Türkiye’de toplumsal ethosun sefaleti

Prof. Dr. Ali Tekin Independent Türkçe için yazdı

“Hacı Bektaş-ı Veli” (solda) ve “Mevlana Ve Şems-i Tebriz” (sağda) tabloları: Dedehan Kültürevi / Kolaj: Independent Türkçe

Kadın ve çocuğa karşı şiddet, yolsuzlukların olağan ve hoş görülmesi, doludizgin bir din sömürüsüne yatkınlık ve ülkenin sahip olduğu doğal kaynakların ve birikimlerin talan edilmesine yönelik kayıtsızlık gibi oldukça farklı başlıklarda göze çarpan dejenerasyon işaretleri, Türkiye’nin toplumsal ahlak dokusunda eskiden beri belli ölçülerde varolan sorunların giderek artarak katastrofik boyutlara ulaştığını gösteriyor.

Ülkede bütün bu konularda “genel kabul gören” normlar var gibiyken, nasıl oluyor da gerçek yaşamda tam tersi yönde hep varolan, ama giderek ivme kazanan bir gidişat var?

Türkiye toplumu bu çelişkiyi, ikiyüzlülüğü nasıl kaldırabiliyor? 

Acaba bu bir Batı ve Doğu’nun değerleri arasında kalmış olmaktan kaynaklanan bir “bölünmüş kimlik” meselesi midir?

2000’lerde bu bölünmüşlüğü giderme vaadiyle iktidara taşınan AKP’nin siyasi İslamcı anlayışı, zaten sorunlu olan toplumsal ahlak anlayışını nasıl bir çıkmaza ve çöküşe sürükledi?

Buradan nasıl çıkılabilir?  


Bölünmüş kimlik meselesi olarak toplumsal ahlak

Hem Samuel Huntington hem de Şerif Mardin Türkiye’nin Doğu ile Batı arasında “bölünmüş” olduğunu ve bir kimlik karmaşası içine düştüğünü belirtir. 

Huntington, Türkiye’nin Mekke ile Brüksel arasında kaldığını yazar.

Ona göre, Müslüman Türk, Avrupalı/Hıristiyan değerlerle neredeyse otomatik bir çelişki içindedir.

Cumhuriyet’in Batılı Türk kimliği yaratma çabası nafiledir.

Türkiye “özüne”, İslam uygarlığının öncülüğüne geri dönmelidir.


Mardin ise, Cumhuriyet’in insanların anlam arayışına doyurucu bir yanıt geliştiremediğini, oysa İslam’ın anlam/norm setinin çok daha köklü ve geniş olduğunu ve bu nedenle Anadolu insanının buna daha yatkın olduğunu ileri sürer.

Zaten Batılı eğitim ve değerler dizgesi de Anadolu’ya yeterince nüfuz edememiştir ve bir boşluk doğmuştur.

Nurculuk gibi modernliği tamamen reddetmeyen dindar yaklaşımları, oluşan bu boşluğu doldurmaya aday olarak görür Mardin.     


Özellikle 2010’ların başından itibaren AKP hükümetleri bu analizlerin siyaseten vücut bulmuş hali gibiydi.

Parti yetkilileri, 100 (ya da 200) yıllık Batılılaşma parantezinin artık kapanacağını “müjde”liyorlardı.

Neo-Osmanlıcılık kadim İslami değerleri ihya edecek ve bölünmüşlük en azından hafifletilecekti.

Ahmet Davutoğlu’nun tezlerini hatırlayalım. 


AKP yönetimi ve toplumsal ahlakın serencamı 

AKP’nin 2010’larda hız verdiği yaklaşım, Cumhuriyet’in Batılı değerlerinin büyük çoğunluğunun tersyüz edilerek yerine siyasi İslamcı normların ikame edilmesiydi.

Dindar nesil anlayışı tam da buna karşılık geliyordu.

Ahlaklı, “yerli ve milli,” itaatkar gibi nitelemelerle adeta yeni bir ahlak sistemi, yeni bir toplumsal ethos inşa edildi/edilmeye çalışıldı.

Bazı dindarların rüyalarını süsleyen dindar ahlak -tasavvur buydu- sonunda uygulamaya geçiriliyordu; Batı’nın (Müslüman olmayanların) inşa ettiği normatif prangalar kırılıyor ve adalete dayalı kadim toplumsal ahlak nihayet “ihya” ediliyordu.

Ama Türkiye’nin AKP deneyiminin sonuçları, çok da uzun olmayan bir zaman sürecinde orijinal dindar söylem ve beklentilerle uyumsuz bir nitelikte ortaya çıkmaya başladı. 

2020’ye yaklaşırken, inşa edilen/edilmeye çalışılan bu ahlak anlayışının tamamen iflas ettiğini görüyoruz.

Artık kamusal üstünlüğe sahip hale gelmiş AKP’nin ahlak anlayışının aslında dindarlık söylemiyle süslenmiş bir keyfilik, kuralsızlık, anomi halinden başka bir şey olmadığı, dağın fare doğurduğu ortaya çıktı. 

AKP’nin toplumsal ethos anlayışı, geri kalmış ülkelerde yoğun olarak görülen anomik toplumlar kümesine oldukça sıradan bir “katkı” yaparak tarihteki yerini aldı.    

İki örnekle yetinelim.

AKP yönetimi özellikle son on yılda “rant peşinde koşan bir toplum” yarattı.

Dindar ahlak söylemi, ekonomide üretim ve adil paylaşımı vazederken, AKP yönetimi, ülkenin mevcut birikimini, bugününü ve yarınını ipotek altına sokarak, doğanın ve kentlerin acımasız bir talanına nezaret etti.  

AKP’nin yeni bir ahlak inşası için özellikle Diyanet, Vakıflar, tarikatlar ve Milli Eğitim aracılığıyla harcadığı muazzam kaynaklara rağmen ortaya çıkan sonuçlar oldukça iç karartıcıdır.

Deizm tartışmasının da ima ettiği gibi, özellikle genç nüfus dini kurumlara ve aktörlere karşı hiç bu kadar şüpheci olmamıştı. 

Ne Huntington ne de Mardin yaşıyor artık.

Ama eğer yaşıyor olsalardı yukarıda bahsettiğim yaklaşımlarını aynı iştahla savunacaklarını sanmam. 


Dindar/muhafazakar kesimde bir orta yol arayışı var mı?

Türkiye’nin AKP deneyimi bir bakıma oldukça yararlı bir işlev de gördü.

Bir yandan, dindarların meşru taleplerine karşılık vererek yaşadıkları mağduriyet hissini önemli ölçüde gidermiş oldu, diğer yandan ise yol açtığı gözle görülür çürüme nedeniyle genel olarak toplumun ama özellikle de dindar/muhafazakar kesim nezdinde Cumhuriyet’in kazanımlarının kıymetini de billurlaştırmış oldu. 

Bu konjonktürde, dindar (ve liberal kesimlerin) Cumhuriyet’in politikalarına karşı bazen tarih-dışı yaklaşımlarla geliştirdikleri çoğunlukla abartılı reaksiyonun, yerini giderek daha sağlıklı ve makul bir orta yol arayışına bırakabileceğini düşünüyorum.

Dindar/muhafazakar kesimler acaba son dönemde laikliğin değerini daha fazla takdir ediyor olabilir mi?

Cumhuriyet’in motifini biteviye sorgulamak yerine, bazı aşırılıklarına itiraz ederken, acaba getirilen yeniliklerin önemli ölçüde tarihi bir birikimin sonucu olduğunu kabul edebilir mi?

Dini alanda Türkçeleşme, tekke ve zaviyelerin kapatılması, medeni hakların kabulü, Tevhid-i Tedrisat Kanunu, kadın-erkek eşitliği gibi politikalar acaba daha fazla takdir görebilir/görüyor olabilir mi? 

Kısacası, dindar/muhafazakar kesim, AKP tecrübesinin olumsuz sonuçları ışığında acaba Batı’dan tevarüs etmiş ama evrensel karakter kazanmış normlara daha fazla değer atfedebilir mi?

AKP içinden yükselen aykırı seslerin bu konulardaki yaklaşımı dikkate değer olacak. 


Fırsat penceresi açık  

Mevcut toplumsal anomi hali sürdürülemez. 

Türkiye’nin, bir miktar karikatürize olmuş “eski” toplumsal ahlak anlayışından da, AKP döneminin çökmüş ahlak anlayışından da farklı olan, yepyeni bir toplumsal ahlak zemini inşa etmesi gereklidir. 

Bu yepyeni zeminin, evrensel değerlerin (cinsiyet eşitliği, çevre duyarlılığı, fırsat eşitliği, fikir ve inanç özgürlüğü, adalet ve hakkaniyet vs.) öne çıktığı, hiçbir toplum kesiminin dışlanmış hissetmediği, bireylere mutluluğu arama yöntemi dayatmayan bir zemin olması gerekir. 

Bu değerler, aslında uzun yüzyıllar boyunca hakkıyla ön plana çıkamamış Anadolu hümanizması ile de uyumludur, yani “bünyeye” tümüyle “yabancı” da değildir. 


Bu yepyeni ahlaki zeminin inşasının çeşitli isterleri vardır.

Birincisi, ülkedeki yozlaşmış kurum ve normatif yapıların evrensel ilkeler ışığında yeniden dizayn edilmesidir.

Üretken, akılcı, şeffaf, adalet dağıtan, kapsayıcı kurumsal yapıların inşası elzemdir.

Ödül ve ceza adil olmalıdır.

Rant, yolsuzluk ve kayırmacılık kanallarını minimize etmek, refahın görece adil paylaşımını sağlamak insanların “anlam” arayışında daha doyurucu keşifler yapmasına yardımcı olacaktır. 


Diğer yandan, toplumsal ethos üzerinde yeniden ve daha derinden düşünmekte yarar var.

Evrensel değerlerin daha kolay kabul göreceği bir yerel değerler silsilesi ön plana çıkartılmak durumundadır.

Bu konularda çalışması beklenebilecek kurumlar ve kesimler ne yazık ki partizanlığın ve hamasetin pençesindedir.

Yeni aktörlere ihtiyaç vardır.

Yaklaşık 800 yıl önce yaşayan Mevlana’nın ülkesinde bugün her türden nefretin, şiddetin oldukça yaygın olmasını anlamlandırmak kolay değildir.

Keza Hacı Bektaş-ı Veli’nin coğrafyasında kayırmacılığın, ayrımcılığın, fırsat eşitsizliğinin korkunç yaygınlığı neyin nesidir?    


Son olarak da, eğitime çok büyük ve etkin yatırımlar yapılması elzemdir.

Bilgiyi ve bilimi önceleyen, evrensel insani değerleri içselleştirmeye yardımcı, eşitlikçi bir eğitim sistemi ve müfredatı yaşamsaldır.

İmam Hatiplerin ve çağın oldukça gerisinde kalmış içeriklerin dayatılması, uzun vadede, hem dine hem de yeni kuşakların küresel dünyaya hazırlanmasına sekte vuracaktır.

Türkiye’nin toplumsal ethosunun hem Doğu’dan hem de Batı’dan kökleniyor olmasını  –Huntington ve nispeten de Mardin’in tersine– bir zafiyet olarak görmek doğru değildir.

Bu “çoğulluk” aslında bir tercih meselesi olmaktan ziyade, yüzyıllardır varolan durumun bir ifadesidir.

Küreselleşme döneminin ivmelediği evrensellik zaten bu ikili (binary) yaklaşımları büyük ölçüde anlamsız kılıyor.

Doğu ile Batı arasında olmayı Türkiye toplumu için bir avantaj olarak görmeliyiz.

Zaten Türkiye’nin 21. yüzyıl küresel çağında öne çıkan en önemli potansiyel etik gücü, normatif sentezleme yeteneği yüksek ülkelerden birisi olmasından köklenir.    

 

 

* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.    

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU