Antalya Barosu 6 Mart günü beni "Kurtuluş Savaşı Kadınları" konusunda bir konuşma yapmak üzere Antalya'ya davet edince, bu ilin ilçelerinden Korkuteli'nde öğretmen bir dostumu da ziyaret etme isteğim uyandı.
Kendisine haber verdim. Memnun olduğunu söyledi ve 7 Mart günü buluşmaya karar verdik.
Yol üzerinde olmayan Toroslardaki bu ilçemizi de ilk kez göreceğimden memnundum.
Matematik Öğretmeni Ramazan Eryılmaz, beni babasıyla birlikte Korkuteli otobüsünün yolcu indirme yerinde karşıladı.
Öncelikle Korkuteli içinde şöyle küçük bir araba gezintisi hiç fena olmazdı.
Ben kasaba ve şehirlerimizin merkezlerinden çok arka sokaklarını görmeyi tercih etmişimdir.
Yazın Antalya'nın sıcağından kaçanlarla nüfusu olağanüstü artan Korkuteli orta boy bir Anadolu kenti.
Caddeleri düzgün ve temiz.
Geçen dönem belediye başkanının yaptırdığı Korkuteli'ni yukarıdan seyreden parkını da gördüm.
Denizden yüksekliği bin metre olan Korkuteli, meyve yetiştiriciliği ile geçiniyor.
Oğlak etinden yapılan şiş kebabı ile de ünlü.
Ramazan, geleceğimi okul müdürüne ve öğretmenlere de anlatmış.
Konferans salonunda bir konuşma yapmam konusunda olur da almış.
Bazı öğretmen arkadaşları beni okulun kapısında karşıladı.
Müdürün odasında kısa bir sohbetten sonra konferans salonuna indik.
Burası bir imam hatip lisesi, ortaokul kısmı da var.
Saat 14.00'te sınıflarından indirilen öğrenciler ve öğretmenler 200 kişilik salonu doldurmuş bulunuyordu.
Şimdiye kadar, sendikaların, derneklerin, kent konseylerinin, üniversitelerin çağrısı ile yüzlerce yerde yakın tarihimiz ve eğitim konularında konuşma yapmıştım ama bir imam hatip okulunda ilk kez konuşacaktım.
Konuşmanın sonunda okul müdürünün bana bir demet çiçek verirken çekilen fotoğrafı Facebook'ta paylaştım.
Bu tip paylaşımların arasında az rastlanan bir ilgiyle karşılaştığını, konulan işaretler ve yorumlar gösteriyor.
Arkadaşların bir imam hatip okulunda konuşma yapmamı ilginç bulduğu anlaşılıyor.
Hatta bunlardan biri hepsine tercüman olurcasına "Nasıl oldu da imam hatip lisesinde konferans verebildiniz?" diye not düşmüş.
Bu durum, ülkemizde uzun yıllardır var olan bir bölünmenin ifadesi.
Fakat bu yanlış bir bölünme.
Bir yanda laikler, diğer yanda dindarlar veya din kurumları var.
Herkes kendi dairesi içinde dönüp duruyor ve bunun yalama yaptığı da bir gerçek.
Okulda yaptığım bir saatlik konuşmanın yazılı bir metni yok. Doğaçlama konuştum.
Konumuz Kurtuluş Savaşı idi.
Sahnenin arkasındaki duvarda iki levha vardı.
Biri İstiklal Marşı, diğeri ise Atatürk'ün Gençliğe Hitabe'si.
İşte ortak konumuzun 100 yıllık temel belgeleri arkamızda duruyordu.
Hayatta bağımsızlıktan daha değerli ne vardı?
Milletlerin bağımsızlığı ve o milletin bireylerinin her birinin de bağımsız olabilmesinden.
Günümüzde de yaşadığımız gibi büyük devletler, küçüklere ve zayıflara rahat vermiyor, onların servetlerini yağmalıyor, insanları da kendilerine köle yapıyorlardı.
I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı Devleti'nin basiretsiz yöneticileri ülkeyi Almanya'nın çıkarlarına bağlamışlar, yüz binlerce insanımızın ölmesine, sakat kalmasına, kadınların dul, çocukların öksüz kalmasına sebep olmuşlardı.
Kurtuluş Savaşı'mızla bağımsız yurdumuza kavuşmuştuk.
Amerika'nın güdümüne, NATO'nun şemsiyesi altına girmemiz yanlış olmuştu.
Bağımsızlığımızı kazanmak ve özgür yaşamak için yalnız ekonomik ve askerî bakımdan güçlü olmamız yetmezdi.
İyi yetişmiş bir topluluk olmalıydık.
Kendimizi bilimde, sanatta, edebiyatta yetiştirmeliydik.
Eşitlik peşinde koşmalıydık.
Biri yer biri bakarsa kıyamet kopardı.
Yazı icat edildiğinden beri, bütün bilgiler ve sanat ürünleri kitaplara geçmişti.
Kütüphaneler, içi mücevherlerle dolu bir hazine gibiydi.
Bu okulun öğretmen ve öğrencileri kitap okuyorlar mıydı acaba? Sordum:
İçinizde İnce Memed'i okuyan var mı?
Bir öğretmen el kaldırdı.
Bir de Sabahattin Ali'den sordum: Kürk Mantolu Madonna.
7-8 el birden kalktı.
Yaşar Kemal hesabına üzüldüysem de Sabahattin Ali hesabına sevindim.
Sonra kitapların hayatımızda yapabileceği değişikliklerden söz ettim.
Örnek olarak Samed Behrengi'nin Küçük Karabalık adlı kitabının bir ortaokul öğrencisinin dünyasında nasıl bir değişiklik yaptığını bir öğrencimin bu konudaki anlatımıyla aktardım.
Herkes sandalyesine mıh gibi çakılmış konuşmamı dikkatle dinliyordu.
"Soru sormak isteyen var mı?" dedim.
Ses çıkaran olmayınca "Ders sonunda soru soran olmazsa ders anlaşılmamıştır" diyerek sınıflarımda yaptığım gibi rastgele bir kişiye ben soru sordum:
"Bu konuşmadan ne anladın?"
"Anlattıklarınızı" diye yanıtladı.
"Ben ne anlattım?" diye sordum bu kez.
Kısa bir özet yaptı.
Bu çekingenliği kaldırınca birkaç kişi daha elini kaldırdı bazı sorular sordular.
Toplantı bittiği halde kimse yerinden kıpırdamıyordu.
"Tamam, bu kadar, haydi gidin" demek zorunda kaldım.
Sonra birkaç öğretmenle müdürün odasına çıktık.
Onlar da sohbete doymamış gibiydiler.
Teşekkür üstüne teşekkür!
Öğretmenlerden biri, beni arabasıyla Antalya Havaalanı'na kadar getirip yolcu etti.
Kıssadan hisse çıkarmak gerekirse, konu Kurtuluş Savaşımız olduğuna göre onun birlik ve mücadele ruhunu diriltmemiz gerekiyor.
Kurtuluş Savaşımızda laik kadrolar, milliyetçiler, demokratlar, dindarlar, sosyalistler aynı safta cephe tutmadılar mı?
1980 öncesinden başlayarak "Mehmet Akif ve İstiklal Marşı" makalemden (sonra kitabımdan) beri bu konuyu gündemde tutmaya çalışanlardanım.
Miting meydanları gibi camilerin de birer direniş merkezi olduğunu biliyoruz.
Emperyalizm ve işbirlikçileri, özgürlüklerimizi ve ekmeğimizi elimizden alırken elimizden alırken bütün halk aynı cephede saf tutmamız gerekmez mi?
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish