Sovyet diplomatı Vasili İ. Kolotoşa, iç savaş bataklığına gömülmüş Beyrut'un dramatik tasvirini üç noktada özetlemiştir:
- "Savaş öncesi Lübnan'ın kokusu müstesna idi; baharat, sedir ağacı ve dağ çiçeklerinin kokusu sinerdi başkent Beyrut'a. Kahve kokusu ise her yanı sarardı. Savaş sonrası başkentte, çöp yığınlarının küflü ve iğrenç kokusu egemendi. Yıllarca yıkanmamış, pasaklı ve bakımsız bir insanın kokusunu taşıyordu Beyrut. Lübnanlılar ise, neşeyi hüzün ve endişeyle değiştirmiş gibiydiler.
- İç savaşın hararetli günlerinde Beyrut yankesici, gaspçı, hırsız ve cani çetelerle doldu taştı. Öğleden sonra saat 16.00-17.00 sularında herkes evine çekilince çeteler piyasaya çıkarlardı. Önlerine kim ve ne gelmişse çalıp çırpar, soyarlardı. Kadınların altın ve mücevherlerine el koyarlardı. Sovyet büyükelçiliği envanterine kayıtlı 29-30 arabamız bu tür çeteler tarafından çalınmıştı.
- Lübnan iç savaşının ceremesini sıradan insanlar ve siviller çektiler. Yaşanan mal ve can kaybının yüzde 90-95'i bu tür insanlara ait idi. Nişancılar tarafından yahut bubi tuzaklarının patlaması sonucu yaralanıp bir şekilde sakat kalanların oranı çok daha fazladır. Bu yüzden ahalinin önemli bir kısmı Beyrut'tan ayrılıp daha sakin ve tenha mıntıkalara göçerken, hali vakti yerinde olanlar da Batı ve bazı Arap ülkelerine gittiler."
Kolotoşa, 1970'li yıllarda Lübnanlı Şiilerin dini temsilcisi sayılan Musa Sadr'ın tasfiye edilmesinde Arafat'ın sağ kolu Ebu İyyad'ın parmağı olduğuna dair ithama, hatıralarında yer veriyor:
"Lübnanlı Şii İmam Musa Sadr, Ağustos 1978'de Libya'ya gitti. Orada adeta sırra kadem bastı. Gizemli bir şahsiyet olup muazzam bir karizması (çekiciliği) vardı. Öyle ki, eğer kandırılarak Libya'ya gidip de orada (Muammer Kaddafi tarafından) kaybedilmeseydi, acaba onun varlığında Lübnan'daki gayet karmaşık olayların gidişatı nasıl olurdu diye hâlâ merak ederim.
Aslında Sadr sessiz sakin görünmesine rağmen doğası gereği isyankâr bir mizaca sahipti. 1970'lerin ortalarından itibaren Lübnan'da ötekileştirilmiş Şii toplumunun en kalabalık, en aşırı ve radikal hareketini bir şekilde seferber edip ayağa kaldırmaya çalışıyordu. Bilhassa Şiilerin yoğun yaşadıkları Güney Lübnan ile Bekaa mıntıkalarında Mahrumlar Hareketi'ni oluşturmuştu. Daha sonra bu oluşumun içinden Emel ile Hizbullah isimli silahlı iki hareket çıkmış oldu.
Mahrumlar Hareketi, son derece zor koşullarda örgütlenip ete kemiğe büründü. Zira Filistin direniş örgütlerinin tam denetiminde bulunan Güney Lübnan ile Bekaa yöresinde giderek büyüyüp gelişen Şii hareketinin varlığı, Filistin örgütlerinin mevcudiyetiyle zıtlık oluşturuyordu.
Bu çelişkinin ana sebeplerinden biri de yörenin yerli ahalisinin büyük çoğunluğunun Şii olmasıydı. Onların İsrail ile sınır teşkil eden yerleşim yerleri (köy, belde, kasaba vs), FKÖ fedaileri tarafından adeta birer müstahkem kale işlevi görecek biçimde planlanmıştı. Bir çeşit sıçrama tahtası, çıkış noktası olarak kullanılan bu yerlerden hareket eden Filistin gerillaları İsrail içlerine sızıp eylem yapabiliyorlardı.
Hepimiz hatırlarız: Her Filistinli fedai eyleminin ardından İsrail, uzak menzilli top ve uçaklarıyla, karadan veya havadan yaptığı saldırılarla bahsedilen Şii yerleşim yerlerini tarumar edebiliyordu. Bu tür tahrip ve tenkil operasyonları, Güneyli Şiilerin yerlerini terk edip başkent Beyrut'un varoşlarına yerleşmesiyle sonuçlanmıştı. Bu yüzden Filistinliler ile Şii hareketleri arasındaki bir çeşit husumet iyice artmış ama henüz çatışmaya dönüşmemişti.
Aynı dönemde Filistinli silahlı hareketler, Lübnan iç savaşının bir tarafı olarak bağnaz sağcı Hıristiyan milislerle çatışma sürecindeydiler. Muhtemelen bu yüzden Şiilerle sürtüşmeye girmiyorlardı. Esasen böyle bir ihtimal, FKÖ önderliği için intihar anlamına gelebilirdi. Dolayısıyla Filistinli bazı önderler, bu çelişkili sorunu, 'en ucuz bedel' karşılığında çözme kararı aldılar. Bu bedel, Musa Sadr'ın kendisiydi.
Şöyle ki: Üst düzey bir yetkilinin kendisinden duymuştum; FKÖ'nün ikinci ismi sayılan Ebu İyyad, anarşist ve pervasız Libya lideri Muammer Kaddafi'den Musa Sadr'ı bir şekilde Lübnan'dan alıp götürmesini rica etmişti. Kanımca Sadr'ın iz bırakmadan ortadan kaybolmasının gerçek hikâyesi budur.
Tam teyit edemesem bile, anlatılan bir dizi lekeli ve bulanık hikâye arasında bana mantıklı geleni benim bahsettiğimdir. Zira Kaddafi ile Musa Sadr arasında hiçbir çelişki yoktu; buna karşılık bu Şii hareketi lideriyle Filistinliler arasındaki zıtlığın baş sebebi, Güney Lübnan'ın kimin denetiminde olacağı meselesiydi."
Lübnan'ın en karmaşık 10 yıllık döneminde herkesle temas halinde olmasından ötürü istihbarat, bilgi ve tecrübe birikimi açısından donanımlı olan Sovyet diplomatı Kolotoşa'nın Hizbullah örgütü hakkında anlattıkları da yer alıyor kitapta:
"Beyrut'taki Sovyet Büyükelçiliğinde görevli (ikisi istihbarat örgütü KGB ajanı) dört memurumuz kaybolmuştu. Beyrut'un Mar İlyas semtinde iki kişi yollarını kestikleri dört Sovyet görevliden biri, rehine alınma sürecinde vurularak öldürülmüş, üçü kişi de kaçırılmıştı.
Olayın ardından bu sorunun çözülmesi için Moskova'dan beni gönderdiler. Aslında hadisenin kendisi, yepyeni bir oluşumun siyaset sahnesine çıktığının işareti gibiydi. Bu nevzuhur oluşumun aktörü de kararlı, saldırgan ve çatışmacı Hizbullah ile onun parlayan yıldızı İmad Muğniye idi.
30 Eylül 1985 akşamı, Lübnan El Nahar gazetesi kaçırılanların fotoğrafını yayımladı. Başlarına tabanca dayanmış bir halde görüntü vermişlerdi. Kaçıranların mesajı da yayımlanmıştı: 'Ya Sovyetler Birliği nüfuzunu kullanıp Suriyeli askerlerin Trablusşam'da sürdürdüğü operasyonlarını durdurur yahut da Sovyet rehinelerin kaderi ölümle sonuçlanır !'
Mesajın mühleti 24 saat olarak belirlenmişti. Başta Moskova olmak üzere Sovyet Dışişleri Bakanlığı ile Beyrut'taki büyükelçiliğimizin tepkisi aynıydı: Büyük şaşkınlık!
İlaveten şu soruların cevabı da aranıyordu: Diplomat görevlilerimiz nasıl kaçırıldılar? Arap dünyasındaki Sovyet diplomasi tarihinde ilk sayılan bu hadisenin esas nedeni neydi? Çünkü Arap halklarının Sovyetler Birliği'ne sevgi ve saygısının olduğuna inanılıyordu.
Öncelikle kaçıranların kim oldukları araştırdım. İlk anlatım, Irak Dışişleri Bakanı Tarık Aziz'den geldi. Ona göre, kaçıranların tamamı Lübnan Hizbullah örgütü savaşçılarıydılar. Eylem emrini, Tahran'dan alıp uygulamışlardı. Çünkü başta Ayetullah Humeyni olmak üzere İran önderleri, kendileriyle savaşan Irak ordusuna bol sayıda Sovyet silahı ve mühimmatı gönderildiği kanısındaydılar.
İkinci rivayeti ise tayinim çıktıktan sonra Beyrut'ta dinlemiştim: Büyükelçiliğimizde çalışan bir KGB subayı, defalarca tekrarlayarak dile getirmişti. Ona göre: FKÖ lideri Yaser Arafat, Suriye askeri birimleriyle beraber hareket eden milislerin Trablusşam ve çevresindeki iki Filistin mülteci kampını bombalamasından son derece rahatsızdı. Çünkü Arafat ile taraftarlarının imhasına yönelik bir operasyon söz konusuydu. Özetle, kaçırmanın maksadı Suriyeli birlikler ile müttefiki milislerin operasyonuna derhal son verdirmekti. Böylece Lübnan'a hükmeden Hafız Esat'ı teşhir edip zayıf düşürmek hedefleniyordu.
Aynı rivayete bakılırsa; İmad Muğniye, daha önce bizzat Arafat'ın korumasıymış! O ve arkadaşları, bir şekilde Sovyet görevlilerinin mekânlarını tespit edip onları kaçırmışlar.
İz peşindeki Sovyet ajanları, görevlilerin Bekaa mıntıkasında rehin tutulduklarını tespit eder etmez, Hizbullah örgütünün ruhani lideri Hüseyin Fadlallah'ı ziyaret ettiler. Sohbet esnasında Sovyet ajanı üstü kapalı bir tehditte bulundu: 'Eğer rehineler serbest kalmazlarsa, bir Sovyet füzesi yanlışlıkla Kum (İranlıların kutsal mekânı ve Ayetullah kesiminin yoğun yaşadığı yer) şehrine düşebilir' dedi.
Aynı günlerde Dürzî lider Velid Canbulat'ın milisleri, bazı önemli Şii şahsiyetleri kaçırıp rehin almışlardı. Çok geçmeden de salıverilmişlerdi. Ancak serbest kalmalarından önce, önde gelen bir Şii ibret olsun diye hadımlaştırılmıştı.
Bazı istihbaratçıların bilgilerine bakılırsa Arafat, rehineleri kaçıranlara ulaşma yol ve yöntemi konusunda kendilerine yardımcı olacağına dair bir algı yaratıyordu. Aslında pratikte kendisi o konumda olmadığı gibi yalan da söylüyordu. Tam tersine, bulunabilecek muhtemel izlerin üstünü örtmeye gayret ediyordu. Son aşamada ise, kaçıran militanlara büyük miktarda para ödeyerek rehineleri serbest bıraktırdığını iddia etmişti.
Anlaşılıyordu ki; görevlilerimizi kaçırma hadisesinin bedeli külfetli olunca serbest bırakılma yöntemi tercih edilmişti. Aslında Arafat, bize sadık, güvenilir biriydi. Muhtemelen söylediği fidye miktarını verip rehinelerin serbest bırakılmasını çabuklaştırdığına inanıyorum.
Sovyet istihbarat arşivlerinde bu hadiseyle ilgili yazılanlar tam bir hayal kırıklığıdır. Olayın boyutları arasında bir bütünsellik bulunmuyor. Parçalı bohça misali, biri diğerini tutmuyor ve gerçeklerle bağdaşmıyor. Filistinli liderin bu kaçırma olayına bulaştırılması kimin aklına geldi? Yoksa başka bir yerden gelen sipariş (İsrail istihbaratının talebi) üzerine mi böyle formüle edildi?
Gerçekte kaçırma olayının birinci sorumlusu Hizbullah idi. Çeşitli taraflardan bu örgüte baskı yapılıp yönlendirilmişti. Olaydan bir ay sonra baskılar sonuç verdi: 30 Ekim 1985'te görevlilerimiz salıverildiler."
Vasili Kolotoşa'nın Lübnan'da sıra dışı, kimi zaman da diplomatik teamülün kalıplarını aşan çok boyutlu ilişkileri dost ve düşmanın dikkatini çekmiştir.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Olağanüstü yetkiyle donatılmış bu Sovyet diplomatının birbirine hasım taraflardan Hıristiyan önderler, gerici şahsiyetler ve Müslüman din adamlarıyla irtibatı, çatışma halinde olan karşıt kesimler arasında yakınlaşma ve barışma zemini yaratmak içindi.
Dolayısıyla o sıradaki Sovyet yönetiminin görüşleriyle de uyumluydu. Zira Moskova, çıkarları icabı savaşmakta olan Lübnanlıların barışmasını istiyordu.
Diğer yandan bu tür girişimler, savaşın devamından menfaati olan bazı çevreleri rahatsız ediyordu. Hoşnut olmayanlar, bu duygularını gizli ve dolaylı yollardan Moskova'ya iletiyorlardı.
Lübnan basını Kolotoşa'nın gayretlerinin tüm Lübnanlılarca takdir edildiğine ilişkin yorumlar yapıyorlardı.
Bu gelişmeye itiraz edenlerin başını Hizbullah çekiyordu. Suriye yönetimi de hoşnutsuzlar arasındaydı. Zira Lübnan siyasetinin tekelini kimseye kaptırmak istemiyordu.
Bu noktada sözü Kolotoşa'ya bırakalım:
Suriye'ye karşı tutumum bellidir. Dolayısıyla onun avukatlığını yapamam. Lübnan'ı tarihi mirası olarak gören Suriye, bu ülkeyi tahakküm altına almaktan kolayca vazgeçmez. Lübnan'ı işgal etmiştir ama kaotik bir faaliyet içindedir. Bu hususta kendisine itiraz eden herkesi ortadan kaldırmaktadır.
Aynı zamanda Suriye karşıtı Hıristiyanlar ile her konuşmamda şunu tekrarladım: Suriye, Lübnan güçler dengesinde ve denkleminde önemli bir aktördür. Suriye'yi işin içine katmadan veya oradaki gelişmeler Şam yönetiminin aleyhine olduğunda barış ve huzur asla gerçekleşmez.
Sovyet diplomatı, savaş yıllarında Lübnanlı liderlerle temas kurmasının hikâyesini de kaleme almıştır.
İşte ayrıntıları:
"Oysa Hıristiyan kesimler, Suriye hakkındaki tespitimi mantıksız bularak Lübnan'ın bağımsızlığı ile Suriye çıkarlarının birbirine zıt olduğunda ısrarlıydılar. Onların bir bölüğü, çatışma halinde oldukları Müslüman kuvvetlerle uzlaşmayı savunurken daha fanatik kindar olanları ise Suriye ve Müslüman milislere karşı İsrail ile açık ittifak yapmaktan yanaydılar. Bu noktada kesin ret tavrımı koydum.
Ardından Suriye ile uzlaşıp ittifakı savunan (aristokrat) Hıristiyan sülalesinin reisi Süleyman Franciye (eski Cumhurbaşkanı) ve etrafındakilerle yakınlaştım.
Maruni Patriği Butros Safir değerli bir şahsiyet olup, Lübnan'da milli birlik ve mutabakatı ısrarla savunuyordu. El Ketaib (bağnaz Falanjist hareket) isimli Hıristiyan hareketi genel sekreteri Corc Saade de beni şaşırtacak derecede esnek davranıp, Lübnanlı Müslümanların da Hıristiyanlar kadar bu ülkede hak sahibi olduklarını söyledi. Zaman içinde bu hareket içinde bazı önemli simalarla dostluğu ilerlettim.
Farklı bir Hıristiyan aristokrat ailesinin temsilcileri Dani Şimon ile de yakınlaştık. Dani, 1950'li yıllarda Lübnan Cumhurbaşkanlığı yapan tartışmalı bir isim sayılan Kâmil Şimon'un küçük oğluydu. İsrail ile ittifak yapmayı şiddetle savunanlardandı.
Silah koleksiyonuna meraklıydı. Bana gösterdiği koleksiyonunda Uzi marka İsrail yapımı bir silah da bulunuyordu. Silahı yakından izleyince özel bir imalat olduğuna ve üzerine de İngilizce 'üstün hizmetinden ötürü Dani Bey'e hediye edildiğine' dair ibare gözüme ilişti. Zaten kendisi de İsrail ile ilişkisini asla reddetmiyordu. Buna rağmen evine gidip ziyaret edebiliyordum, ailesiyle görüşebiliyordum.
Lübnan Kuvvetleri isimli Hıristiyan milis hareketi komutanı Semir Caca ile irtibat kurmak çok zordu. Bunu da onun siyasi danışmanı Kerim Bakraduni aracılığıyla çözdüm. Zira onunla 1970'lerden beri saygın bir ilişkimiz vardı. Lübnan Kuvvetleri içindeki gelişmeleri de yakın dostum Cozef Ebu Şerif aktarıyordu.
Caca ile ilk buluşmamız tepkiyle karşılandı. Suriye ile Lübnanlı ilericiler, bu buluşmayı eleştirdiler. Zira Caca, şu üç siyasi cinayetin baş aktörüydü: Suriye yanlısı Hıristiyan Süleyman Franciye'nin oğlu Toni (Haziran 1978), Sünni kesimden eski Başbakan Reşid Kerami (Haziran 1987) ve Hıristiyan aristokrat ailenin prensi sayılan Dani Şimon (Ekim 1990).
Eleştirilere rağmen değişik Hıristiyan ileri gelenleriyle görüşmenin isabetli olduğunu dile getirdim. Onca Hıristiyan şahsiyeti arasında Ketaib Hareketi lideri sayılan Cumhurbaşkanı Emin Cumeyyil ile irtibat kurmadım. Benimle dostluk kurmak için çok sayıda yöntem ve aracı kullandı. Ancak yüz vermedim kendisine. Çünkü kendince Sovyet yönetimini, Suriye'ye yönelik komplo planına bulaştırmak gibi küçük hesaplar peşindeydi. Onun hakkında kötümserdim, 1976'daki biricik buluşmamıza oranla daha donuk, katı, bağnaz ve sabit fikirli oluvermişti.
Öylesine tecrit olmuştu ki, cumhurbaşkanlığından ayrılır ayrılmaz kendisinden yaka silken Hıristiyan ve Müslüman çevreler çok sevinmişlerdi. O da Paris'e gidip yerleşmiş; memleket meselesiyle hiç ilgilenmemişti.
Siyasi suikast sonucu hayatını kaybeden Lübnan Cumhurbaşkanı Rene Muavvad, 25 Ekim 1989'da Müslümanlarla Hıristiyanların kitlesel katılımıyla büyük bir törenle defnedildi. Törende bulunmam hasebiyle 'gerçekten hüzün her yanı kaplamıştı' diyebilirim. Hemen ardından Lübnan parlamentosu, Hıristiyan kesimden İlyas Hirawi'yi cumhurbaşkanı seçti.
Bunu kabullenemeyen dönemin ordu komutanı (şimdiki Cumhurbaşkanı-FB.) General Mişel Awn, kendini milletin başkomutanı ilan ederek etrafına taraftarlarını topladı; gençleri sarayına davet ederek başkanlığını herkese dayatmak istedi. Zaman içinde tecrit oldu; milletvekilleri ve siyasetçiler ondan uzaklaştılar.
Fransa temsilcileri dışında yabancı diplomatlar da kendisiyle ilişkiyi kestiler. İsrail'i destekleyen cephenin safında olan bu General, öyle hesapsızca davrandı ki mensup olduğu Hıristiyan toplumun hepsini hükmü altına almak istedi. Bu arada Caca'nın başında bulunduğu Lübnan Kuvvetleri ile Awn'ın komuta ettiği Lübnan askeri birimleri çatıştılar. Tam trajikomik bir durumdu bu.
FKÖ lideri Yaser Arafat devreye girerek, güya çatışan tarafları uzlaştırıp barıştırmaya soyundu. Öte yandan ise Filistinlilere yönelik katliamından ötürü Lübnan Kuvvetleri'ne kin tutuyordu. İktidar kavgasında Lübnan Kuvvetleri'yle çatışan General Mişel Awn'a giden Arafat şu teklifi yapmıştı: 'Filistin silahı, sizinle birliktedir!' Bu ibare, günün gazetelerince alay konusu haline getirildi.
Bu arada yeni seçilen Cumhurbaşkanı İlyas Hirawi, beni saraya davet etti. Maksadı, 'artık kendisinin uluslar arası camia tarafından da kabul gören bir başkan olduğu' yolunda kamuoyuna mesaj vermekti. Aynı akşam General Awn, köşkünün balkonundan taraftarlarına seslenirken, benim ziyaretime cevap niteliğinde bir konuşma yaptı. Oradaki kalabalığı aleyhime kışkırttı.
Bunun üzerine Moskova'dan acil bir mesaj aldım: 'Lübnan basını, senin istenmeyen kişi olduğundan bahsediyormuş! Neden? Acele cevap!'
Gerekli açıklamayı yaptım; General Awn'ın Lübnan'daki iç barışın önünde engel olduğunu ve diğer siyasetçilerin benim kalmamda ısrar ettiklerini, iç savaş yüzünden yabancı diplomatların da aslında Lübnan'da değil Güney Kıbrıs'ta ikamet ettiklerini yazınca, Moskova'daki yetkililer beni geri çağırmaktan vazgeçtiler."
Zeki bir diplomat olan Kolotoşa, benzer sıcak ilişkileri Müslüman kesimden sayılan Nebih Berri, Selim Huss gibi liderle de kurabilmişti. Hatıralarındaki ayrıntılar şöyledir:
"Sünni kesimin sevilen önderi Başbakan Reşid Kerami, yakın dostumdu. Filistin direnişine arka çıkıp Lübnan'da kalmasını sağladığı ve Arafat'ı Suriye'ye yem etmediği için, büyük ihtimalle arkasında İsrail'in olduğu Lübnanlı Hıristiyan tetikçiler (Semir Caca militanları-FB) tarafından Haziran 1987'de katledildi. Çünkü o tarihlerde İsrail istihbaratının Lübnanlı Hıristiyanların yoğun yaşadıkları Beyrut-Cunye güzergâhında bir irtibatı bürosu bile vardı.
Dürzî lideri ve İlerici Sosyalist Parti Genel Başkanı Kemal Canbulat, Lübnan'ın sosyo-politik yapısını kökten değiştirmeyi tasarlayan bir politikacıydı. Sanıldığından daha radikal bir sol-yurtsever çizgisi vardı. Ancak köklü reformlar sonrası bu ülkenin kendi denetiminden çıkacağından ürken Suriye Başkanı Hafız Esat, tetikçiler aracılığıyla 16 Mart 1977'de kendisini öldürttü. İyi bir dost idi Kemal Bey.
Öte yandan Gorbaçov'un açılım politikası perestroyka, parti içinde ayrışmalar ile halk cumhuriyetlerinde milliyetçi akımlara zemin hazırladı. Bu arada kaderini tamamen Sovyetler Birliği'nin varlığına bağlamış görünen Lübnan Komünist Partisi ile Dürzîlerin İlerici Sosyalist Parti mensuplarını şaşkına çevirdi. Bir türlü inanamıyorlardı Sovyet sisteminin çöküşüne."
Hatıra kitabında 1990 Kuveyt işgaliyle başlayan Körfez krizi gölgesindeki Sovyet-Irak ilişkilerinden de söz edilmiştir:
- Sovyetler Birliği'nin son devlet başkanı Mihail Gorbaçov'un perestroyka (açılım) siyaseti, Kremlin yönetiminde ikilik yaratmış; her hizip ve klik, kendi çarkını yürütme derdine düşmüştü. Mesela dönemin üst düzey yetkilisi olan E. Şevardnadze ile Yevgeni Primakov, yönetim boşluğunu doldurmak maksadıyla amansız bir rekabet içine girince, tam yetkili diplomat Kolotoşa, birincisi tarafından dışlandı.
- Primakov'a sempatisinden ötürü Saddam Hüseyin'in Kuveyt'ten 'yumuşak çekilme' önerisini sunan Kolotoşa, Şevardnadze ile Primakov'un zıt fikirleri arasında tereddütte kalan Gorbaçov nezdinde kabul görmedi. Şevardnadze bu hususta ABD ile eşgüdüm halinde çalışmayı önerirken, Primakov Irak yönetimiyle ikili görüşmeler yoluyla meselenin çözümünden yanaydı.
- Aynı dönemde Irak Başkanı Saddam Hüseyin, Kuveyt'i işgal ettiğinde Kolotoşa, olağanüstü diplomat sıfatıyla tekrar bu meseleyi çözmek için aktif göreve çağrıldı. Ne yazık ki, artık bu görev 'belalı bir misyon' halini almıştı.
- Ağustos 1990'da Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak ordusu Kuveyt'i işgal ettiğinde, Kolotoşa Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanlığı'na bağlı Ortadoğu ve Afrika Dairesi Başkanı idi. Son Sovyet Başkanı Mihail Gorbaçov'un dünyaca meşhur 'Perestroyka' (açılım) politikasının sarsıntıları devam ediyordu. Kuveyt'in işgali Moskova'da ikilik yaratınca, Dışişleri Bakanı Edvard Şevardnadze istifa etti. Moskova onun yerine Yevgeni Primakov'u bir heyetle Bağdat'a gönderdi. Kolotoşa'nın içinde bulunduğu heyetin maksadı, Saddam yönetimini, girip kaybedeceği bir savaşa girmek yerine bir şekilde onurunu koruyacak (mesela yiğitlik bende kalsın gibi davranarak) bir geri çekilme planını kabullenmeye ikna etmekti.
- Kolotoşa, bu münasebetle Sovyetler Birliği ile Irak arasında eski bir ittifaktan daha bahsediyor. Ona göre İran ile Irak arasındaki savaş (Eylül 1980-Ağustos 1988) sürecinde Sovyet yönetimi Irak'a her türlü askeri lojistik desteği sağlayacaktı. Silah ve mühimmat teslimatı, Kuveyt şehri limanında yapılacak ve bedelini de Kuveyt hükümeti ödeyecekti. Kolotoşa, Irak yetkililerinin bu iyiliğe karşılık olarak Kuveyt'i işgal etmelerini 'zamanın tuhaflığı' şeklinde değerlendirmiş olmalıdır.
Kolotoşa'nın krizi çözüp savaşı önleme konusundaki çabaların sonuç alamaması konusundaki diplomatik ifadesi dikkat çekicidir:
Ne yazık ki umut filmi, son derece kısaydı!
Anıları içeren kitapta, Beyrut'taki Sovyet Büyükelçiliği bünyesindeki ihtilaflardan da bahsedilmektedir:
"Sovyetler Birliği'nin resmi gazete ve haber ajanslarının hepsinin ana merkezi Beyrut idi: Novosti, Tass Ajansı, Pravda, İzvestiya ile radyo ve televizyon kanalları için çalışan muhabirlerin tümü de 'her şeyin en iyisini bilen mahir ve acar gazeteciler' havasındaydılar. Halbuki onların sözde istihbarat bilgileri, dört Sovyet diplomatik temsilcinin kaçırılmasını önceden bilip önlemeye yetmedi. Bunun üzerine büyükelçilik ve diplomatik misyon düzeyinde yeni güvenlik tedbirleri alındı. Ancak muhabirlerin bu önlemlere uymaları sorunluydu.
Zira kendilerini azade sanıp disiplin altına alınmayı reddettiler. Bu retçi tutuma karşı çözüm yöntemi bulduk. Bütün Sovyet basın ve medya büroları, daha güvenli sayılan Mısır'ın başkenti Kahire'ye taşınmalıydı.
Bu münasebetle belirtmekte yarar var. Beyrut'taki ticari ataşe ile aramız açıldı. Zira görevinin sınırlarını aşıyordu; başına buyruk hareket ederek Beyrut'ta canının istediğiyle buluşmak, ortalıkta dolaşmak suretiyle adeta büyükelçi gibi davranıyordu. Daha önce de Bağdat'taki ticari ataşemiz benzeri bir tutum takınmış; bindiği resmi arabaya Sovyet bayrağı asarak semt ve mahalleleri dolaşabiliyordu. Oysa diplomatik kuralda, sadece büyükelçiler bayrak asmak şartıyla bu tür yerleri dolaşma hak ve yetkisine sahiptiler."
Süper bir devletin Ortadoğu'daki faaliyetleri konusunda gayet öğretici bir kitaptan özet bilgiler sunduk.
Diğer ayrıntılar ise meraklısını kalmıştır.
Kaynakça:
https://180post.com/archives/4461
https://180post.com/archives/4630
https://180post.com/archives/4615
https://180post.com/archives/4749
https://180post.com/archives/4762
https://www.aljarida.com/articles/1632328474496620000/
https://alnashraaldawlia.com/2021/09/23/
https://hadfnews.ps/post/99154/, 28 Nisan 2022.
https://www.dostor.org/4066630, 23 Nisan 2022.
https://al-akhbar.com/Opinion/291458 ve https://www.al-binaa.com/archives/257624, 15 Temmuz 2022.
اسيلي كولوتوشا -الحوار نيوز
https://alnashraaldawlia.com/2021/09/23/. Kuveyt El Ceride gazetesi, 23 Eylül 2021.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish