Mezhepler nasıl doğdu?

Hasan Kanaatlı Independent Türkçe için yazdı

İllüstrasyon: Comic4Syria/SyriaUntold

Mezheplerin doğmasındaki nedenler, kısaca şöyle açıklanabilir: 

Nebi Muhammed (s) Medine'ye hicret ettikten sonra, orada bir devlet teşkil etti.

Yani, Hz. Nebi (s) Medine'ye hem "din" hem de "devlet" ile birlikte geldi.

Kimileri; "Nebi "devlet" getirmedi yalnızca din getirdi" dese de zannımca göz ardı ettikleri şey, aşağıda izahını yapacağım şu gerçektir:

Her şeyin zahiri ve batını vardır.


Bunun örneği, insan ve diğer şeyler üzerinden şöyle verilebilir: 

İnsanın zahiri; bedenidir, batını ise ruhudur. Konuştuğumuz kelimelerin de zahiri lafzı, batını ise ona yüklenen anlamlardır. Aynen öyle Kuran'ın da zahiri ve batını vardır. Madde aleminin zahiri, dağlar, denizler, ormanlar, yıldızlar, ay, güneş vs. dir, batını da ondaki tabii yasalardır. Dinin de zahiri ve batını vardır. Dinin zahiri; ondaki hükümler, kültür, sloganlar, namaz, oruç, hac, zekât, siyasi otorite vs. gibi şeylerdir. Batını ise, Allah'a iman, adalet, muhabbet, vs. gibi ahlaki değerlerdir. 


Buradan (zahir ve batından) hareketle diyebiliriz ki, nebi döneminde iki akım oluştu.

Bir akım, dinin zahirinden olan siyasi otorite tarafında, diğer akım ise, dinin batınından olan değerlerin tarafında yer aldı. 

Siyasal otorite dediğimiz "devlet", dinin ikincil (fer'i) kısmını oluşturmaktadır.

Dinde asıl olan şey ise, "iman"dır. 

Evet, bir din için devletin bulunması şarttır.

Çünkü şayet bir din yayılmak isterse, arkasında mutlaka bir devlet gücünün bulunması gerek.  

Hıristiyanlıkta da bunun böyle olduğunu görüyoruz.

Yani, Hristiyan dinine mensup olanlar 300 yıl gibi uzun bir zaman, zulüm ve işkencelere maruz kaldılar.

Sonunda bir Kralın (örneğin Konstantiniyye Rum imparatorunun) Hristiyan dinine iman etmesiyle birlikte o din hem dünyada yayılma imkânı buldu hem de ona iman edenler, işkence ve zulümlerden kurtuldu.

Zerdüşt dini de öyle oldu. Fars Kralı Visthaspa o dine iman ettikten sonra, İran'ın tümü, Afganistan ve bunun gibi bölgeler, tümüyle Zerdüşt dinine tabi oldular.

Kısacası devlet ve Kralların dine olan destekleri hem büyükçedir hem de zaruridir.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Buna rağmen devlet, dinin zatından (aslından) değil, onun arazlarındandır.

Çünkü dinin zatı, Allah'a ve değerlere imandır.

Nebi döneminde de bu anlamda bir din mevcuttu ve herkes de bu hususta ittifak içerisindeydi.

Yani din, inanç ve değerlerden ibarettir ve bunun böyle olduğu hususunda da ittifak mevcuttur. 

Peygamber döneminde, ruh ile beden (yani inanç ile değerler) ittifak içerisindelerdi.

Birinci ve ikinci halife döneminde ve üçüncü halifen Osman'ın hilafetinin ilk bölümünde de bu durum böyleydi, fakat üçüncü halifenin son dönemlerinde, üst ve alt sınıflar oluşmaya başladı.

Diğer bir ifadeyle, değerlere eğilimli olanlar ile otoriteye eğilimli olan akımlar arasında ayrışmalar söz konusu oldu. 

Kureyş kabilesine mensup olanlar, genelde otorite akımını destekledi.

Yani Kureyşliler ile Emevîler, halife Osman'ı teyit etti.

Hatta değer ve adalet hususunda bile ona destek verdi.

Fakat Müslümanlardan büyük bir kısmı, Osman'a baş kaldırıp onu öldürdüler.

Çünkü değerlerin tehlikede olduğunu gördüler.

Yani halk içerisinde zulüm, taassup, kabilecilik, ortak malların Emevîler arasında bölünmesi vs. başını alıp gitmişti ve bu iş, imam Ali zamanına kadar devam etti.

O dönemde ne Şii vardı ne de Sünni.

"Değerler" akımını oluşturanlara Alevi, siyasi otoriteyi destekleyenlere de Emevî derlerdi. 

Kimi Şii alimlerin (.) dedikleri gibi nebinin zamanında onun imam Ali'yi dünyevi halife (devlet başkanı) karar kıldığı diye bir şey söz konusu değildir.

Yani Şiiliğin de Sünniliğin de o dönemde başladığını iddia etmek pek de inandırıcı gelmiyor.

Daha doğrusu, nebi döneminde ne Sünnilik ve ne de Şiilik vardı.

Sünnilik ile Şiilik ikinci asırdan sonra ortaya çıkmıştır.

Yani Şia, günümüz anlamındaki "Şiilik" ismiyle ve bağımsız bir fırka olarak imam Cafer Sadık döneminde var olmuştur.

Bundan önceki dönemlerde ise, Alevi (Ali'yi takip edenler) olarak meydanlardaydı.

Bu gibi Aleviler, inkılapçı, zulmün karşısında duran, adalet yanlısı vs. olan kimselerdi. 

Kısacası birinci akım, siyasal otorite (devlet) destekçileriydi ve bunlar dini, "devlet" olarak anlıyorlardı.

İkinci akım ise dini, "değerler" olarak görüyorlardı.

Siyasi otoriteye ise aynen bir portakalın kabuğu şeklinde bakarlardı.

"Evet, kabuk zaruridir ama, portakalın aslı değildir. Portakalın aslı, onun içidir" derlerdi. 

Tarihi veriler mezheplerin, Cafer Sadık döneminde ortaya çıktığını söyler ve o dönemde takriben 150 mezhebin oluştuğunu ve onlardan birisini de Cafer Sadık'ın içtihatlarının oluşturduğunu haber verirler.

Tarih, imama uyanlara "Caferiler" denildiğini de kaydeder.

Gerçek şu ki asıl dinden sapmalar, mezheplerin ortaya çıktığı bu dönemde başladı.

Çünkü asıl dinin vazifesi, insanın Allah ile irtibatını sağlamak ve ona, manevi hayat vermektir.

Diğer bir deyişle, dinin asıl vazifesi, insanlara itikat ve ahkam ikame etmek değildir.

Çünkü ahkam, dinin arazlarındandır, fakat maalesef dinin arazları, Sünnilerde de Şiilerde de "dinin cevheri olup, onun zatının yerini aldılar."

Çünkü bütün dinlerin cevheri, insanı kemale ulaştırmak ve onun hayatına anlam katmaktır.

Daha doğrusu bütün dinlerin geliş amacı, insanı Allah ile irtibatlandırmaktır.

Fakat Sünni mezhebinin alimleri, Emevîler döneminden itibaren siyasal otoriteyle birlikte aynı safta yer aldılar.

Başka bir deyişle, üçüncü halifenin son dönemlerinden itibaren Sünni din adamları tarafından din, siyasi otoritenin hizmetine devredildi.

Oysaki nebinin ve birinci, ikinci halifelerin tüm dönemlerinde ve yine üçüncü halifenin ilk dönemlerinde siyasal otorite dinin emrindeydi.

Fetih gibi şeyler tümüyle dinin hizmetindeydi.

Nebi de savaşlar yaptı, kıtaller gerçekleştirdi, suikastlara maruz kaldı ve suikastlar tertipledi vs..

Genelde laik ve ateist kesim nebi ve onun getirdiği İslam dinine, nebinin yukarıda zikrettiğimiz siyaseti üzerinden saldırırlar.

Savaşlarını, ganimetlerini, köle ve cariye konularını gündeme taşırlar.

Fakat Mekki İslam ile ilgili herhangi sözlü bir saldırıda bulunma bahanesi bulamıyorlar.

Çünkü Mekki İslam'da devlet yoktur.

Oradaki İslam, yalnızca "öz İslam"dır. 

Onlar, saldırdıkları şeyin, dinin asıllarından değil, yalnızca arazlarından olduğunu bilemezler.

Yani nebinin kurduğu devlet, dinin aslından değildir.

Oysaki onlar; devlet hükümleri üzerinden dinin aslına itiraz etmeye çalışıyorlar.

Ben de bundan dolayı diyorum ki bizler, nebinin getirdiği ahkam ile dinin asılları arasındaki farklılıkları vuzuha kavuşturma gayreti içerisinde olmalıyız. 

Nebi'nin devlet ile ilgili söylediği hükümler, sürekli değişken hükümlerdir.

Çünkü devlet "maslahattır." Yani Çıkar üzerine kuruludur.

Diğer bir deyişle siyaset, her zaman "çıkar" üzerine bina edilir. 

Emevîler dönemindeki sapkınlık ise şuradadır:

Ehli Sünnet alimleri Emevî devletini, değerler üzerinden savundular. Oysaki hepsi de biliyordu ki Emevî devleti, zalim bir devlettir. Özellikle de Muaviye ve Yezit hükümetleri öyleydi. 


Mekke'deki nebinin daveti, tevhidi tesis ve şirki yok etmek üzereydi.

Dinin cevheri de zaten budur.

Yoksul-zengin, köle-hür ayrımı vs., İslam öncesi Kureyş döneminde de mevcuttu.

Oysaki İslam, eşitlik için gelmişti.

Hatta Sudanlı şehit düşünür Muhammed Mahmut Taha bir kitap yazmış ve onda şunu demiştir: 

Doğru olan İslam, Mekkî İslam'dır. Medenî İslam'ı ise Siyaset ve devlet işlerine bulaştı. Medenî İslam, yalnızca o dönem için doğrudur. Ondan sonraki dönemler için doğru değildir.


 Yani "bizlerin Medenî İslam'a uymamız gerekmez."

Sünni'nin sapkınlığı değerlerin yerine "devleti" koymak olduğu gibi, Şia'nın sapkınlığı da mezhebi asıl olarak kabul etmeleridir.

Yani mezhep dinin arazlarındandır.

Ve yine mezhep, bölünmenin sebeplerindendir.

Fakat Şii- Sünni arasında dinin aslı olan "Allah'a iman" konusunda, asla ihtilaf söz konusu değildir.

Hatta Hıristiyan ve tüm inançlı insanlarda da bu hususta ihtilaf söz konusu değildir.

Ateistlerde bile dinin aslî değerlerinden olan adalet, vicdan vs. gibi değerler mevcuttur.

Fakat bizzat ben ve benim gibi düşünenler, "vicdan mezhebini" savunmaktayız.

Çünkü Şii mezhebi "dinî", artık bir kimliğe büründürdü.

Yani Şiiliğin hurafeliyi (sapıklığı) bu oldu.

Diğer mezhepler gibi Şiilik de artık bir kimliğe dönüştü ve onların "insanlıkları" "Şiilikleri" oldu.

Onların da artık, diğerleri gibi bir tarihi mezhepleri ve tarihsel kısasları vardır.

Onların da kimlikleri artık Cemel, Sıffin, Nehrivan ve Kerbela gibi savaşlar üzerine bina edildi.

Kimi gulat Şii kürsü alimlerini (.) dinlediğinizde hep ihtilaflardan, halifelerden, sahabeye hakaretten vs. söz ederler ve onları dinlediğinizde, adeta "Şii'nin dini bu mudur?" der gibi olursunuz.

İşte sapma budur ve bu sapma, artık bir "kimliğe" dönüştü.

Oysaki insanın asıl kimliği "insanlığıdır."

Din de insandaki bu "insanlığı" takviye etmek için gelmiştir.

Yani din, insanın arazi kimliğini değil, asıl kimliğini güçlendirmek için indirilmiştir. 

İnsanın "arazî kimliği" şudur:

Örneğin ben Türkiyeliyim, Şu kadındır, bu erkektir, o Sünni'dir, falan ise Şii'dir vs..


Bu türden kimliklerin tümü de arazî kimliklerdir.

Bizdeki asıl kimlik, "insanlık" kimliğidir.

Bizim savunduğumuz ekoldeki "vicdan", tüm insanları kuşatıyor.

Örneğin yenilikçilerin icat ettikleri insan haklarında, şu Sünni'dir, bu Şii'dir, o Budist'tir, falan ateisttir vs. gibi ayrımcılıklar söz konusu değildir.

Nitekim nice ateistlerde yüksek derecede "vicdan" mevcuttur ve bu da bizim makbulümüzdür.

Hatta o insan, Allah katında da makbul biridir.

Biz buna "Allah katındaki İslam" diyoruz.

Fakat Sünni ve Şiilerin İslam'ı, "dinî otoritelerden" alınma bir İslam'dır.

İşte bu, bir sapmadır. 

Sünni alimler nezdinde, devlet dinden üstündür.

Yani din, devletin ve siyasi otoritenin hizmetindedir.

Şii alimlerin nezdinde de "Şiilik", kimliğe büründü.

Fakat eskiden imam Ali ve imam Hüseyin'in yaşadıkları dönemlerde, "Şii kimliği" diye bir şey yoktu. 

Önceden "teşeyyü" de var olan hak, adalet ve zulüm ile mücadele gibi vicdanî değerler, dinin asıllarındandı ve de güzel şeylerdi.

Ve bunlar İslam'ın ruhudur. (Yukarılarda da dedik ki her şeyin bir cesedi ve bir de ruhu, zahiri ve batını vardır.)

Fakat ne zaman ki bunlar mezhebe dönüştü, işte sapkınlık oradan başladı. 

Sakife'deki ihtilaf da Sünni-Şii ihtilafı değildir.

Oradaki ihtilaf, imam Ali ile Ebu Bekir veya Ömer arasındaki siyasi bir ihtilaftır.

Yani bu ihtilafın kaynağı şudur;

Acaba bunlardan hangisi hilafete daha uygundur, imam Ali mi yoksa Ebu Bekir veya Ömer mi?


Oysaki bunlardan önce Sakife'de Ensar vardı ve kendi aralarından Ensar'dan Sa'd b. İbade' yi halife olarak seçmişlerdi.

Yani dava, yalnızca Ebu Bekir ile imam Ali'nin davası değildi, Sa'd b. İbade de bu işin içerisindeydi.

O da Ebu Bekir'in karşısındaydı.

Ensar toplanıp, bunu kendileri için halife olarak seçmişlerdi.

O zamanda da imam Ali orada mevcut değildi ve Nebi'nin evindeydi.

Şunu da ifade etmekte yarar görüyorum: 

Şia, tek aşamada değil, üç aşamada oluşmuştur. İlk aşamada Şiilerin "siyasi imamları" vardır. Yani Sakife' den itibaren imam Ali, imam Hasan ve imam Hüseyin dönemlerine kadar olan zaman içerisindeki imamlar, "siyasi imamlardır."

Bunların dönemlerinde, "hangi şahıs hilafete daha layık kimsedir" davası söz konusuydu.

Sünniler der ki, Şûra'nın seçtiği kişi hilafete daha layık olandır. Dolaysıyla Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali demiş ve bu sıralamaya göre halifeleri tasnif etmişlerdir. 

Ümmet içerisinde ilk önce vuku bulan bu siyasi ihtilaf, sonraları, "mezhebî" ihtilafa dönüşmüştür.

Mezhebi ihtilaflar ise imam Cafer Sadık döneminde oluşmaya başladı.

İmam Cafer dönemindeki Şiiler otoriteye karşı çıkınca, onlar için ikinci aşama başladı ve bu ikinci aşamadaki ihtilaflar da "fıkıh" üzerinden oluştu. 

İmam Cafer Sadık döneminde hayli fakihler vardı.

Her birinin de kendine has fıkhî içtihatları mevcuttu.

İmam Cafer Sadık'ın ekolü ile de Şii mezhebinin temeli atıldı.

Bu ekol, Şiilere has bir ekol oldu.

Gerçek şu ki bu ekol, ihtiyaçtandı.

Çünkü Şiiler, kendi mezheplerinin diğer mezheplerden bağımsız olmasını istiyorlardı.

İmam Cafer Sadık da onlar için, hem usul' da hem de füru' da diğerlerinden bağımsız bir mezhep oluşturdu. 

Şiilerin, siyasi ve fıkhî imamet aşamalarının oluşmasından sonra, üçüncü olarak "manevi imamet" aşaması oluşmaya başladı.

Yani Şiiler, Ehl-i Beyt'e aidiyet duygularının başladığı döneme geçmiş bulundular.

Ve bu aidiyet duygusu, Şiiler için yeterli kabul edildi.

Şii alimler derler ki, imam Mehdi hala dahi mevcuttur.

Buna böyle inanmalarından kasıt, "Şiilerin irtibatlarının imam ile olmasından ve bununla kendilerini rahat hissetmelerinden dolayıdır."

Yani onlar şöyle düşünürler:

Bizim Allah tarafından atanmış bir imamımız vardır. Bu imam her şeyi bilendir, işlerimizle ilgilenendir vs.. Bu gibi düşünceler, Şiileri psikolojik olarak rahatlatmaktadır. 


Bu gibi durumlar, onların "manevi imam" dönemlerinde oluşuyor.

Mehdi gaip olduğuna göre, onlar için imam, onun naipleri olarak kabul edilen fıkhî mercilerdir (müçtehitler).

Yani bin yıldan bu tarafadır ki onların "imam naibi" dedikleri müçtehitler, onlar için birer imamdırlar.

Bundan dolayıdır ki, Şiilerin müçtehitlere itaatleri, Sünnilerin müçtehitlerine olan itaatlerinden daha fazladır.

Çünkü Sünnilerin Fakihleri, Sultanlarına tabidirler.

Bundan dolayı da Sünni fakihlerin pek de bir kutsiyetleri söz konusu değildir.

Fakat Şii müçtehitlerde bu kutsiyet mevcuttur.

Çünkü Şiilere göre müçtehit, imamın naibidir.

Yani imam melek gibi masumdur ve müçtehitler de imameti Allah tarafından tayin edilen o imamın temsilcileridirler.

Bundan dolayı da Şiiler nezdinde müçtehitler, gerçekten kutsal makama sahiptirler.

Örneğin Daiş Irak'a saldırdığında, Ayetullah Sistani'nin basit bir fetvası ile tüm Şiiler, o fetvaya itaat edip silahlarla kuşandılar.

Buna "kutsal cihat" derler.

İşte böyle bir fetva ile Daiş'in önünü aldılar.

Şiiler açısından bu, merceiyetin gücüdür.

Çünkü Şiilere göre müçtehitler, Ehl-i Beyt ile irtibat içerisindeler.

Fakat Sünni alimlerde böyle bir durum söz konusu değildir.

Çünkü onlar, siyasi otorite ile irtibattalar ve yine onlar "din"in, Sultanın hizmetinde olduğuna inanmalarından dolayı da hataya düştüler.

Oysaki bunun tam tersi olmalıydı.

Onların bu hatalarını günümüzde dahi görmekteyiz.

Çünkü Sünni devletlerin birçoğu, Amerikan'a tabi olmuş ve onun emri altına girmişlerdir.

Sünnilerin fakihlerine baktığımızda, örneğin şu ana kadar Gazze-İsrail savaşında tümüyle sessiz kalmışlardır, fakat o fakihlerin yerine "vicdan" sahipleri devreye girmiştir.

Bu vicdan ekolüne sahip olanlar için ise ne Sünnilik önemlidir ne de Şiilik.

Elbette ki Sünniler içerisinde de hayli vicdan sahibi insanlar mevcuttur.

Örneğin Hamas, tümüyle Sünni ve vicdan sahibidir.

Çünkü onların da ekolleri kendini değerler üzerine tesis etmiştir.

Yani Allah'a iman, şehadet, mazlumlara yardım, Filistin halkını müdafaa etme vs. gibi şeyler.

Başka ülkelerde yaşayan kimi Sünnilerde de mevcuttur.

Aynı şekilde Lübnan Şiileri de bunlar gibi ekollerini bu değerler üzerine bina etmişlerdir.

Yemen Şiileri/Husiler de öyledirler.

Yani vicdan sahibi Sünni-Şii ve diğer kesimler hamdolsun ki hala dahi mevcutturlar.

Bunlar görüş ve bakışlarını değerler üzerine bina etmişlerdir.

Aynen öyle Mısır, Cezayir, Tunus, vs. gibi Sünni ülkelerdeki vicdan sahibi Sünniler de Filistin ile birlikte olmuşlardır.

Hatta onları yöneten hükümetleri Siyonist uşağı olmalarına rağmen, halklarında var olan vicdan, onları mazlum Filistin halkından yana tavır koymaya sevk etmiştir.

Dolayısıyla, bu vicdanlarından ötürü, kendi devlet otoritelerini karşılarına alıp onlarla adeta savaşmakta ve onlara karşı protesto yürüyüşleri tertiplemekteler.

Bu da şu demek oluyor:

Vicdan henüz ölmemiş ve hala dahi insan olanların kalplerinde yaşıyordur.


İşte buna "Allah katındaki İslam" denir.

Yani bu İslam, Sünni ve Şii mezheplerinin şu sapkınlıkları karşısındaki "asil İslam"dır.

Sünni ile Şii akımları arasındaki ihtilafın, birinci nedeninin şu köklerden beslendiğini söylemek mümkündür:


1-  Şiiler devletin, dinin aslından olmadığını görüyorlar.

Çünkü Şiilerin imamları, Ali hariç, hiçbiri devlet tesis etmedi.

İmam Ali de 4 yıl birkaç ay hüküm sürdürdükten sonra, önceden kendi Şiilerinden olan biri tarafından şehit edildi.

Yani imam Ali, hükümet hususunda başarılı olamadı.

Çünkü kendisi bizzat hükümet konusunu önemsemiyordu.

Zira amcası oğlu Abdullah b.  Abbas'a şöyle dedi:

Elimdeki şu yırtık dökük ayakkabım, size yaptığım devlet başkanlığından daha değerlidir. Yalnız hakkı ikame edip batılı zail etmek müstesna.


Yani imam Ali için önemli olan hükümet değildi, onun için önemli olan hakkı ikame edip batılı ortadan kaldırmak ve adaleti hâkim kılmaktı.

Adaleti ayakta tutmak için sarfettiği gayreti, hükümeti ayakta tutmak için sarfetmedi.

Bundan dolayı da kendi öz ağabeysi olan Akil için, adaletsizlik olur diye bütçeden bir dirhem dahi vermedi ve o da gidip Muaviye'ye sığındı. 

Demek ki Sünni-Şii arasındaki ilk ihtilafın nedeni, Şiiler siyasi otoritenin (devletin), dinin asıllarından olmadığını görüyor(.)

Sünniler ise devletin asıl olduğunu düşünüyor ve diyorlardı ki;

Bizim siyasetimiz dinimizdir ve dinimiz de siyasetimizdir.

(Bunu bir takım Şii ulema da söylerler.)


Ayrıca onlara göre nebi de devlet tesis etmiştir.

Buradan hareketle diyebiliriz ki Sünni-Şii arasındaki ihtilafın birinci nedeni, Siyasi otoriteyi kabul edip etmeme meselesidir.


2-  Şii akım ile Sünni akımın arasındaki İhtilafın ikinci nedeni de şudur:

Şiiler mazlum oldukları için "adaleti" savunuyor ve bunu getirip Usul-ü Din itikatlarının tevhitten hemen sonraki bölümüne, yani ikinci sırasına koyuyorlar.

Oysaki adalet Allah'ın 99 sıfatından yalnızca birisidir.

Fakat Şiiler hayli zulme maruz kalıp adalete muhtaç oldukları için, onu getirip Usul-ü Din' in ikinci sırasına yerleştirmişlerdir.

Şiiler açısından durum böyleyken, ehli Sünnet dünyasının büyük çoğunluğunu oluşturan Eş'ari Sünniler şunu derler:

Adalet sıfatını getirip dinî esasların içerisine yerleştirmeye hiç de gerek yoktur, çünkü Allah zalim bile olabilir.


Bunu böyle söylemedeki gayeleri, Sultanların zulüm işlemeleri için onların önünü açmaları olabilir.

Çünkü Sünni fakihlere göre "Sultanların yönetiminde adalet aranmaz. Halka musallat olmak (onlar üzerinde otoriter kontrol sağlamak) için onlara zulüm de yapılabilir" derler. 

Evet, Sünniler de adaletten bahsederler ama, onların bahsettikleri adalet, "akli adalet" değil, "şer'i adalettir."

Yani Kuran; "Adil olunuz" (Maide:8), "Allah adaleti emreder" (Nahl:90) söylediği için, onlar da bu adaleti kabul ederler.

Yoksa "akli adaleti" kabul etmezler.

Yani (özellikle de Eş 'ari ekolü) der ki, Allah, kendi mülkünde tasarruf etme hakkına sahiptir.

İsterse Yezit'i Cennete, imam Hüseyni de cehenneme koyabilir, istediği kimseye istediği muameleyi yapabilir.

O'nun salih kulları cehenneme koyması da adalettir.

Çünkü Allah, kendi mülkünde tasarruf ediyordur. 

Fakat Mutezile ile Şii ekolu der ki, hayır.

Adalet akli bir konudur.

Allah'ın adalete tabi olması kaçınılmazdır.

Çünkü adalet güzeldir, zulüm ise çirkindir.

Güzel olan Allah'tan, çirkin olan zulüm asla sadır olmaz.

Allah, yalnızca güzel olduğu için O'ndan yalnızca güzel olan adalet sadır olur.

Fakat Sünnilerin kahır çoğunluğunun tabi oldukları Eş'ari mezhebinin alimleri, şöyle derler:

Biz bir şeyi Allah'a gerekli kılamayız. Allah, her şeyde serbesttir ve kendi mülkü üzerinde istediği şekilde tasarrufta bulunabilir, O'nun yaptığı her şey meşrudur. (Bu da Sünni ekol ile Şii ekolün arasındaki ikinci bir farktır.) 


3- Şii akım ile Sünni akımın arasındaki ihtilafın üçüncü nedeni ise, "siyasi otorite" anlayışı olabilir.

Şöyle ki:

İslam tarihinde yer alan tüm siyasi devletler, Sünni mezhebine mensupturlar.

Emevî, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı gibi büyük devletler, tümüyle Sünni ekolündendirler.

Hatta Abbasiler, Emevîlere karşı başlattıkları isyanlarını, Şiilik ismiyle başlattılar.

Fakat Emevîleri devirip iktidarı ellerine geçirdikten sonra, onlar da Sünni ekolüne geçiş yaptılar.

Çünkü Sünni ekolünün algısına göre "din", devletin hizmetindedir.

Ve resmi siyasi otorite, "din"den siyasetlerine destek buldukları için, Abbasiler de bu nedenle dönüp Sünni oluverdi ve asırlarca halka Saltanatta bulundular.

Her ne kadar Fatimi, İdrisî, Safevi, Büveyhi vs. gibi Şii devletleri, Şiilik adına ortaya çıkıp Saltanatta bulunsalar da fakat bunların saltanatı küresel ölçekte değil, bölgesel ölçekte kalmıştır.

Yani Fatımiler yalnızca Mısır'da, İdrisiler Tunus'ta (Mağrip), Büveyhiler Irak'ta, Safeviler ise yalnızca İran'da iktidar kurabildiler.

Fakat Sünni devletleri, küresel ve imparatorluk şeklindeki devletlerdi, hatta Avrupa'nın yarısı dahi Osmanlı yönetimi altındaydı.

Yani Sünni devletleri, tüm ümmeti kapsayacak boyuttaki devletlerdi.

Çünkü Sünni algıdaki din, devlete hizmet etmektedir.

Fakat Şii algıdaki din, sürekli bir şekilde otoriteye şu mesajı vermektedir:

Şayet sen adil olmaz isen, aleyhine baş kaldırmak şarttır.


Şiiler bu durumu imam Hüseyin'den öğrenmişlerdir.

Oysaki Sünni inançta siyasi otoriteye (hâkim olan emire) baş kaldırmak haram ve ona itaat vaciptir.

Hatta bu hususla ilgili şöyle bir rivayet de nakledilir:

Emir, senin sırtını kamçılasa, malını gasp etse ve ırzına saygısızlık yapsa da ona itaat edeceksin. (Farklı metinlerle; Buhari, H.7084/ Müslim, 1847/ Ebu Davud, 4244)
 


Dolayısıyla, siyasi otorite ve Sultanların Sünni olmalarının nedeni, dinin onların emrinde olmalarından ötürüdür.

Fakat bu inanç şu an için tehlikelidir.

Çünkü böyle bir inanç o dönemlerde pek de bir sorun oluşturmuyordu.

Yani Abbasi, Selçuklu, Osmanlı vs. ler için bu itaatler tabii olarak kabul ediliyordu.

Fakat şu anda çok tehlikelidir.

Çünkü ABD ve Batılı ülkeler, Müslüman ülkelere musallat olmuş ve onları kontrolleri altına almışlardır.

Müslümanların her şeyleri avuçlarının içerisindedir.

Kültürel deformasyona (yozlaşmaya) gitmişlerdir.

İslam ülkelerinin yöneticileri Batılıların ajan ve hizmetçileri olmuşlardır.

Fakat Osmanlılar dönemindeki yöneticiler Amerika ya da Batı'nın uşağı değillerdi.

Abbasi ve Selçuklular da öyleydi. Evet, bunların zalim oldukları doğruydu, fakat ajan değillerdi.

Yani İslam'ın yayılmasını seviyorlardı, namaz kılıp oruç tutuyorlardı.

Kendi İslami kimliklerini koruyorlardı.

Dinleri ve kültürleri korunmuş bir durumdaydı.

Fakat şu andaki yöneticiler hem değerler hem de İslam için büyük bir tehlikedirler.

Görüldüğü üzere kimi yöneticiler Filistin'in tam tersine İsrail'i onaylıyor.

Yani Filistin Arap, Müslüman ve mazlum olmasına rağmen, bazı İslam ülkelerinin yönetim kadrosunun İsrail'i teyit ettiklerini görüyoruz.

İşte buna "asimile" denir ve en büyük tehlike olan da budur.

Çünkü hadis: "İnsanlar yöneticilerinin dinindendirler" (İbn Haldun, Mukaddime) diyor.

Bunlar sosyal medya ve diğer duyuruları ile Müslüman halkı da asimile ediyorlar.

Onlardan birçoğu Filistin muhalifi ve İsrail dostu oldular.

Her ne kadar bunu açıkça söylemiyor ve halktan gizli tutuyorlarsa da fakat gerçeği bu söylediklerimdir.

Çünkü halk İsrail'den nefret ediyor ve Siyonistleri "mide bulandırıcı" olarak görüyorlar.

Onlardan kurtulmaya çalışıyorlar. 

İyice bakıldığında Batılıların sahip oldukları kültürün büyük bir kısmı, Yahudi zıddı kültürdür.

Yalnızca Hitler Yahudilerin zıddına değildi, hatta Fransa, İngiltere vs. gibi ülkeler de onların zıddınadır.  

Çünkü Yahudilerin ahlakı, hile ve kibir üzerine kuruludur.

Onlar kendilerini insanların en üstünü görmekteler

Tevrat'ta da Rabbin onları bütün insanlardan üstün kıldığından söz ediliyor.

Yani Tevrat'a göre onlar, tüm insan kitlelerinin üstünde olan bir varlık türüdürler.

Yalnızca Kuran'da "Sizi alemlere üstün kıldım" (Bakara: 47) sözü geçmiyor.

Yine onların inançlarına göre; "tüm insanlar onlara hizmet etsin diye yaratılmışlardır."

Bu da onların ırkçılık ruhudur.

Tüm Yahudilerin düşüncesi böyledir.

Bir düşünsenize kibirli insanı kim sever?

Tam tersi her kes ondan rahatsızlık duyar. Onlar da böyle bir cinstirler.

Şu andaki Siyonistler her zamankinden daha tehlikeli bir dönemdeler.

Onların dünyayı Siyonist kontrolü altında tutmak istemeleri çok büyük bir tehlikedir.

Ebetteki Siyon, yalnızca Yahudilerden ibaret değildir.

Tüm emperyalist güçler Siyonluk yapıyorlar.

Dünyayı küresel ölçekte her konuda kendi kontrolleri altında tutmaya çalışıyorlar.

Hristiyan ve Araplardan da Siyonlar vardır.

Bunlar Bankalar, medya, ekonomi ve diğer yayın organları vasıtasıyla insanları asimile ediyorlar.

Yani halkın, onların her türlü rezillikleri karşısında boyun eğmeleri için her türlü dümeni çeviriyorlar.

İşte tehlikeli olanı da budur. 

Hiçbir milletin kültürüyle, ekonomisiyle ve de toprak bütünlüğüyle bağımsız olmasını istemiyorlar.

Örneğin Çin gibi kocaman büyüklükteki ülkeyi bile parçalamak istiyorlar.

Ya da Rusya'yı öyle yapmak istiyorlar.

Batılı emperyalistler, yalnızca şimdi değil, her zaman başka ülkeleri avlamak ve parçalayıp yemek istemişlerdir.

Bunlar Osmanlı'ya da öyle yaptılar.

Arap ülkelerini Osmanlı'dan kopardıktan sonra hala dahi sömürüyorlar.

Avcılık, onların tabiatındandır ve bu durumları yeni değil, çok eskilere dayanır.

Örneğin Afrika'dan milyonlarca insanı toplayıp gemilerle Amerika ve Avrupa ülkelerine köle olarak götürüp satmışlardır.

Evet, onlardaki ilerlemeyi biz inkâr etmiyoruz.

Demokrasi, insan hakları, özgürlük vs. gibi şeyleri güzeldir.

Biz onlar için kötümser bir tablo da çizmiyoruz.

Biz onlardan demokrasi, özgürlük vs. gibi güzel şeyleri almalıyız.

İşte bizim savunduğumuz "vicdan ekolü"nün Allah katında en doğru din olduğunu şunun için iddia ediyoruz.

Çünkü bu ekol, yenilikler ile uyum sağlıyordur.

Fakat Sünni ve Şii mezhepleri, maneviyat mezhepleridir ve bundan dolayı da yeniliklere kaşıdırlar.

Yani bu mezheplerin her ikisi de geçmiş tarihten bahsediyor, Cemel, Sıffin, Nehrivan, Ayşe'nin davranışları, hilafet konusu, Ehli Beyt ve halifelerin durumları vs. den hep konuşuyorlar.

Bahsedilen bu konuların tümü de manevi şeylerdir.

Oysaki bu konuların hiç birisi, içinde bulunduğumuz bu çağın insanlarının maslahatına değillerdir ve bu işlerden dolayı da insanların çoğu ateist, laik, inkârcı vs. olup gidiyorlar.

Çünkü bu mezheplere baktıklarında, onların ihtiyaçlarını gidermediğini ve kendilerini ikna edemediğini görmekteler.

Bu mezheplerin birtakım taassuptan ibaret ve bir kısım maneviyatlardan müteşekkil ırkçılık olduğunu müşahede etmekteler.  

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU