Türkiye'de toplumsal yozlaşma

Esedullah Oğuz Independent Türkçe için yazdı

Görsel: Pinterest

Türkiye son yıllarda büyük bir toplumsal yozlaşma yaşıyor. Değer verdiğimiz her şey, anında güneşte eriyen kar kümecikleri gibi yok oluyor. Yaslandığımız her değer kumdan kaleler gibi dağılıyor.

Artık kime güveneceğimizi bilemiyoruz. Herkes birbirine kazık atmanın, birbirini dolandırmanın peşinde. O yüzden ev, araba, işyeri alırken, hatta pazardan alışveriş yaparken bile, son derece dikkatli olmak zorundayız.

Emlakçı çürük bir evi size depreme dayanıklı diye pazarlayabilir, oto-galerici hasarlı bir arabayı kazasız temiz diye yutturabilir, mahalle pazarındaki manav çürük domatesleri çaktırmadan torbanıza koyabilir.

Zira bu ülkede gündelik alışverişte insan kazıklamak, ticari ve pratik zeka olarak takdir ediliyor. 

İnsan kazıklamak kültürümüze öylesine yerleşmiş ki, bunu teşvik eden deyimler bile dilimize yerleşmiş ve bunlar adeta atasözleri halini almış.

En bilinenlerden bazıları "Devlet malı deniz, yemeyen keriz" veya "Bal tutan parmağını yalar" gibi laflardır.  

En geri kalmışından en gelişmişine, pek çok kültür ortamında bulundum ve 3 kültür ortamında yetiştim ama inanın hiçbirinde sahtekârlığı, çalıp çırpmayı, dolandırıcılığı böylesine alenice teşvik eden bir toplumsal yapıya rastlamadım.  

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Türkiye'deki bu toplumsal bozulma ve yozlaşma, maalesef "Benim memurum işini bilir" diyen rahmetli Turgut Özal ile başladı ve bugünlere gelindi.

Eskiden, yani Özal öncesi dönemde biri (hırsızlık, dolandırıcılık gibi) toplumsal ve ahlaki değerlere aykırı bir iş yapmışsa, konu-komşu onunla ilişkiyi keser, onu mahallede barındırmazlardı.

Mahalle esnafı göz hakkı diye yoldan geçenlere küçük ikramlarda bulunur, komşular "kokusu gitmiştir" diye yeni pişirdiği yemekten bir kap yemeği yan komşusuna gönderirdi.

Veya mahalleye, apartmana yeni taşınan birine "hoş geldin" anlamında yemek götürülürdü. Tüm bunlar artık geride kaldı maalesef. 

Türkiye'de toplumsal yozlaşmanın yanında kurumlarımız da yozlaşıyor.  

Pek çok kurumumuz asli amacından saparak birer ticarethaneye dönüşmüş durumda.

En başta da sağlık ve eğitim kurumlarımız...

Özel bir hastaneye ve kliniğe gitmeye görün, sıradan bir baş ağrısı ile girdiğiniz zaman gereksiz onlarca check-up yatırıp karşılığında binlerce lira ödeyip çıkarsınız.

Doktor olmadığınız için bu check-uplarına gerekmediğini, sadece sizden para almak için yapıldığını hiçbir zaman ispatlama şansınız yoktur, o yüzden özel hastaneler bu konuda son derece rahattır.

Ama baş ağrınızın sıradan bir aspirin ile geçtiğini gördüğünüzde durumu fark edersiniz ama yapabileceğiniz bir şey yoktur. 

Özel okulların ve kolejlerin çoğunun da bundan bir farkı yoktur.

Çocuğunuzu buralarda okutmak için muazzam rakamlar ödersiniz ama eğitimin kalitesi öylesine düşüktür ki çocuğunuz sıradan bir matematik işlemini bile yapamaz. 

Eğitim kurumları arasında en vahimi de apartmanlar arasında açılan üniversitelerdir.

Bir profesör arkadaşımın ısrarı üzerine yıllar önce bu üniversitelerden birinde Afganistan üzerine bir konferans vermiştim.

Afganistan'da kim kimdir 2 saat boyunca anlattıktan sonra en önde oturan minibüs şoförü kılıklı eli tespihli, tıknaz bir öğrenci, "Hocam, Taliban da Türk asıllı mı?" diye sormuştu.  

Ben de cevap olarak "Biri, 2 saat boyunca Leyla ile Mecnun hikayesini anlatmış, dinleyicilerden biri en sonunda 'Hocam Mecnun dediğiniz kız mıydı erkek miydi' diye sormuş. Senin sorun da buna benziyor" dediğimde tüm sınıf kahkahalarla gülmüştü. 
 


Bugün ekranlarımız tek bir konuyu bile doğru dürüst bilmeyen, buna karşın her konuda görüş ve fikir beyan eden "profesör", "doktor", "emekli büyükelçi", "emekli general", "güvenlik uzmanı" sıfatlı insanlarla dolu.

Dün birbirleri hakkında ağza alınmayacak küfürler savuran siyasetçilerimiz bugün sarmaş dolaş, dün "Hocaefendi" diye saygıda kusur etmeyen, hatta ismini duyunca ceketini ilikleyen anlı şanlı gazetecilerimiz ve yorumcularımız, bugün "terörist" diye küfürler savuruyor.

Veya dün "terörist", "hain" dediklerini, bugün "kahraman" ilan ediyor. Tüm bunları izleyen toplumumuz ise sahnede kim varsa onu alkışlıyor.

Ve hiçbir zaman "Yahu sen dün bu adama 'kahraman' diyordun, bugün 'hain' diyorsun. Dün 'ak' dediğine, bugün 'kara' diyorsun... Neden?" diye sorulmuyor. 

Kimse "Sen, ailen ve çevren zenginleşirken, biz neden sürekli fakirleşiyoruz?" diye sormuyor. 

Bu sorgulamayı yapmadığımız için hiçbir zaman birinci sınıf ülkeler ligine yükselemiyoruz.

Az sayıdaki kaliteli üniversitemizde yetişen binlerce gencimiz ülkede gelecek görmeyip yurt dışına giderken, kurumlarımız vasatlık ve kalitesizlik girdabında debeleniyor.  

Bir yanda savunma sanayiinde ve TV dizi, sinema-televizyon gibi görsel sanatlarda dünyaya parmak ısırtan eserler üreten parlak bir Türkiye var.

Diğer yanda ise şark kurnazlığında Ortadoğu ülkeleri ile yarışan, her tarafından kalitesizlik ve vasatlık fışkıran bir Türkiye var. 

Bu ikisi arasında kıyasıya bir mücadele var; hangisinin galip geleceğini zaman gösterecektir.

Bize düşen, birincisinin galip gelmesi için çalışmaktır. Zira birey olarak her birimize bu konuda görevler düşüyor ve yapabileceğimiz çok şey var.

Öyleyse, gelin Türkiye'nin birinci sınıf ülkeler ligine yükselmesi için el ele verelim.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU