Mead'ın varlığıyla ilgili Kur'an'ın delil olarak sunduğu üçüncü ayet, "Ashab-ı Kehf" ile ilgili ayettir.
Ashab-ı Kehf, mağarada 309 yıl uyumuştur. Kur'an, onların uyuduklarını çok bariz bir şekilde anlatır:
Onları sağa ve sola çeviririz. Köpekleri de ön ayaklarını mağaranın girişinde yere uzatmıştır. (Kehf: 18)
Dolayısıyla onlar uyku halindelerdi.
Kehf hikayesini tamamladıktan sonra da şöyle der:
Böylece Allah'ın sözünün hak olduğunu ve kıyametin kopacağından bir şüphe olmadığını bilmeleri için (insanları) onların durumundan haberdar kıldık. (Kehf: 21)
Maalesef, İslam alimleri nezdinde bu ayet, mead'ın delili kabul edilmiştir.
Yani, Ashab-ı Kehf (yedi uyurlar da denir) 309 yıl uyutulmuş ve sonra da uyandırılmışlardır.
Onlara göre Allah bunu, mead'ın delili olarak sunmuştur.
Oysaki söz konusu bu ayet, Allah'ın ölüyü dirilttiğine ve mead'ın gerçekleşeceğine dair delil olamaz.
Çünkü bu adamlar uyutulmuş, sonra da uyandırılmışlardır.
Uykuda iken uyandırılanların durumu, ölülerin diriltilmesine nispeten daha kolaydır.
Ve bu, o durumdan daha zayıftır.
Hiçbir zaman zayıf olan bir şeye güç yetirenin, ondan daha güçlü olana da güç yetirebileceği iddia edilemez.
O halde onlara sormak lazım;
Acaba Allah bununla bizlere, "güçlüye gücü yetenin, ondan daha zayıf olana gücünün yetmesi muhakkaktır" türünden mi bir mesaj vermek istemiştir?
Tabii ki hayır.
Bu ona delil teşkil etmez.
Kısacası,, ölüyü diriltmeye gücü yeten Allah'ın, ondan daha zayıf bir noktada bulunan uykudakileri uyandırmaya, haliyle daha kolay gücü yetecektir.
Örneğin, büyük bir taşı kaldıracak güçte olan birinin bu durumu, onun dağı da kaldıracak güçte olduğunun kanıtı olamaz.
Fakat dağı kaldıran birinin durumu, büyük taşı da kaldırabilecek güçte olduğunun delili olabilir.
İslam alimlerine bakılırsa burada Kur'an, verdiğimiz misalin tam tersini yapmıştır.
Yani, onlara göre Kur'an, Allah'ın uykuda olanları uyandırmaya gücünün yettiğinden söz etmiş ve onunla da bizlere, Allah'ın ölüyü diriltebileceğine de gücünün yettiği mesajını vermiştir. O nere, bu nere.
Kur'an'ın, mead'ın varlığına dair sunduğu delillerden dördüncüsü de "Allah'ın ölü toprağı yağmur yağdırarak dirilttiği" şu ayettir:
Yeryüzünü de kupkuru görürsün; ancak üzerine su indirdiğimizde canlanır, kabarır ve her çeşit iç açıcı bitkiler verir. (Hac: 5)
Allah ayette, yağmurun nazil olmasıyla ölü topraktan bitkilerin çıkmasını mead için delil olarak gösteriyor.
Yani, Araplar o günlerde yeryüzünün kuraklıktan öldüğünü ve yağmurun yağmasıyla da yeşile dönüştüğünü tasavvur ediyorlardı.
Buradan hareketle, yeryüzünün yeşermesiyle onun dirildiğini düşünüyorlardı.
Kur'an ise Arapların bu cehaletinden istifade ederek onlara şunu söylüyor:
Yeryüzü ölü iken, Allah'ın yağmuru yağdırmasıyla onu canlandırdığı gibi, sizleri de öldükten sonra canlandıracaktır.
Buna, felsefe ve mantıkta "gıyas-ı meel farık/ farklı mukayese" derler.
Çünkü yeryüzünün yeşilliği, mevsimsel değişiklikler ve toprak kalitesi gibi elementlere bağlıdır.
Buraya kadarki naklettiğimiz akli ve nakli delillerin tümünün, mantık dışı olduklarını ve iddiayı ispatta zayıf bulunduklarını görmüş olduk.
Şimdi sormak lazım:
Acaba gerçekten ölüm ötesi hayat var mıdır? Varsa nasıl bir hayattır?
Şayet ölüm ötesi hayat olur ise, acaba onu ispat için şu saydığımız delillerden daha güçlü deliller getirebilir miyiz?
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Biz, buraya kadar Müslümanların algısındaki cehennemin kesinlikle olmadığını anlattık.
Çünkü şayet Allah'ın adaletine iman etmiş isek, cehennemin varlığının Allah'ın adaletine ters düştüğünü söyledik.
Ayrıca bu algıdaki "cehenneme" inanmanın, Allah'ın rahmetiyle de ters düşeceğini söyledik.
Yani, bir çocuk annesine eziyet ettiğinde, annesinin onun üzerine kaynamış suyu ya da dağlanmış zeytin yağını dökmesi nasıl mümkün değilse, Allah'ın da bir kulunu cehennem ateşine atıp yakması, aynen onun gibidir.
Çünkü, ayet ve rivayetlerde geçtiği üzere Allah'ın rahmeti, annenin çocuğuna olan rahmet ve merhametinden binlerce kez daha fazladır.
Hatta genel Müslümanların Allah'a pek de sığınmadıklarının nedeni, bu türden İslam alimlerinin Allah'ın yüzünü cehenneme benzetmelerindendir.
Yani, Müslümanlar arasında Allah derken hemen akla cehennem gelmektedir.
Akıllarında intikamcı, cezalandırıcı, azap edici vs. Allah canlanmaktadır.
Bundan olsa gerek Müslümanlar Allah'ın elçisine, onun Ehl-i beyti'ne, evliyaya, enbiyaya, kavslara, yatırlara ve eimmeye daha çok sığınmaktalar.
Çünkü bunları mutlak merhamet, muhabbet ve rahmet olarak görüyorlar. Bundan ötürü de Allah'tan daha ziyade bunlara tevessül etmekteler.
Kısacası, Müslümanlar nezdinde Allah, korkunç bir yüze sahiptir.
Çünkü onların algısındaki Allah'ta azap ve işkence vardır.
Diğer bir deyişle Müslümanlar, O gibi Allah'ı Kral ve Sultanlar gibi görüyorlar.
Çünkü Sultanlarda hem azap hem de rahmet vardır.
Allah'ı da bu gibi bir Sultan'a benzetiyorlar ve Sultanlarda da bu iki yüzün bulunmasından dolayı, kimse onları pek de sevmiyordur.
Oysaki Allah yalnızca "rahmettir."
O şekilde O'nu düşünmeli ve öyle sevmeliyiz.
Allah'ta hem rahmet hem de ceza olur ise, O'nu sevmek zor olur.
İyi düşünüldüğünde kralların halk nezdinde pek de sevimli insanlar olmadığı görülür.
Çünkü insanlar onlardan korkar.
İşte Allah'ı bir Kral gibi tasavvur etmek yanlıştır ve böyle bir tasavvur Allah'ın yüzünü çirkinleştirir.
Yine iyi düşünüldüğünde, Müslüman algısındaki cennet ile cehennemin de aklın hilafına olduğu görülür.
Cehennemi biraz olsun izah ettik de şimdi de cenneti az da olsa izah etmemiz gerekir.
Cennet için şunları söyleyebiliriz:
Ben şahsen şu anlatılan ve Müslümanların ekseriyetinin algısında bulunan cennete 'hayvanlar ahuru' gözüyle bakıyorum. Yani, şu günkü algımızdaki bildik cennette yalnızca yemek, içmek, cinsi münasebette bulunmak, şarap-bal ve sütten havuzlar vs. vardır, insanlık ile ilgili hiçbir şey bulunmamaktadır. Örneğin, 'isar/empati', 'iş üretme', "annelik', 'babalık', 'evlat eğitimi', 'ağrı', 'acı', 'hüzün' vs. gibi şeyler, insanlık ile ilgili hususlardır, fakat bunlardan hiçbiri orada yoktur.
Oysaki bu saydığımız şeyler olmaz ise insan, insanlığını fark edemez.
Şöyle bir anekdot aktaracağım:
Cömertliği ile ünlü Hatem-i Tai için en güzel şey, aç insanları bulup sofrasında oturtmak ve onların karınlarını doyurmakmış.
Yani, kendisi yemek yemeğe düşkün birisi değilmiş, fakat açları doyurmayı çok severmiş.
Peki, böyle birisi o cennet denilen yerde ne yapabilir?
Çünkü orada ne fakir ne de aç insanlar mevcuttur.
Çok yiğit biri olan İmam Ali gibi şahsı da düşününüz.
Yoksula, miskine ve mazlumlara yardımcı olmayı çok severdi.
Algımızdaki cennette ise ne savaş ne yoksul ne miskin ve ne de mazlum vardır.
Peki, Ali gibi bir şahsiyet orada neyle mutlu olacaktır?
Kimi yazarlar, sanatçılar, şairler, ressamların vs. de bulunduğunu göz önüne alınız.
Peki, bunlar orada ne yapacaklar?
Sadece yiyip, içip, cinsi münasebette mi bulunacaklar?
Alim ve düşünürler ne edecek?
Onlar da mı yalnızca yiyip içip eğlenecekler?
Oysaki bu hallerin tümü hayvani hasletlerdir.
Bu türden hasletler ise, bedevi ve vahşi Arapların arzu ettikleri şeydir.
Çünkü bunlar o tür şeylerden zevk alıyorlardı.
Şayet cennet böyle bir yer ise ve Allah da bana cennete gir derse, benim ilk reddettiğim şey oraya girmek olacaktır ve ben cehennemi oraya tercih edeceğim.
Hatta cehenneme girmeyi, öyle bir cennete girmekten üstün görüyorum.
Çünkü cehennemde insanlığımı hatırlayacak, azap çeken ve mahrum bırakılanlar ile eşit olduğumu göreceğim.
Daha doğrusu ben, böyle bir cennette ne yapacağım?
Böyle bir cennet bir- iki yıl olsa ona katlanmak belki mümkün olabilir de, fakat sonsuza dek ben orada yiyip içmek ve cinsel ilişkide bulunmak ile yaşayamam ki.
Çiftçilikle uğraşan biri ekini ekmekten, onu biçmekten ve yorgun düşmekten zevk alır.
Şayet bahçenize bir nar ağacı dikseniz, 5 yıl sonra da ondaki meyveleri toplasanız, acaba bundan aldığınız zevki başka neden alabilirsiniz?
Bu iş, pazara gidip 5 tane nar almak gibi değildir elbette.
Yani, çiftçi çalışmak ister.
Onun bu işten elde ettiği lezzet, cennette yoktur. İsarda bulunmak (empati yapmak) da öyledir.
İmam Ali gibi şahsiyetler, algımızda bulunan böyle bir cennetteki şeylerden lezzet alır mı?
Bunu iyi düşünmek lazım.
Kur'an cennettekilerin "elbiseleri de ipektir" (Fatır:33) der.
Yani, imam Ali gibi bir şahsiyet ipekten elbiseler giyip ondan lezzet mi alacaktır?
Peki, bunun faydası ne olacaktır?
İpekten giyecekleri oradaki fakirler de giyecektir.
Kısacası; Kur'an'ın şu cennet tasviri, bedevi ve vahşi Arapları o vahşiliklerinden el çektirmek için yapılan tasvirlerdir.
Evet, o dönemin kimi insanları için münasip olabilirdi, çünkü o dönemdeki insanlar genelde aç ve yoksul insanlardı, giyecek elbiseleri yoktu, evlilik yapamıyorlardı, baldan, sütten, şaraptan havuzları görmemişlerdi, çünkü bunlar Meliklere has şeylerdi.
Genel halk bunlardan mahrumdu.
Hatta kimi rivayetlere göre, kimi bölgelerde on kişiye bir üstlük elbise düşüyordu ve o on kişi, sırasıyla o üstlüğü giyip öyle namaz kılıyorlardı.
İşte bu tür yoksulluk içerisindeki insanlar ipek ve sündüsten (daha ince ipekten) elbiseleri duyunca kendilerinden geçiyorlardı, çünkü çok fakirlerdi.
Cennette erkekler için var olan Huriler, kadınlar için yoktur.
Zavallı kadın cennete giderse, orada eşini beklemek zorundadır.
Eşinin de bin tane Hurisinin olduğunu farz edersek, dünyadan giden kadının kendisine sıranın gelmesi için uzunca bir zaman beklemesi gerekecektir.
Bence, bu şartlarla cennete girmeye ilk itiraz edenlerin, hanımlar olması gerekir.
Peki, yalnızca erkeklere Hurilerin verilmesi adalet mi?
Kur'an'ın bunu böyle söylemesindeki maksadı şu olmalıdır:
O dönemlerde hayatın ağırlığı erkeklerin üzerindeydi, çünkü toprakları fethetmek için cihat yapmak, ölüp öldürmek vs. yalnızca erkeklere hastı. Kur'an da erkekleri bu işlere bağlamak için onları cennet ile motive ediyordu. Bundan dolayı da Huriye ihtiyaç vardı. Zira Araplar kadınlara düşkündü. Buna rağmen kadınlar hiçbir hususta hesaba katılmazdı.
İşte cennet ve cehennem, biz Müslümanların algısında bu anlattıklarımız gibidir ve biz burada, kendi görüşümüzü de özet bir şekilde anlatmaya çalıştık.
Şunu da arz edeyim ki, Kur'an'ın delillerinden bir kısmı mantık açısından zayıf olmasıyla birlikte hitabeti güçlü ve doğrudur.
Yani, Kur'an, hitabet kitabıdır, felsefe kitabı değildir.
Kur'an "felsefe kitabıdır" demek, Kur'an'a zulümdür ve ona taşıyamayacağı bir yükü yüklemektir.
Çünkü Kur'an, vahşi bedeviler için hitabette bulunan bir kitaptır.
Kur'an'ın, Eflatun'un kitabı gibi olmasını ondan beklemek, uygun değildir.
Şayet Kur'an "felsefe kitabıdır" dersek, görüldüğü üzere mead (ölüm ötesi hayat) ile ilgili öne sürdüğü deliller, mantık açısından tümüyle zayıftır.
"Kur'an mantık kitabıdır" demek de olmuyor. Çünkü keşfedildiği üzere mead ile ilgili delillerinin hiçbiri, mantıken güçlü deliller değillerdir.
Bizlere farz olan şudur:
Bizler ilk önce 'zatî sıdk' (öznel-kişisel doğruluk) ile 'nesnel sıdk' (objektif doğruluk) arasındaki farkı anlayıp onları birbirinden ayırmamız gerekir.
Yani, birisi dese ki; 'Cennet, cehennem, mead vs. gibi hususlar Kur'an ve rivayetlerde geçer. Buna rağmen acaba bunlar doğru değiller mi ve o iki kaynak bunları yalan yere mi söylüyor?'
Ona şu cevabı verebiliriz:
Hayır. Kur'an ve rivayetlerde geçen bu hususların tümü de doğrudur. Bunları söyleyenler de 'sadıktırlar.' Hatta bu hususların varlığından haber veren yalnızca Kur'an değil, Tevrat ve İncil de bunlardan haber vermiştir, bu konularda onlar da tahrif edilmemişlerdir.
Şahsen ben bu düşünceden hareketle kutsal metinlerin tümünden de yararlanıyorum. Hatta yalnızca bu semavi metinlerden değil, Buda, Konfüçyüs ve Zerdüşt gibi şahıslardan geriye kalan metinlerden de istifade ediyorum.
Bu metinlerin tümünde 'hikmetler' vardır. Bundan ötürü Müslümanların da bir tek kendi kitaplarıyla yetinmelerini tavsiye etmiyorum.
"Sıdk"ın iki türlü olduğunu, birinin "sıdk-i zati", diğerinin de "sıdk-i mevzui" (öznel ve nesnel doğruluk.) olduğunu ifa ettik.
Aristo gibi eski düşünürlere göre "sıdk" ile "hakikat" (doğru ile gerçek) aynı anlamdadır.
Aristo'ya göre "sıdk", hariçteki ile mutabık olursa, bu "hakikattir/gerçektir."
Mutabık olmaz ise bu "kizibdir/yalandır."
Yani, demek istiyor ki sıdk ile hakikat, aynı anlamdadır.
Örneğin, ben "şu evin köşesinde duran ağaç yeşildir" diyorum.
Şayet bu ağaç dışarıdaki ağaç ile uyum sağlıyorsa ve onun gibi yeşilse, benim bu sözüm "sadık" ve "hak", uyum sağlamıyorsa, yalan ve kizib oluyor.
Dolayısıyla ölçü, dışarıdadır.
Son asırdaki ilmi devrimden sonra "sıdk/hak/doğru/gerçek" için başak bir "ikinci" anlam daha oluşturuldu, hatta Aristo'nun felsefesi bile buna isyan etti.
O da şudur:
Dediler ki;
Şayet birisi bir söz söylüyor ve söylediği de dışarıda karşılık bulamıyorsa, buna rağmen biz o sözün de doğru olduğunu kabul edebiliriz.
Örneğin, diyorum ki "falanın ocağı her zaman tütüyor, ya da filanın sofrası her zaman açıktır."
Her ne kadar o adamın ocağından duman çıkmasa ya da sofrası serili bir şekilde açık olmasa, yine de benim o sözüm doğrudur. Çünkü benim o sözleri söylemedeki kastım, o insanların "cömert" insanlar olduklarını vurgulamaktır.
Yani, benim o sözlerimin dışarıda karşılığı olmasa bile, kesinlikle yalan değil "doğru" sözlerdir ve o adamlar "cömert" insanlar olarak tanınmaktalar.
Kimse onların "eli sıkı" biri olduklarını iddia edemez.
İşte bu da "sıdk"ın ikinci bir anlamının daha bulunduğunun kanıtıdır.
Daha açık bir ifadeyle; insanın söylediği bir söz, dışarıda karşılığı bulunmasa dahi, kastıyla uyum sağladığı için sadıktır/doğrudur.
Fakat örneğini verdiğim o insanlar cimri birileri oldukları taktirde, benim o sözüm de yalan oluverir.
Dolayısıyla sıdk ve kizib için ikinci anlam, söylenen sözün kasıt ile mutabık olup olmamasıdır.
Bu konuyla ilgili Kur'an'dan şu örneği verebiliriz.
Kur'an bize münafıkların gelip peygambere şöyle dediklerini bildiriyor:
Münafıklar sana geldiklerinde, 'Biz senin, Allah'ın peygamberi olduğuna şahitlik ederiz' dediler. Allah, senin kendi peygamberi olduğunu bilir. Allah, münafıkların yalancı olduklarına şahitlik eder. (Münafikun: 1)
Yani, "Ey Nebi. Münafıklar gelip senin Allah'ın elçisi olduğunu söylerler. O doğrudur. Allah da biliyor ki sen onun elçisisin, bunda hiçbir şüphe yoktur ve Allah onların kalbini bildiği için biliyor ki onlar, senin O'nun elçisi olduğun hususunda yalan söylüyorlar."
Daha doğrusu münafıklar gelip peygambere diyorlar ki, "sen Allah'ın elçisisin."
Allah da diyor ki "siz yalancısınız."
Yani, gerçekte o, Allah'ın elçisidir, fakat siz münafıkların dediği "sen Allah'ın elçisisin" sözü, gerçekte sizin inancınızla uymuyor, çünkü siz içinizden "bu Allah'ın elçisi değildir" diyorsunuz.
Dolayısıyla da siz, yalancının tekisiniz.
Demek ki yalan, "sadece dışarıda karşılığı olmayan bir şey değildir."
Yani, münafıkların, nebinin hakkında söyledikleri "Allah'ın elçisi" sözü, dışarıyla mutabıktır.
Gerçekte o, Resulullah'tır. Fakat o sözleri, içlerindeki taşıdıkları niyetleri ile uyum sağlamıyordu.
Dolayısıyla bu da yalan türlerinden bir türdür.
Buradan hareketle diyebiliriz ki, şayet Allah ve nebi cehennem, azap vs. gibi şeyler ile insanları kötü işleri yapmaktan korkutma ya da iyi işleri yapmak için teşvik etme amacıyla bu sözleri söylüyorlarsa ve kasıtları budursa, bu sözlerin tümü de doğrudur.
Kısacası, her ne kadar dışarıyla uyum içerisinde olmasa bile, cehennem ile ilgili var olan ayetlerin tümü de doğrudur.
Bununla ilgili Kur'an'dan şu örneği de verebiliriz:
O gün cehenneme 'Doldun mu?' deriz. O, 'daha var mı?' der. (Kaf:30)
Peki, kıyamet günü Allah, acaba cehennem ile konuşur mu?
Cehennemin dili var mıdır?
Cehennem ile Allah nasıl konuşur ve cehennem O'na nasıl cevap verir?
Acaba Allah, cehennemde yerin kalıp kalmadığını bilmiyor mu?
Örneğin, birisi, bir uzun yol otobüsünün şoföründen "boş koltuğun olup olmadığını" sorduğunda, o şoför otobüste yerin olup olmadığını bilemez mi?
Çünkü şoför otobüsün her şeyidir ve onunla ilgili her şeyi biliyordur.
Buna rağmen acaba şoför yolculardan birine "hele bir bak, boş yer var mıdır" diye sorar mı?
Allah da öyledir. Yani, cehennemin şoförü gibidir.
Yerin dolu olup olmadığını cehennemden niçin sorsun ki?
Dolayısıyla Allah'ın, kıyamet günü bunu cehennemden sorması mümkün değildir.
Çünkü bu soru, boş bir sorudur.
Yerin bulunup bulunmadığını Allah cehennemden daha iyi biliyordur.
Fakat böyle bir soru, boş bir söz olmasıyla birlikte, doğrudur da.
Çünkü bu sözden Allah'ın bir kastı ve bizlere vermek istediği bir mesajı vardır.
Mesajı şudur:
Cehennem asla dolmaz.
Tüm müfessirler şunu derler:
Hariçte, Allah ile cehennem arasında böyle bir konuşmanın gerçekleşmesi söz konusu değildir. Fakat bu sözden Allah'ın neyi kastettiği önemlidir. O'nun kastı da şudur: 'Cehennem çok geniştir.'
Allah, gerçekte bu sözüyle kafirleri reddediyordur.
Çünkü kafirler o dönemde gelip nebiye şunu diyorlardı:
Bizim sayımız pek fazladır. Bizler cehenneme sığmayacak kadar fazlayız. Dolayısıyla da senin rabbin bizi ne kadar cehenneme doldurursa doldursun, biz yine de oraya sığmayıp fazla geleceğiz ve yarımız yine de cennete gireceğiz.
Bununla ilgili Kur'an'dan başka bir örnek daha verebiliriz:
Birisine benzin döküp ateş verdiğinizi düşünün, öyle ki ateş her tarafını kaplamıştır. Acaba birisi böyle bir halde iken açlık ya da susuzluk diye bir durumunu aklının ucundan geçirir mi?
Çünkü şairin dediği gibi; "azıcık bir acı insana bütün bildiklerini unutturur."
Hatta insanın küçücük bir yarası olduğunda ve o yara büyüdüğünde, küçük yarasının acılarını da unutturur.
Kur'an diyor ki, cehennem ehli susuzluğundan ya da açlığından ötürü cennet ehline tevessül edecektir:
Cehennemlikler cennetliklere, 'O sudan veya Allah'ın size verdiği rızıktan (biraz da) bize akıtın' diye seslenirler. (A'raf: 50)
Cennet ehli de onlara diyecek ki:
Allah, bunları kafirlere haram kılmıştır. (A'raf: 50)
Yani, Allah yiyecek ve içecekleri kafirlere yasak etmiştir.
Şunu demek istiyoruz:
İnsan cehennem ateşinde yanarken ve o ateş her tarafını sararken, onun yiyecek ve içeceği düşünmesi pek de mantıklı gelmiyor.
Kur'an'da bunun gibi birçok ayetleri misal olarak görebiliriz.
Fakat bu ayetlerin tümünden şunu anlıyoruz:
Allah, cehennemle ilgili bu sözleri nazil etmekle, vahşi Arapları korkutup onları kendi safına çekmek istemiştir ve fiilen de onu başarmıştır.
Nitekim Kur'an'da bu konu şöyle geçmiştir:
(Oysa) biz ayetleri ancak korkutmak için göndeririz. (İsra: 59)
Diğer bir ifadeyle; cehennemin hariçte varlığı şart değildir.
Aslında doğru olan, bu işeri yapmadaki ilahi kasıttır.
Örneğin, Türklerde şöyle bir ata sözü vardır:
Tavuk bir su içer bir de başını kaldırıp Allah'a bakar.
Yani, içtiği her yudum suyun karşılığında Allah'a şükreder.
Oysaki tavuk şükretmekten ne anlar.
Ayrıca, Allah yukarıda değil; her yerdedir.
Dolayısıyla, tavuğun öyle yapmasından kastı, ağzını suyla doldurduğunda kafasını yukarı dikleyip o suyu midesine indirmektir.
Tavuk ile ilgili söylenen bu sözün yalan olmasıyla birlikte, onu söyleyen atalarımızın kastı doğrudur.
Onlar bu sözleriyle bizlere şu mesajı veriyorlar:
Sizler de her nimetin mukabilinde Rabbinize şükretmelisiniz.
Şayet tavuk bir yudum suyun mukabilinde Allah'a şükrediyorsa, siz de yiyip içtiğiniz her nimetin mukabilinde Allah'a şükretmelisiniz.
İşte bu tür kasıtla o sözü söylemeleri gayet doğru ve güzeldir.
Dolaysıyla, yukarıda da izah ettiğimiz gibi "sıdk/doğru" iki türlüdür.
"Sıdk"ın her zaman dışarı ile mutabık olanı değil, kasıtla da mutabık olanı önemlidir.
Kur'an'dan son bir örnek de şu ayet olabilir:
Diri diri toprağa gömülen kız çocuğuna, hangi suçtan öldürüldüğü sorulduğunda. (Tekvir: 8-9)
Acaba Allah'ın bir saatlik ya da bir günlük bebekten "Hangi suçundan dolayı öldürüldün?" diye sorması makul mudur?
Çünkü bebek masumdur.
Yani, böyle bir bebek ne dünyayı görmüştür ne de ahireti.
Doğar doğmaz toprağın altına gömülmüştür.
O bebek Allah'a şunu diyebilir:
Ya Rab. Şayet soracaksan, katilim olan babamdan onu sormalısın, benden niçin soruyorsun?
Fakat gerçek şu ki, aslında bu ayette Allah, bebekten bunu sormuyor.
Allah'ın bebekten bunu sorması ihtimal dahilinde değildir.
Onun katili olan babasından bunu soracaktır.
Fakat bu söz, Allah'ın kastıyla uyum içerisindedir.
Yani, Kur'an bu söz üzerinden bizlere: "Bu bebek suçsuzdur" mesajını veriyordur.
Demek ki bir şey şayet kasıt ile uyum içerisinde olur ise, o doğrudur.
Buradan hareketle diyebiliriz ki, Kur'an'da cennet ve cehennem ile ilgili geçen tüm ayetler, gerçekle uyum içerisinde olmamakla birlikte, kesinlikle doğru sözlerdir.
Nebi de doğru biridir.
Çünkü bunlar, Allah ve Resulünün kasıtlarıyla mutabık olan sözlerdir.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz:
Kur'an'da geçen cennet, cehennem vs. gibi sözlerin tümü doğrudur, fakat hariç ile mutabık değildirler.
Yani, ölümden sonra hayat vardır ve bununla ilgili söylenen sözlerin tümü de doğru sözlerdir.
Fakat, bu konunun anlaşılması için, birkaç örnek vermek gerekir.
Diğer bir deyimle; metafizik konuların ispat ve inkârı, akli deliller ile mümkün değildir.
Ancak bunların izahı teşbihler üzerinden yapılabilir ve en makul yolu da bu olsa gerek.
Şimdi konuya dönelim:
Biz inanıyoruz ki, bir tek baki kalacak olan Allah'tır.
Allah'ın ebedi ve ezeli oluşuna imanımız sonsuzdur ve "bakilik" yalnızca Allah'a hastır.
Kur'an ayetleri de bunu şu şekilde teyit eder:
Yer yüzünde bulunan her kes fanidir- Yalnız Rabbinin yüzü baki kalır. (Rahman: 26-27)
Peki, Allah'ın yüzü nedir?
Yani, Allah, bir tek zattan ibaret değildir, onun yüzü de vardır.
Örneğin, güneşin bir tek kendisi mevcut değildir, onun yüzü olan nuru ve ısısı da vardır.
Güneşin nuru, güneşin yüzüdür ve bu nur da onun zatındandır.
Dolayısıyla her şey fani olacak ama, bir tek Allah'ın zatı ve O'nun nurunu kalbine yerleştirenler O'nunla baki kalacaklardır.
Yani, yalnızca iyiler kalıcı olacak, kötüler ise kaybolup gideceklerdir.
Açıkçası kötüler için ikinci bir hayat yazılmayacaktır.
İyilerin baki kalmalarının nedeni, onların kalbinde ilahi nurun bulunmasıdır.
Örneğin, bir ağaç ne kadar fazla güneşten enerji kesp eder ise, onu kesip odun ettiklerinde, onun ateş ve ısısı hayli uzun müddet olur ve ondan hayli yararlanılır.
Çünkü o, güneşin enerjisini en fazla kendinde depolayan ağaçtır.
Daha doğrusu o ağacın ateşi, kendinden değil, güneşten elde ettiği ve kendinde stokladığı enerjidir.
Telefonlar da öyledir. Onlar da enerji depolar.
Kâinat içerisinde de birtakım insanlar Allah'ın nurunu stoklar.
Tabi nasıl ki her telefon, özellikle de ilkel olanları enerji stok etme özelliğine sahip değillerse, insanlardan da kimileri onlar gibidirler.
Yani, ilahi nuru depolayacak bir kalbe (pile) sahip değillerdir.
Fakat son dönem akıllı telefonlarda böyle bir özellik vardır.
Bunlar, enerjiyi depolayacak ve şarj olacak bir sisteme sahipler, zira bunlar en gelişmiş aygıtlardır.
Canlı türleri arasındaki insanlar da en gelişmiş yaratıklardır.
Her biri imkanları dahilinde ilahi nuru kendinde depolamaktadır.
İşte baki kalacak olan da bu ilahi nurdur.
Yani, kimileri o nurun vesilesi ile baki kalacaktır.
Kısacası, sonsuzluk, bir tek salih insanlara yazılacaktır.
Tabi ki bu, onun cismine (fiziki boyutuna) yazılmayacaktır.
Çünkü cisimler tümüyle toprağa dönüşecektir.
Örneğin, yağmur danesi önceden denizdeki sudandı, sonradan güneşin deniz suyunu ısıtması sonucu buhara dönüştü ve gök yüzüne çıkıp bulut şeklini aldı.
Sonradan tekrar yağmur damlası şeklinde yeryüzüne döndü ve denize kavuştu.
Denizle kavuştuğunda da önceki bulut şeklini ve damla görünümünü kaybetti daha sonra da hacimsel özelliğini yitirdi ve bir tek su özelliği kaldı o kadar.
Yani, damla hem fanidir hem de bakidir.
Bakiliği; denize dönüşmesinde ve denizden oluşundandır.
Bizlerin ruhu da "Ruhumdan ona üfürdüğüm zaman" (Hicr:29) ayeti mucibince, ilahi ruhtur.
Hayvani ruh değildir. Çünkü hayvani ruh da fani oluyor.
Ve o hayvani ruhun durumu da aynen hayvanların durumu gibidir.
Şu insan görünümlü terörist ve canilerde de "ilahi ruh" yoktur.
Onlardaki ruh da yalnızca "hayvani ruhtur."
Çünkü ilahi ruh "sevgidir."
Şayet bir insanda sevgi var ise, onda "ilahi ruh" olur.
Çünkü Allah sevgiden (merhametten) ibarettir.
Şayet birisi kendi zatını değil de başkasını ve ahiretini seviyor ise, işte ondaki var olan ruh, "ilahi ruhtur."
Ve yine şayet ahiretini ilahi muhabbet üzerinden düşünüyor ise, bu da ilahi ruhtur.
Demek ki o insanda ilahi ruh ve ilahi nur vardır.
İşte bu ruhu ve bu nuru korumak lazım. Onu güçlendirmek gerek.
Ölümden sonra insanı diriltecek ve sonsuzlaştıracak ruh da bu ruhtur.
Şayet bir insanda böyle bir ruh ve nur yok ise, onun durumu da hayvanın durumunun aynısı olacaktır.
Bilindiği üzere, yeryüzünde milyarlarca tavuk vardır ve onlarda da ruh mevcuttur.
Alimler "Ruh bakidir" derler.
Ben de derim ki, hayvanların da ruhları vardır, fakat tümü de fanidir. İnsanların büyük çoğunluğu da hayvan gibidirler.
Nitekim Kur'an'da da buna işaret ediliyor:
Onlar, hayvanların ta kendileridirler. (Furkan:4)
Yani, o türden insanlar yalnızca yiyor, içiyor, cinsi münasebette bulunuyor ve nesillerini devam ettiriyorlar o kadar.
Örneğin, Çin'de yüzlerce milyon insan vardır.
Bunlar asla ne düşünür ne de insanlıkla ilgileniyorlar.
Yalnızca yiyor, içiyor, cinsel arzularını tatmin edip dünyadan göçüp gidiyorlar.
Peki, bunları nasıl cennete koyabilirsiniz?
Bunlar gibi yeryüzünde milyarlarca insan görünümlü varlıklar vardır.
Sonsuza dek bunları cennette saklamanın bir anlamı olur mu?
Tüm çocuklar da öyledirler.
İlim insanlarına göre çocuklarda yalnızca hayvani hisler mevcuttur.
Onlar da yalnızca yer, içer, uyur ve istirahat ederler.
Demek ki onlarda da ilahi nur yoktur.
Yalnızca kendinde ilahi nur olanlar Allah'ın bakiliği ile bakidirler.
Çünkü dedik ki bu nur, Allah'tan kesp edilmiş bir nurdur.
Demek ki bizdeki "yalnızca Allah bakidir" inancı, Kur'an'ın "Yer yüzünde her kes fanidir-Yalnız Rabbinin yüzü kalır" (Rahman: 26-27) ayetinin karşılığıdır.
O'nun tecellisi ve nuru da O'nunla bakidir.
Yani, Allah'ın dışındaki her şey fanidir.
Şayet desek ki "Bütün insanlar öldükten sonra onların ruhları bakidir. O taktirde "Yalnız Rabbinin yüzü kalır" (Rahman:27) ayetinin ve "her kes fanidir" (Rahman:26) cümlesinin anlamı ne olur?"
Yani, Kur'an "Her şey fanidir, yalnızca Rabbinin yüzü bakidir" diyor ve diğer birtakım ayetler de buna işaret ediyor.
Dolayısıyla, şayet öldükten sonra bizim de yeni bir hayatımızın olmasını istiyor isek ve ikinci bir hayata sahip olmayı seviyor isek, buna inanmanın ve sahip olmanın tek yolu, ilmi, akli ve zihni delillere tevessül etmek değildir, çünkü bu konu, irfanî konudur. Şahitler/tanıklar ile buna ikna olmak lazımdır.
Bu konuya ikna olmak için, tabiattan da şahitler/kanıtlar bulmak gerek.
Örneğin, her yıl ziraat işiyle uğraşanların elinde milyarlarca buğday danesi bulunuyor.
Bunların çok azı hariç diğerleri önce değirmene un olmaya, sonra da fırına gidip ekmek olmaya götürülürler.
Çiftçiler tarlasından buğday, arpa, çavdar vs. gibi mahsulünü topladıktan sonra, onlardan her yüz tenekeden birini, tohumluk kalsın diye çuvala doldurup ilk bahara bekletiyorlar.
Yani, tohumluk için ayrılan o mahsule, ikinci bir hayat daha yazılıyor.
Dolayısıyla bu ikinci hayat tüm buğday daneleri için yazılmıyor.
Hurma da öyledir.
Bir çiftçinin elinde miyarlarca adet hurma mevcuttur.
O hurma tanelerinden milyonda birinin çekirdeği için ikinci bir hayat yazılıyor ve tekrardan toprağa dikilip hurma ağacı olma ve meyve verme imkanına sahip oluyor.
İşte bu milyonda bir hurma çekirdeği için başka bir hayat yazılmaktadır.
Bu konu için başka bir örnek de tavuk yumurtasıdır.
İnsanların çoğu yumurta yer. Yumurtayı yemek için kullanır.
Fakat o yumurtalardan çok azı civcive dönüşmesi için üretim makinasına konur.
Yani, o makinaya konulanlara başka bir hayat yazılmış oluyor.
Tabiattaki birçok şey, heder oluyor ve onlardan çok azı için ikinci bir hayat yazılır.
İsa Mesih'in de İncil'de (Markos İncili) şöyle bir sözü vardır:
Şayet salih kimseler olur iseniz, Allah'ın oğlu olursunuz ve Allah'ın melekut alemine gitmiş bulunursunuz. İkinci kez doğmayan, Allah'ın melekutunu göremeyecektir.
Demek istiyor ki insan kendi hayatını, ahiret alemini tahakkuk ettirmek içi kullanmalıdır, bundan ötürü de ikinci kez doğması gerekir.
İkinci kez doğması için ise, onda "ilahi nur" oluşmalıdır.
Şayet onda o "ilahi nur" oluşmaz ise, diğer mahlukat gibi heder olup gider.
Bazıları der ki, "şayet cehennem olmaz ise, yaşam olmaz. Çünkü toplumda ortalık karışır, zulümler artar, mafya çoğalır vs."
Ben de derim ki, cehennemin varlığına en fazla iman edenler Müslümanlardır.
Bununla birlikte ahlaksal yönden en kötü insanlar da onlardır.
Örneğin, Japonlarda ne cehennem inancı vardır ne de cennet inancı.
Bununla birlikte onlarda yalan, hıyanet, iftira, cinayet vs. yok denecek kadar azdır.
Oysaki biz Müslümanlarda cehennem inancı vardır ve buna da iman ediyoruz, yine de tüm pislikler bizlerdedir.
Dolayısıyla bu inancın herhangi bir faydasını da göremiyoruz.
Bundan ötürü bunu yeniden dizayn etmemiz gerekir.
Yani, şu cehennem korkusunu biran evvel üzerimizden atmamız gerekir.
Çünkü cehennem korkusu bizlerin kalbinde Allah'ın yüzünü çirkinleştiriyor.
Şayet Allah'ın cehennemi olmadığını söyler isek, Allah insanın nezdinde hayli tatlılaşır.
Tatlılaşınca da fazlasıyla sevilir.
Cennet de öyledir.
Yapılan tariflere göre cennet, gerçekte bir hayvani yaşam alanıdır.
İsa Mesih diyor ki, "Allah'ın melekutunu görmeyen biri, ikinci bir yaşama sahip olmayacaktır."
Melekut ise, yanında cennetin hiçbir değerinin bulunmadığı ulvî bir alemdir.
Dedik ki, insanın kalbine ilahi nur girerse, o insan "fena fillah" (Allah'ın potasında erimiş) olur.
Yani, yağmur damlası denize düştüğünde nasıl denize dönüşürse, insan da Allah'a dönüp O'ndan ilham aldığında, o da aynen yağmur damlası gibi "fena fillah" (Allah'ın potasında erimiş) olur.
Fakat cennetçilerin görüşüne göre insan "hayvanlaşır."
Yani, cennete girdiğinde alnızca yer, içer, cinsi münasebette bulunur ve hayvanlar gibi yaşamını sürdürür.
İşte onların cennet dedikleri budur.
Ama bizim görüşümüze göre kâmil bir insan, hayvanlık seviyesinden insanlık seviyesine yükselen salih ve edepli bir insandır.
Ahlaki değerleri yerine getiren ve öldüğünde bile geriye dönüş yapmayandır.
Yani, cennete girip asla hayvanlığa avdet etmeyendir.
Öyle bir insan, cennette hayvan olmaz.
Daha da tekâmül edip ilahileşir.
Kâmil insanın üzerinde, daha üstün bir derece söz konusu değildir.
Çünkü insan-ı kâmil, Allah'ın halifesidir. Bunun bir üstü de Allah'tır.
Yani, insan-ı kâmil, Allah ile birleşen ve O'nda fani olandır.
O da aynen yağmur damlasının denizle birleşip ona dönüştüğü gibidir.
Şeklen değişik olsa bile öyledir.
İşte mead (ahiret hayatı) budur.
Öteki alem dedikleri bundan ibarettir.
Ve o alem, salihler içindir.
Şayet mead konusunu bu şekilde algılar isek, salih kullar çoğalmış bulunur.
Çünkü çoğunluk mead konusunu bu şekilde algılayamadıkları için, bir türlü salih kul olamamaktalar.
Bizlerden kimlerinin ruhu bedeninden ayrıldığı zaman, artık başka bir aleme de ihtiyaç kalmıyor.
Aynen tavukların ruhları gibi yok olup gidiyor.
Yani, insan için en büyük zarar, onun ilahileşecek bir imkânı varken, bu fırsatı kaçırmış olmasıdır.
Ve yine onun sonsuza dek yaşama imkânı varken ve en büyük nimet olan ilahileşme makamına ulaşma fırsatı mevcutken, bu fırsattan yararlanıp o makama ulaşamamasıdır.
İşte Allah'ın zatına ve yaratıklarına âşık olan birisi, öyle bir makama ulaşmayı tasavvur edemiyor.
Nitekim bu hususla ilgili filozoflar da şöyle derler:
En büyük taahhüt sahibi Allah'tır. Çünkü insan, aşk ile lezzet alır. Huri'ye, yemek, içmek ve cinsi münasebetlerde bulunmaya aşk duymak, kendini aldatmaktır.
Şayet bizler salih kullar olur isek, kıyamet günü Allah'ta fani oluruz.
Bundan dolayı da her gün 2-3 saat Allah ile irtibat kurmalı ve O'ndan nur alıp onu kalbimizde depolamalıyız.
Çünkü insanın kalbini güçlendirecek tek şey, bu ilahi nurdur.
İnsan bu nur sayesinde sürekli kötülüklerden nefret eder.
İnsanlara hizmet edilecek ki insanın kalbi güçlensin ve insana ölümsüzlük yazılmış olsun.
Son bir misal verip konuyu onunla kapatalım:
Evlenen birisi eşiyle bir araya geldiği her seferinde, ondan 30 milyon civarında sperm oluşur.
Bu milyonlarca spermden ancak bir tanesine hayat yazılır.
Yani, Örneğin, 30 milyondan yalnızca bir tanesi yaşama imkânı buluyor.
Oysaki o spermlerin tümü küçük insandır.
Dolayısıyla onlardan yalnızca bir tanesi o alemden tabiat alemine geçiş yapabilmektedir.
Diğerleri ise birkaç saat sperm olarak yaşadıktan sonra yok olup gidiyor.
Peki, öteki spermlerde ruh yok mudur?
İslam alimleri "İnsanlar öldükten sonra onların ruhlarını Allah yeniden haşir edecektir" derler.
Oysaki onların bu iddiası bizim örneğini verdiğimiz bu söze ters bir iddiadır.
Zira her seferinde değil, birçok seferinde bu 30 milyon spermden yalnızca bir tanesi kadının yumurtasıyla birleşip dünyaya geliyorsa ve insanın bir ömür boyu ne kadar insan tohumu ürettiği de bilinemiyorsa, ikinci bir hayat da tahminen yüzlerce milyar varlıktan yalnızca bir tanesine yazılırsa, o taktirde ölen insanların da kim bilir kaç milyarında birinin ruhuna yeni bir hayat yazılıp haşir olacaktır.
Anlaşılan o ki, her sperm, buğday tohumu, yumurta ve çekirdeğe hayat yazılmamaktadır.
Dolayısıyla, yüzlerce milyar varlıktan yalnızca bir ya da birkaç tanesine yeni hayat yazılmaktadır.
Ölüp giden insanlar da öyledirler.
Bizler de bu dünya hayatından göç edince, bizler için de durum öyle olacaktır.
Yani, spermler de kendilerini insan aleminden görmekteler.
Fakat 6-7 saat o alemde yaşadıktan sonra tümü de ölüp gidiyor ve kalabilirse bir tanesi kalıyor ve yalnızca ona hayat hakkı yazılıyor.
Bizler de aynen onun gibiyiz.
Yani, spermlerden bir tanesi ciddi bir şekilde gidip dişi yumurtayla birleştikten sonra ona hayat hakkı tanındığı gibi, bizler de ciddi bir şekilde gidip Rabbimizle birleşince, bize de yeniden hayat hakkı taktir edilecektir.
Ey insan. Rabbine varıncaya kadar sürekli didinip çaba göstereceksin ve sonunda O'na kavuşacaksın. (İnşikak: 6)
Dolayısıyla, insanın sürekli dikkati Allah'a yönelik olmalıdır.
Şayet O'na ulaşmaz ise, mutlaka ölecek ve ondan sonra da toprak olup gidecektir.
Kim Allah'a ve Resulüne doğru hicret niyetiyle evinden çıkar da sonra ölüm ona ulaşırsa, onun mükafatı Allah'a aittir. (Nisa: 100)
Demek ki önemli olan Allah'a yönelmektir.
Şayet bir insan başka bir hayat istiyor ise ve büyükçe lezzetlere mazhar olmayı diliyor ise, Allah'a yönelmelidir.
Kısacası, bizler, şu anda tabiat alemindeyiz.
Tabiat alemi, ariflerin dediği gibi "rahim alemidir."
Yani, bizler, aynen ceninin annesinin rahminde olduğu gibi tabiatın rahmindeyiz.
Öteki tarafta nelerin olup bittiğini de bilemiyoruz.
Annemiz olan tabiat, bizleri başka bir alem için doğuruyor.
Mesih diyor ki, "Burada iken, nefsinizi öteki alem için hazırlayınız."
Hasılı cennet ve cehennem buradan başlıyor.
Sırat da kıyamet aleminde değil buradadır.
Aslında sırat sensin, eşin ve yakınlarındır.
Şayet onlara adalet ile davranır isen, sıratta yürüyorsun.
Yalan konuştuğun ve hile vs. yaptığın zaman da sırattan düşüyorsun.
Yani, sen sürekli orta yol olan sırat üzerindesin, sağın- solun cennet ve cehennemdir.
Şayet yalan konuşur, hile vs. yapar isen sırattan cehenneme düşersin, tövbe ettiğinde de tekrar o sırat üzere dönersin.
Ölümünden sonra her şeyin keşfedilecektir.
Fakat bizler şimdi bu keşfedilecekleri yaşıyoruz.
Doğrusu cehennemin en büyüğü, cinayetkâr yöneticilerdir.
"Kuşkusuz cehennem, kafirleri kuşatacaktır. (Ankebut :50)
Onlar Allah'ın rahmetinden mahrumdurlar.
Bunlar için başka bir hayat söz konusu değildir.
Onlar birer azaptırlar ve onlarda, öteki alemi yaşama kabiliyeti yoktur.
Kabiliyetleri; bu dünyada birkaç yıl riyaset yapmaktır.
Acaba bundan daha büyük bir hüsran olur mu?
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish