Açıkladığı "gümrük vergileri"yle ABD Başkanı Donald J. Trump dünyadaki müesses nizâmın kucağına tâbiri câizse "pimi çekilmiş bir bomba" bıraktı.
Çin'e yüzde 34, Kanada'ya ve Meksika'ya yüzde 25, Avrupa Birliği'ne (AB) ise yüzde 20 bandında gümrük vergileri getirildi.
Trump'ın resmî ve gerekçelendirilmiş söylevi açık: Fabrikaları ABD'ye geri getirmek, Amerikan işçi sınıfını korumak ve ABD aleyhine geliştiği düşünülen ikili ticaret dengelerini kendi lehine çevirmek.
Gümrük vergilerinin ilânı dünya borsalarında ciddi sarsıntılar tetikledi. "Panik" havası, muhtelif başkentleri de hareketlendirdi ve ABD'yle "hususî müzâkereler" yürütmek için sıraya girmeye itti.
Şüphesiz ki Trump, bu hamlesiyle, ABD'nin 1945-sonrası dönemden bu yana on yıllardır titizlikle ördüğü geleneksel liberal politikaya ve onun "serbest ticaret" ile "dünya ekonomilerinin birbiriyle entegrasyonu" dogmalarına ciddi anlamda ket vurdu.
Peki, ama ya Trump'ın sergilediği "korumacı refleks" göründüğünden çok daha "karmaşık" ve hatta "acımasız" bir gerçekliğe dokunan cinstense?
Gümrük vergileri: "Öz yeterliliğin" bir silâhı mı?
Trump'ın manevrasını basit bir "kapris"le yahut "çılgınlık"la açıklamaya çalışmak kâbil değil.
Trump, yola "Önce Amerika" diyerek çıktı. Amerika'yı yeniden sanayileştireceğini, bu anlamda ithalatın vergilendirileceğini ve ulusal üretim dinamiğinin rekabet gücünü artıracağını birçok defa açıkça söylemişti.
Hâl böyleyken, "gümrük vergileri"ni daha evvelden verilen birtakım sözlerin somut tezahürleri şeklinde görmek mümkün.
İkincisi, Trump "gümrük vergileri" vasıtasıyla dünyayı yeni bir "hizâlanma"ya zorluyor. Üstelik bunun kendi çevresinde-periferisinde cereyân etmesini istiyor. Ulusları ABD'nin yeni şartları ve dahi standartları etrafında bir müzâkereye zorlamak, kendi jeopolitik çıkarları uyarınca istediği "yön"e iletmek açısından işlev görüyor.
Üçüncüsü, milliyetçiliğin rüzgârıyla ekonomide bir doku yenilenmesinin – bir "rejenerasyon"un altyapısı tesis ediliyor. Bu vesileyle sınırlı da olsa bir çeşit "otarşik" yani "öz yeterlilikçi" istencin kamçılanacağı, milliyetçi itkinin bu sürece öncülük etmeye "zorlandığı" söylenebilir.
İktisatçılar "durgunluk" tehdidini öne çıkarırlarken, sanayiciler tedârik zincirlerinin sıhhatinden tedirginler. Buna rağmen ABD'de Trump'ın yolladığı "sinyal" bir şekilde yankı buluyor. Bunda kullanılan "anti-Çin" retoriğinin etkisi kuşkusuz yadsınamaz.
Çin'i kastederek, "ABD'ye karşı konumlanan ülkeleri zenginleştirmeyi sürdürmek istemiyorum" diyordu en son basın açıklamalarından birinde Trump. Ve bu "tek sıkımlık kurşun"un (kendi deyimi) işe yaramasını, dünyayı bir "tercih"e mecbur etmesini hedefliyor.
Avrupa'nın ve diğerlerinin ikilemi: Anlaşma mı, karşı-taarruz mu?
Beyaz Saray'ın mevcut stratejisi karşısında AB ülkeleri de dâhil diğer ülkelerin önünde iki yol görünüyor: Ya müzâkere edilecek ve bir yeni karşılıklı anlayış statükosu inşâ edilecek ya da karşı-taarruza geçilecek.
Yeni dünya konjonktüründe hiçbir devlet "egemenlik" prensibinden tâviz vermeyi istemez.
Öte yandan radikal bir "restleşme" yoluyla kendi kuyusunu da kazmaz.
ABD'yi şu veya bu sebepten "vazgeçilmez" addeden ülkeler muhakkak ki müzâkere yolunu seçecektir.
Nitekim bu doğrultuda adımların atılması pekâlâ anlaşılır bir şeydir zira her ülkenin "kendi içine çekilecek" veya "alternatif ticaret ortakları arayacak" kadar zaman, enerji ve imkân lüksü olmayabilir.
Çin'in müzâkere ihtimali düşük. Zira kendisine doğrudan "rakip" olarak gördüğü ABD'nin ültimatomlarına boyun eğmek ciddi bir itibar zedelenmesini de kapsar.
Gelelim AB'ye. AB çok ince bir çizgide denge akrobasisi yapmak zorunda ve öyle de yapıyor. Bir yandan müzâkere penceresini açık tutuyor ama karşı-hamle olasılıklarını da açıkça tartışıyor.
Diğer her başlıkta olduğu gibi, bu konuda da AB'nin "kabak gibi" ortadan ikiye yarıldığını söylemek yerinde olur.
Şâhinler "liberal dünya düzeni"nin mutlaka devam etmesini ve AB'nin gerekirse Doğu'ya (Çin, Hindistan başta tüm bölgesel aktörlere) yönelmesini isterken, daha ılımlı bir kanat "Batı medeniyetinin birliği" argümanınca ABD ile AB arasında hakkaniyetli-adilâne bir çözümün bulunmasını ve Avrupa devletlerinin de kendi ulusal ekonomilerini Batı-dışı aktörlere karşı güçlendirmesini teklif ediyor.
Anlaşılacağı üzere şâhinler "küreselciler" iken, ılımlılar "vatanseverler"e denk düşüyor.
Oysa "müzakerecilik" de "karşı-taarruzculuk" da en hafif deyimle "sallantılı" opsiyonlar.
Müzâkereler uluslararası ticarete ancak "yalancı" ve "geçici" bir "istikrar" kazandırabilir. Karşı-taarruz ise zaten bilfiil "ticaret savaşı" demektir ki, bunun bir sonraki merhalesinin "askerî savaş" olduğu az çok kestirilebilir.
Doğrusu, hiçbir yöntem dünyanın içinde bulunduğu "ân"ın fotoğrafını tam çekemiyor.
İdeolojik boşluk veya popülizmlerin kifâyetsizliği
Trump'ın "Önce Amerika" pratiği bir "istisnâ" olmaktan çok, bence "gelen"e nispetle bir "girizgâh". Başka bir deyişle, içinden geçtiğimiz tarihî "ân"ın bir izdüşümü ve "semptom"u.
Küresel düzlemde sağlı-sollu olarak yükselişte olan popülizmlerin doğal bir sonucudur bu.
Küreselleşme, liberal kabuklu küreselleşme çöküyor ve bu "çökme" hâlinin tescillenmeye ihtiyacı var(dı). İşte Trump'ın "gümrük vergileri" tam olarak bu delili sundu.
Lâkin bir sorun var: Liberal küreselleşme neyle ikâme edilecek? Yerine ne gelecek?
Tam bu noktada hem sağ hem de sol popülizmlerde bir "tıkanma" vuku buluyor. Zira öyle ya da böyle, ikisi de bu "Sistem"in çocukları.
Evet, bunlar belki biraz "haylaz" çocuklar ama yine de "öz" çocuklar. Hele ki Batı ve özellikle de Avrupa bağlamında bu çok daha sarih biçimde açığa çıkıyor.
Bolca "slogan" var ve fakat "doktrin" yok. Halk tepkisinin bir "temsili" var ve fakat "devrimci" değil. Bir dizi "reaksiyon" var ve fakat "vizyon" yok.
Geçtiğimiz yüzyılın faşizminde de komünizminde de bir "ideolojik derinlik" vardı. Dahası, kitleleri "seferber edici" bir kudret söz konusuydu. İnandırıcı, harekete geçirici bir "anlatı"ları vardı.
Ya bugün?
Bugün "eskinin karikatürleri" var. Sağda da solda da. Havada "serbest" dolaşan ne kadar "fikir" (veya "fikrimsi şey") varsa onlara "kuluçkalık" yapabilecek nitelikte(!) bir arazi…
Özetle, bu tipolojiden süzülen hareketlerin (ki Trump'ın hareketi de buna dâhil) "deprem" kabiliyeti olsa da "inşâ" memuriyetinin olduğunu sanmıyorum.
Ezber bozmakta mahirler ama kendi ezberlerini kökleştirebilecek kadar olgun değiller.
Velhâsıl bugün "popülizmler" yerine "Sistem"den hakiki anlamda boşanma irâdesini gösterebilecek bir "sosyal teşkilâtlanmacı milliyetçilik" yahut "ulusallaştırıcı-vatanperver sol" benzeri alternatifler olsaydı, muhtemelen başka şeyleri konuşurduk.
Ne var ki hâlihazırda "post-liberal" dünya düzeninin – irili ufaklı teoriler dışında – Batı'da bir vârisi yok.
Kaçınılmaz "son"a doğru veya "demokrasi" tabusunu irdelemek
Liberal dünya düzeninin "ekonomik-ticârî" ayağını baltalayıp "siyâsî" boyutunu es geçmek gerçekçi değil, olamaz. Fakat sorun bu değil.
Bugün 1945-sonrası kurumlaşan ve pratikleşen "demokrasi"den artık kimse memnun değil. Liberaller (küreselciler) de memnun değiller, vatanseverler (popülizmler) de.
Ancak hiçbiri meselenin "kalbi"ne temas edemiyor zira ciddi bir "tabu"yla karşı karşıyayız – en azından şimdilik.
Oysa farkında olunsun-olunmasın, "düğüm" tam da burada.
Buraya bir dokunulsa, tüm taşlar yerinden oynayacak. Dahası "hortlaklar" da uyandırılacak ki, bu asla istenmiyor (veya şu ânda "istenmiyor" gösteriliyor).
"Demokrasi" – kelime anlamıyla "halkın egemenliği" – orijinel hâliyle neydi, günümüzde ne oldu?
Nasıl oldu? Neden oldu?
Ve en önemlisi, bundan sonra "ne olacak"?
Bu soruların sorulması ve cevaplanması zaten birçok sayfayı çevirir, "halkın tepkiselliği" mevzuu "halkın gerçekliği"ne dönüşür.
Fakat anlaşılan o ki, bu "sonraların" tartışması ve şimdilik bile-isteye derin dondurucuda muhafaza ediliyor.
Hâl böyle olunca "gümrük vergisi" tartışması, liberal şâhinleşme, popülist kıpırdanma vb. meseleler bir nevî "Sistem içi çelişkiler" kıvamına geriliyor – doğalından buraya oturuyor.
Trump'çı "kırılma", hakiki bir "kırılma"nın ön-gösterimi de olabilir, taklidi de. Hangisi olduğunu zaman gösterecek.
Öyle ya da böyle, "gümrük vergileri" hâdisesi eski dünyanın ölümüne ve doğmak üzere olan yeni dünyanın sancılarına tutulmuş bir ayna.
Arnavut asıllı İtalyan düşünür Antonio Gramsci'nin de dediği gibi:
Şimdi canavarlar zamanı…
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish