye askeri, diplomatik ve teknik destek yoluyla Azerbaycan'ın yanında oldukça etkin ve belirleyici bir rol oynamıştır.
Ancak bunu yaparken, ilişkilerin eşitler arası doğasını gözeten bir yaklaşım sergilemeye özen göstermiştir.
Türkiye'nin zaman zaman zaferin ortağıymış gibi söylemlerde bulunması, Azerbaycan'ı kendi gibi hissetmesinden kaynaklı bu özel bağın bir yansıması olarak algılanmalıdır.
Tam da bu nedenle Türkiye, bugün Azerbaycan'ın İsrail ile kurduğu stratejik yakınlaşmayı anlamaya çalışırken, onu dışlayarak değil; dostane biçimde yönlendirerek ve bölgesel barışa katkı sağlayacak bir çerçeve önermeyi tercih etmelidir.
Çünkü kardeşlik, sadece destek olmak değil; aynı zamanda zor zamanlarda uyarı sorumluluğunu da taşımaktır.
Gölgedeki dev: İran faktörü ve güvenlik yakınlaşmasının kırılganlığı
Azerbaycan ile İsrail arasında gelişen yakın ilişkinin merkezinde, çoğu zaman dile getirilmese de açık bir şekilde İran faktörü yer alıyor.
Bu ilişki, enerji ya da ticaretin çok ötesinde; ortak tehdit algısına, daha doğru ifadeyle ortak bir düşmanın çevrelenmesi stratejisine dayanıyor.
İran'ın kuzeyinde yaşayan milyonlarca Güney Azerbaycan Türkü'nün varlığı, Bakü'nün Türkiye ile derinleşen stratejik ortaklığı, Zengezur Koridoru üzerinden kurulan yeni ulaşım rotaları ve Tahran'ın Ermenistan'la olan iş birliği, İran açısından Azerbaycan'ı potansiyel bir güvenlik tehdidine dönüştürmüş durumda.
Tam da bu nedenle İsrail, Azerbaycan'ı yalnızca bir dost olarak değil; İran'a karşı kritik bir cephe ülkesi olarak değerlendiriyor.
Bakü ise bu denklemde hem istihbarat iş birliği hem de askeri teknoloji transferi yoluyla kendi güvenliğini tahkim etmeye çalışıyor.
Ancak bu karşılıklı güvenlik ortaklığı, uzun vadeli sonuçları açısından dikkatle analiz edilmesi gereken bir yapı taşıyor.
Zira ilişkilerin merkezinde sürekli aynı düşman tehdit algısının yer alması, zamanla bir stratejik bağımlılık yaratma riski taşır.
İran'a karşı şekillenen bu iş birliği, yalnızca Azerbaycan'ı değil, aynı zamanda Türkiye'yi de giderek daha kırılgan bir güvenlik hattına doğru çekebilir.
Şayet bölgesel dengeler bir gün sıcak bir çatışma ortamına dönüşürse -örneğin İsrail'in İran'a yönelik bir harekâtı söz konusu olursa- Azerbaycan'ın bu ittifaktaki konumu onu doğrudan hedef haline getirebilir.
Bu durumda Türkiye'nin Azerbaycan'la olan sıkı ilişkisi, Ankara'yı da istemediği bir çatışma hattının içine sürükleme riski taşır.
Türkiye açısından burada asıl tehlike, Azerbaycan'ın İsrail merkezli güvenlik ekseniyle özdeşleşmesi ve bu nedenle bölgedeki çatışma senaryolarında tarafsızlığını kaybetmesidir.
Oysa Türkiye'nin son on yılda benimsediği stratejik özerklik politikası, hiçbir bölge dışı gücün taleplerine tam bağımlı olmayan; dengeleri kendi lehine yönlendirebilen bir dış politika çizgisi üzerine kuruludur.
Bu nedenle Azerbaycan'ın İsrail'le geliştirdiği ilişkiyi anlamak ve saygı göstermek bir yana; bu ilişkinin istikrarsızlık doğurabilecek boyutlarına karşı dostane ama açık uyarılar yapmak, Türkiye'nin hem kardeşlik hukukuna hem de bölgesel vizyonuna uygun bir yaklaşımdır.
3+2 Vizyonu: Güvenlikten barışa geçişin anahtarı
Bölgesel barış ve istikrar, sürekli genişleyen düşman tanımları ve dış aktörlere dayalı güvenlik şemsiyeleriyle değil; karşılıklı güvene, diyaloga ve yerel iş birliğine dayalı dayanışma modelleriyle inşa edilebilir.
Türkiye'nin Güney Kafkasya vizyonu tam olarak bu anlayış üzerine oturmaktadır. 2020 Karabağ Savaşı'nın ardından gündeme gelen 3+3 formatı (Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan, Türkiye, İran ve Rusya'dan oluşan altılı platform) başlangıçta umut verici olsa da günümüz jeopolitik gerçeklikleri bu formülün işlevselliğini kısıtlamıştır.
Bu noktada, daha yalın, daha gerçekçi ve daha kapsayıcı bir yapı önerisi öne çıkmaktadır: 3+2 modeli. Bu formül, bölgesel dengeleyici aktörler olarak Türkiye ve İran'ın öncülüğünde, Güney Kafkasya ülkeleri Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan'ın katılımıyla şekillenecek yeni bir güvenlik ve iş birliği platformudur.
Bu yapının merkezinde dış müdahaleye kapalı, bölge içi diplomasiye açık bir anlayış yer almalıdır.
Bu öneri yalnızca Türkiye'nin çıkarlarını değil; Gürcistan'ın Rusya karşısında güçlenmesini, Azerbaycan'ın uzun vadeli güvenliğini, Ermenistan ile sürdürülebilir normalleşmeyi ve İran'ın kuşatma algısını kırarak yapıcı bir role evrilmesini hedeflemektedir.
İran gibi bir aktörün bölgesel iş birliğine angaje edilmesi, Batı'nın izole edici stratejilerine karşı Türkiye ve Azerbaycan için manevra alanı yaratacağı gibi, İsrail merkezli güvenlik mimarisine bağımlı olmaksızın istikrar üretmenin de önünü açabilir.
Ayrıca Türkiye, son on yıllık dış politikasında Batı ile yaşadığı gerilimlere rağmen Rusya ile diyalog yollarını açık tutmayı başarmış; Suriye'den Karadeniz'e, tahıl koridorundan enerji diplomasisine kadar birçok alanda çok taraflı denge üretmiştir.
Bu stratejik özerklik, neden İran'a karşı da benzer bir çizgide ilerlemesin?
İran'ın Ortadoğu'daki kolu kanadı kırılmışken, ekonomik yaptırımların baskısı altındayken ve bölgesel yalnızlığı derinleşmişken, Türkiye'nin önereceği diyalog ve eşitlik temelli bir ittifak mimarisine sıcak bakması kuvvetle muhtemeldir.
Bu sadece bölgede barış üretmez; aynı zamanda Türkiye'nin diplomatik prestijini ve arabulucu kapasitesini de pekiştirir.
Özetle, güvenliği sadece tehditleri savuşturma refleksiyle değil; ilişkileri yeniden kurma cesaretiyle tanımlamak, bugünün en kritik stratejik gerekliliğidir.
Türkiye'nin önereceği 3+2 vizyonu, işte tam da bu anlayışı merkeze almaktadır.
Yeni bir barış dilini aramak
Güney Kafkasya, tarih boyunca büyük güçlerin jeopolitik satranç tahtasına dönüştüğü; bölge ülkelerinin ise çoğu zaman bu oyunun nesnesi hâline geldiği bir coğrafya oldu.
Oysa artık bu denklem değişmeli. Bölge ülkeleri kendi öz gücüyle, kendi vizyonuyla yeni bir barış dili geliştirebilmeli. Bu da ancak güvenlik kaygılarının gölgesinden çıkılarak, birlikte yaşamanın yollarını aramakla mümkün.
Bugün Azerbaycan için en büyük tehdit, sadece İran'ın potansiyel saldırganlığı değil; aynı zamanda bu tehdit algısı üzerinden şekillenen dar ittifak kalıplarına sıkışmaktır.
İsrail ile yürütülen güvenlik temelli yakınlık, kısa vadede bazı avantajlar sunsa da uzun vadede Azerbaycan'ı bölgesel kutuplaşmaların merkezine çekebilir.
Daha önemlisi, bu durum Türkiye'nin manevra alanını daraltarak, Ankara'yı başkalarının krizlerine sürüklenmek zorunda kalan bir ülkeye dönüştürebilir.
Türkiye için önemli olan, İran'a aşırı iyimserlik beslemek değil; onunla yaşanan rekabeti kontrollü bir çerçevede tutmaktır.
İran, Irak'ta mezhepsel etkinliğiyle, Suriye'de Esad rejimiyle, Lübnan'da Hizbullah'la, Yemen'de vekil yapılarla ve Afrika'da yumuşak güç rekabetiyle Türkiye'ye karşı geniş bir alanda etkisini hissettirmiş ve İsrail karşısında azalan gücüne rağmen mücadele azmini sürdürmektedir.
Ancak bu tablo, karşı karşıya gelmeyi zorunlu kılmaz. Tam tersine, bu geniş rekabet hattı, diyaloğa dayalı bir düzen arayışını daha da gerekli kılar.
Türkiye, bu coğrafyada krizlerin dışa taşmadan yönetilebilmesini sağlayacak bir iç denge mimarisi kurma kapasitesine sahip ender ülkelerden biridir.
Bu kapasite yalnızca askeri güçten değil; tarihsel hafızadan, kültürel etkileşimden ve güven üretme yeteneğinden beslenmektedir.
Bugün ihtiyaç duyulan şey, bir "taraf seçme" zorunluluğu değil; taraflar arasında yeni bağlar kurabilme cesaretidir. İran'la diyalog, Ermenistan'la normalleşme, Azerbaycan'la kardeşlik, Gürcistan'la entegrasyon, Rusya ile denge ve Batı'yla eşitlik…
Ancak bu çok katmanlı diplomasi dili, bölge dışı aktörlerin kurguladığı kutuplaştırıcı oyunu boşa çıkarabilir.
ABD Başkanı Trump'ın yeniden yükselen ulusalcı politikaları, küreselleşmenin çözülmesine ve çok kutuplu bir dünyanın ortaya çıkmasına zemin hazırlarken; bölgesel ittifaklara dayalı diplomasi girişimleri için de elverişli bir konjonktür oluşturmaktadır.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish