Tarikatlara saldırmanın dayanılmaz hafifliği (2)

Prof. Dr. Mehmet Çelik Independent Türkçe için yazdı

Beşinci Hicri yüzyıldan itibaren tasavvuf, tasavvuf büyüklerinin elinde sistematik bir hale getirilmiş, dergâhlar, hangâhlar, tekkeler etrafında teşkilatlanmıştır.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

İlk devresinde tohumları serpilen bu disiplin geniş sahalara yayılmış, böylece İslam dininin yayıldığı hemen hemen her yerde büyük şahsiyetler yetişmiştir.

Basra civarında başlayan tasavvufî hareketler daha sonraları Türkistan’da gelişkin bir şekilde yayılım göstermiştir.

Bilinen tarikatların sayısına on iki diyenler vardır.

Bunlar: 

  1. Kadiriyye
  2. Yeseviyye
  3. Rıfaiyye
  4. Kübreviyye
  5. Medyeniyye
  6. Desukiyye
  7. Bedeviyye
  8. Şazeliye
  9. Ekberiyye
  10. Mevleviyye
  11. Sa’diyye
  12. Nakşibendiyye

Sûfîler, bu oluşan tarikat döneminden sonra, ameli bir zühd anlayışından doğan tasavvufu her yönüyle hayatın merkezine alırlar.

Bu tarikatlar başlangıçta çok değildi.

Abdülkadir Geylani’nin açtığı yoldan gidenlere Kadiri,

Necmeddin Kübra’nın açtığı çığırı izleyenlere Kübrevi,

Bahaeddin Nakşibendi’nin izini sürenlere Nakşibendi,

Muhyiddin Arabi’nin izinden gidenlere Ekberî denilegeldi.


Hilmi Ziya Ülken’e göre tarikatlerin ilkleri genellikle Orta Asya ve Horosan’da kurulmuştur;

İlk teşekkül eden tarikatlar, iyadiye ve Edhemiye’dir.

Ondan sonra Kassariye, Tayfuriye, Nuriye, Halumiye, Seyyariye tarikatleri görülür.

Bunlardan büyük bir kısmı Orta Asya ve Horasan’da doğuruyordu.

Maruf Kerhi’nin kurduğu Harraziye onları takip etti.

(Hilmi Ziya Ülken “İslam Düşüncesi” İst., 1995)


Yine Hilmi Ziya Ülken’e göre beşinci Hicri yüzyıldan sonra orijinal bir tarikat kurulamamış, takipçileri üzerinden bu akımlar sürdürülegelmiştir.

Beşinci Hicri yüzyıldan sonra kurulan tarikatların bir kısmı Sünnilik içinde kalırken, bazılarında Şiî etkisi olduğu gibi, bazıları, İslam akidesinin dışına çıkacak aşırı yorumlarla (İbahiye, Hululiye vs.) aşırılılıklar gösteren marjinal gruplar oluşturmuştur.


İslam aleminde anlattığımız gibi ortaya çıkan tasavvufa Türklerin yabancı kalması düşünülemezdi.

Türklerin İslam diniyle tanışıp, diğer halklarla karşılaşmaları dikkate değer bir süreçtir.

Müslüman Arap orduları İran’ı fethedip Ön Asya’da ilerleyince Maveraünnehr’e varıp, Türk kavimleriyle karşılaşırlar.

Türklerin daha önce birçok dine girdikleri bilinir. Fakat İslam öncesi Türklerinde dini bir birlikten söz etmek olası değildir.

10. yüzyıldan sonra Türkler kitlesel olarak İslam’ı kabul edince dini birlik oluşur.

Bu da Türklerin büyük devletler kuracak şekilde birlik oluşturmalarını sağlar.


Türklerin İslamiyet’e yoğunluklu olarak girmeleri esnasında tasavvuf artık sistematize olmuş dini bir anlayış olarak varlığını tamamlamış durumda idi.

İslam aleminde Türklerin oldukça etkili olmaya başladıkları dönem Selçuklular dönemidir.

Bu dönemde İslamiyet, Sünnilik ve Şiîlik diye iki ana gruba ayrılmış durumda idi.

Selçuklular Sünnî oldukları için Abbasi halifeliğinin yanında yer almış, özellikle Tuğrul Bey zamanında Abbasi halifesinin koruyucusu haline gelmişlerdir.

Bazı yorumcular, bu durumu bir nevi din işleriyle dünya işlerinin ayrılmasının ilk modeli olarak da görürler.


Türklerin İslamiyet’i kabulünde gezici derviş ve sûfîlerin rolü oldukça büyüktür.

Bu gezici sûfî dervişler, Türk bölgelerinde dolaşıp İslamiyet’i ve sûfî anlayışı yayarlar.

Özellikle karmaşa zamanlarında tarikat ehli sûfîler halkın maneviyatı üzerinde etkili oldular.

Sonradan kurulan tarikatler de aynı fonksiyonu devam ettirdiler.


Anadolu’nun Müslümanlaşması büyük bir oran da tasavvuf ve tarikat üzerinden gerçekleşmiştir.

Başta Fuat Köprülü olmak üzere (Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında ilk Mutasavvıflar) bazı araştırmacılar günümüze kadar varlığını sürdüren tasavvuf irfanının kaynağı olarak Ahmed Yesevi’yi görürler.

Ahmed Yesevî daha sonraları Horasan Erenleri diye anılacak olan sûfî alp-erenlerin yetiştiricisi olarak görülür.

Yesevî ocağından çıkıp, Anadolu’yu bir ucundan bir ucuna İslamlaştıran bu dervişler, Arnavutluk’tan Macaristan’a kadar olan coğrafyaya da irşad faaliyetlerinde bulunmuşlardır.

Birçok araştırmacı Yunûs Emre’den Gül Baba’ya varan silsilenin Ahmed Yesevi’ye dayandığı konusunda görüş birliği içindedir.


Anadolu’da tasavvuf ekolleri başlangıçta Yesevilikten ilhamını alan Hacı Bektaş-ı Veli ve daha sonra bugünkü Afganistan’tan gelip, Konya’ya yerleşen Mevlânâ Celaleddin Rumi’ye bağlı olarak iki koldan varlığını devam ettirir.

Tapduk Emre, Yunûs Emre gibi sûfîlerin Anadolu’da özellikle Moğol İstilası sırasında halkın maneviyatı üzerinde etkili olduğu bilinir.

Mevlânâ Celaleddin’in Mesnevi’si ise yüzyıllardır, halk ve aydın tabakaları etkilemeğe devam etmiştir.


13. yüzyıldan itibaren Anadolu’da Bayramilik, Şabanilik, Uşakkilik, Halvetilik, Cerrahilik, Celvetilik, Gülşenilik, Mevlevilik ve burada konuyu dağıtmamak için adını anmadığımız birçok tarikat daha varlığını hep sürdüregelmiştir.

Osmanlı Devleti başlangıcından belki de yıkıldığı güne kadar, tarikatların maddî ve manevi gücünden faydalanmıştır.  

Birçok Osmanlı padişahının tasavvufa meylettiği, birçoğunun bir tarikata mensup olduğu bilinen bir gerçektir.


Şeriat ehli ile tarikat ehli arasındaki ilk büyük kopuş

Şimdi bir başka bahse girersek;

Tasavvufun ortaya çıktığı günden bu yana genelde tasavvufun, özelde tarikatın İslâm içerisindeki yeri konusunda tartışmalar hep olagelmiştir.

Bu tartışmaların en önemlilerinden biri Hallac-ı Mansur’un 913’te yani 10. yüzyılda Ene’l-Hak (Ben Hakkım) demesi ile başlayan “Zındıklık” tartışmasıdır.

Mansur’un Vahdet-i Vucüd anlayışı içerisinde kendini Allah’ın bir parçası olarak gördüğü için söylediği “Ene’l-Hak” şeriat ehli ile tarikat ehli arasındaki ilk büyük kopuşu oluşturur.


Zındık kelimesi Farsça bir sözcüktür. M.Ö 600’lü yıllarda Zerdüşt Âvestâ’yı yazar.

Zıtların çatışması üzerine oturan bu kitapta Zerdüşt; iyilik ve kötülüğün, nurun ve karanlığın, Ahuramazda (İyilik Tanrısı) ve Ehrimen (iblis) arasındaki çatışmalardan bahisle, bir ceza gününün geleceği, iyilerin yani Ahuramazda’nın izinde giden inananların, Ehrimen’in ordusunu yenip, onları Cehennem’e yollayacağı şeklinde özetlenebilecek bir öğreti geliştirir.

M.S. 200’lü yıllarda Mani, (Maniheizmin kurucusu) Zerdüşt’ün Âvestâ’sına bir tefsir (yorum) yazarak, adını Zend-Âvestâ koyar. Zend-Âvestâ, Âvestâ’nın batini (ezoterik) bir yorumudur.

Mani, bu kitabında zahiri, dışsal yorumların dışına çıkarak, Zerdüşt’ün Âvestâ’sının sembollerini çözdüğünü ve onun ruhunu yazdığını söyler.

Eski Farsça’da ruh anlamına gelen “Zend” sözcüğü esasında bugün Türkçe’deki; canlı, diri anlamına gelen zinde kelimesinin de kaynağıdır.

Mansur yerleşik şeriat anlayışına muhalif sözler söyleyince, muhalifleri tarafından Zend dinine geri dönmekle yani Zendik (Zındık) olmakla suçlanır.

O günden itibaren zındık kelimesi, dinden çıkmış, sapmış ya da inkarcı anlamlarına gelecek şekilde, anlam değiştirmiştir. (İlhan Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, İst., 1999 )


Kaynağı nereden gelmişse gelsin birçok sûfî en azından görünüşte İslâm şeriatiyle çelişen fikirler geliştirmiş ya da sözler söylemişlerdir.

Gazali, Fahreddin Razi gibi alimler sûfîlerin içsel yorumlarının kendilerini bağlayacağını, bazı söz ve davranışların ancak onu söyleyen ya da yapan kişice bilinebileceğini söylerken, diğer bazıları, özellikle de İbn-i Teymiyye ve takipçileri sûfîlerin, rüyaya yüklediği anlamları, mürid ile şeyh arasındaki aşırı irtibatın şirki doğurduğuna dair eserler kaleme almışlardır.

Daha sonraki zamanlarda Selefilik adını alacak anlayışın ilk örneklerini oluşturacak olan İbn-i Teymiyye ekolu, Vahdet-i Vücud felsefesini, küfür olarak görür.

Evliya kerametlerini reddeder. Yani sûfî düşüncesini zındıklıkla suçlar.

Buna karşılık sûfîler zahiri ulemayı (şeriat ehli, görünüşe önem verenleri) zahir-perestlik, kalın kafalılık ve ince düşünceyi anlamamakla suçlar.


Birçok sûfîye göre, şeriat ancak hakikate götürdüğü için değerlidir.

Mesela Yunûs Emre şöyle demektedir;

Hakikat bir denizdir şeriattir gemisi

Çoklar gemiden inip denize dolmadılar

Dört kitabı şerheden hakikatte asidir

Zira tefsir okuyup ma’nasın bilmediler


Mevlânâ Celaleddin’in buna benzer birçok değinmesi mevcuttur.


Bu çekişmeler yani şeriat ehli ile tasavvuf ehli arasındaki çatışmalar yüzyıllardır devam etmektedir.

Nitekim Cumhuriyet’in kurulmasından yüzyıllar öncesinde IV. Mehmed döneminde Kadıza’de hareketinin temsilcilerinden Vanî Mehmed Efendi, bütün tekke ve dergahları kapatıp, zikir ve ayinleri yasaklamıştır.

Niyazi-yi Mısri’nin Rodos’a Limni’ye sürgün edilmesi de bunun bir örneğidir.


Tasavvuf ehli olanların Kur’an nasslarını içsel yoruma tabi tuttukları söylemiştik.

Bu yorumları yapanların tamamına yakını bu yorumların dinin özü olduğunu iddia etmektedir.

Bununla birlikte sûfîlerin yorumlarını din dışı görenler de bu yorumların dinin özüyle çeliştiğini iddia ederek karşı çıkar; çoğu kez bu yorumların sahipleri kafir, müşrik, zındık, mülhid gibi hakaret içeren sözlerle nitelendirir ve sûfî düşüncesini dinin dışında görürler.

Tabiidir ki sûfî yorumcuların yorumlarını benimseyenlerle, karşı çıkanların tanımlama biçimi farklı olacaktır.

Örneğin birçok sûfî anlayışının “Seyh-i Ekber” (En Büyük Şeyh) dediği Muhyiddin Arabi’ye, muhaliflerin bir kısmı “Şeyh-i Ekfer” (En Kafir Şeyh) diyegelmişlerdir.

Yine Selahaddin Eyyubi zamanında fikirlerinden dolayı idam edilen işrakiliğin kurucusu Sühreverdi’ye sûfîler “Sühreverdi-yi Şehid” derken, muhalif oılanlar “Sühreverdi-yi Maktul” derler.


Şeriat-Tarikat tartışması yüzyılların tartışmasıdır.

Bu tartışmanın bugünden yarına biteceğini düşünmek de safdillik olur.

Çünkü insanların karakter yapısı, sosyolojik ve sınıfsal farklılıkları gibi, düşünsel farklılıkları da gayet normaldir.

Bu farklılığın ortadan kalkmayacağı aşikar iken, iki taifenin birbirini ikna etmeyi bırakıp birbirlerini kâfirlikle itham etmeleri normal bir ruh haliyle açıklanamaz.

Esasına bakıldığında tarikat karşıtı olarak ortaya çıkan birçok modern cemaat de zamanla karşı çıktıkları tarikat örgütlenmesine benzer şekilde dönüşmekte, Allah’la kul arasına girmenin yanlış olduğunu söylemekle işe başlamış olan cemaat liderine bir nevi kutsallık atfederek sorgulanamaz bir makama oturtmaktadır.

Kur’an-ı Kerim’den başka dini bir kaynağa gerek yoktur, diyerek; onlarca dini içerikli eser yazan yazarlara sıkça rastlamak mümkündür.

Bir sonraki aşamada, cemaat liderini Mehdi görenler, söylediklerini neredeyse Vahiyle aynileştirenler de modern cemaatlerin bir başka özelliğidir.

Bazı tarikatlerin zamanla kendi kuruluş gayesinden ve özünden uzaklaşarak sömürü kurumu haline geldiği gerçeği de gün gibi âşikârdır.


Ahlaklı olmayı başkasından beklemek bir az gelişmişlik göstergesidir

Bu sapmaların birçok sebebi vardır. Bunlardan en önemlilerinden biri, ıslahı mümkün olmayacak şekilde tarikat ve cemaatler etrafında oluşturulan, ekonomik ve siyasî çıkarlardır.

Din adamları birçok insan gibi istismar suçu işlemiş, işlemeğe devam etmektedir.

Bunun bütün dünya da örnekleri oldukça çoktur. Batı edebiyatlarında ve sinemasında din adamlarının bazılarının görevini kötüye kullanmasına dair yapılmış eserler külliyat oluşturacak kadar bir yekuna sahiptir.

Yine bütün dünyada görevini kötüye kullanan, öğretmenler, memurlar, siyasiler olagelmiştir.

Burada din adamlarıyla onlar arasındaki tek fark, din adamına suçun yakıştırılamaması şeklindeki kutsallaştırmadır.

Ahlaklı olmayı başkasından beklemek bir az gelişmişlik göstergesidir.

Seküler dünya görüşünün benimseyen kişi ve grupların adeta gizli bir hayranlık ya da hayranlıkla karışık bir düşmanlıkla, tarikat şeyhine ya da mensubuna kutsallık atfeden bir tutumla, bazı kötü niyetli tarikat şeyhlerine suçu yakıştıramayarak feveran etmesi de oldukça ilginç görünmektedir.


Kur’an İslâm’ı tamlaması karşısında ürpermemek olası değil!

Unutulmamalıdır ki toplumsal çoğulculuğun yolu dini ve fikri çoğulculuğun kabulünden geçer.

İnançlar arasındaki farkları kabul etmeyen bir kişinin, bir başkasının inanç ya da inançsızlığından doğan yaşam biçimine saygı göstermesi beklenemez.

Esasen bu tekleştirme faaliyetinin değirmenine su taşıyanların birçoğu da ilahiyat camiasından çıkmaktadır.

Adına Kur’an Müslümanlığı ya da benzeri tamlamalarla adlandırdıkları kendi anlayışlarını mutlaklaştırarak, adeta kendi tefsir yöntemlerini tartışılmaz hale getirmektedirler.

Kur’an İslâm’ı tamlaması karşısında ürpermemek olası değil!

Bu tür yorumlar elbette ki gereklidir. Fakat bu yorumu yapan hocalarımızın birçoğunun, önceki yorumlarının sonradan nasıl değiştiği de cümleye ma’lumdur.

Bu tür yorumlar zaman içerisinde kendi tatklitçilerini de oluşturmaktadır.

Akademisyen hocaların bir kapsam içerisinde vardıkları sonuçları kapsamsız her türlü meselenin yorumunda tekfiri doğuracak şekilde Allah adına faşizm diyebileceğimiz şekle dönüştüren “kaba dinci” anlayışlar belirmektedir.

İmam Gazali ulemanın taklitçilerini şöyle nitelendirir:

Eğer muhatabın küfrün tarifinin 'Eş’ari, Mu’tezile veya Hanbelî gibi muayyen bir mezhebe muhalefet etmemektir' şeklinde olduğunu iddia ederse, o zaman bu kimsenin ahmak ve budala bir insan olduğunu bil zira taklit bu adamı bağlamıştır.

Onun için bu kimse körlerden de kördür.

Böylesini ıslah edeceğim diye vaktini zayi etme…

(İmam Gazeli İslam’da Müsamaha,
Faysalü’t-tefrika beyne’l-İslâm ve’z-zendeka,
Çeviren: Süleyman Uludağ, İst., 2019)


Şimdi ne mi diyorum? Şunu söylüyorum;

Artık günümüzde etrafında aldığı güçlerle, ekonomik sebeplerle tarihi diplerle, coğrafik ve milli sebeplerle ne mezhepleri ne de meşrepleri birleştirmek ya da tekleştirmek mümkün değildir.


O zaman ne yapmalı?

Kişinin inanç ya da inançsızlığı, meşrep ya da anlayışı kanunla güvence altına alınmış ya da alınması gereken bir insan hakkıdır.

Bir kişi bir tarikata girmeğe nasıl zorlanmamalıysa aynı zamanda girmemeye de zorlanmamalıdır.

Bu tamamen kişinin kendi iradi seçimi olmalıdır.


Fakat mesele bu kadar basit mi?

Hayır elbette ki değil...

Yüzyıllar boyunca, inanç grupları, tarikatlar, cemaatler, komitalar güçlenmek ve güç elde ettikten sonra da kendi devletini kurmak ya da mevcut devleti ele geçirmek gibi niyetlerle birçok kalkışımda bulunmuşlardır.

Bunların bir kısmı başarıyla bir kısmı da hüsranla sonuçlanmıştır.

Mesihçi, Mehdici birçok hareketin yüzyıllar içinde ne facialara yol açtığı başka bir çalışmanın ya da çalışmaların konusu olacak oranda önemlidir.

O zaman sistem ya da sistemler inanç grupları arasından birini tercih edip, diğerine adaletsiz davranmamalıdır.

Böylece mutsuzlar oluşturup, oluşan mutsuzlukları kalkışım ya da İslâmi terimiyle fitne çıkaracak şekilde kullanmak kötü niyetlilerin niyetlerini sekteye uğratılmış olur.

Devlet, kanun, hukuk inançları değil fiil ya da suçları cezalandırmalıdır.

Komşu ülkelerin birinde “Dâdgâh-ı Tahkik-i Akaid” (İnanç suçlarını Araştırma Mahkemesi) adıyla bir kanun birimi var!

Burada bir çeşit engisizyon mantığı ile farklı inançların muhakemesi görülmekte, din dışı olarak görülenler cezalandırılmaktadır.

Kimsenin kendisini “iman ölçer” görme hakkı yoktur.

Herkesin kendi anlayışını hak görme, farklı düşünenin de kendisini haklı görme hakkı olduğunu kabul etmeğe ihtiyacı vardır.


Kanun ve hukuk; tarikat, cemaat, topluluk, ya da fikir gruplarının, tefekkürden tahakküme geçme niyetleri varsa bunun kuvveden fiile çıkmaması için denetim ve gözetim hakkını toplumdaki farklılıkların yaşatılmasının insanların en temel hakkı olduğu prensibine sahip çıkarak uygun şekilde yerine getirmelidir.

Elhasıl Karl Max şöyle der;

Ruhunu kaybetmiş bir dünyada din, ruhun feryadıdır…


Bu feryadın mutluluğu doğurmasının yolu ancak bizim bir başkasını belirlememizden geçer.

Öbür türlü birçok kere görüldüğü üzere, din kendi varoluş nedeninden koparılarak, ideolojik bir yan ürüne dönüştürülerek, kitlelerin afyonu haline getirelecektir diyerek sözlerimizi eski bir şarkı sözüyle bitiriyoruz.

Şarkı, farklılığı güzelliğin kaynağı olarak görür.

Benzemez kimse sana
Tavrına hayran olayım

 

 

* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.  

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU