Cumhuriyetin kuruluşunun 101. yılını kutladığımız şu günlerde geriye dönüp baktığımızda bir asırlık çabasına rağmen Türkiye'nin hâlâ Batı standartlarında birinci bir sınıf bir demokratik hukuk devleti olamadığını görüyoruz.
Gerçi Türkiye, demokratikleşme anlamında diğer Müslüman ülkelere nazaran epey bir mesafe ve yol katetti, ama Atatürk'ün hedef gösterdiği muasır medeniyet seviyesine ulaşmaktan da epey uzak.
Bu konuda solcusundan sağcısına, laikinden muhafazakârına toplumun tüm kesimlerinin hemfikir olduğunu söylemek mümkün.
Tüm Doğulu Müslüman halklar gibi, Türkler de lidere tapan, kurumlardan ve sistemden ziyade bireysel eylemlere önem veren, kuralların ve kanunların duruma göre eğilip bükülmesine aldırmayan bir toplum.
Böyle olduğu için de bu ülkede kurallar ve kanunlar bireyin konumuna, pozisyonuna ve iktidarla olan ilişkisine göre -tıpkı suyun kabın şeklini alışı gibi- şekil değiştirir. Bunu da kimse yadırgamaz.
Bu yüzden Türkiye'de sıradan insanlar makam mevkî sahipleriyle yakınlık kurmaya büyük özen gösterir.
Herkes ulaşabildiği bir milletvekiline, valiye, kaymakama veya emniyet müdürüne yakın durmaya, onunla tanışıklığını artırmaya çalışır.
Bilir ki, başına bir iş geldiğinde veya bir ihtiyacı olduğunda derdini çözecek olan, yürürlükte olan kanunlar değil, makam sahipleriyle kurulan bu ilişkidir.
İlişkilerdeki yakınlık ve samimiyet ne kadar güçlüyse, sorunu çözme ihtimali de o derece yüksektir.
Anadolu'dan sık sık insanlar kalabalık gruplar halinde Ankara'ya gelip milletvekillerini ve bakanları ziyaret eder ve sorunlarını en üst düzeyden çözmeye çalışır.
Bilirler ki, ülkede işler böyle yürür. Bu görüşmeler ve irtibatlar sonunda Ankara'dan vali, kaymakam, emniyet müdürü gibi yerel yöneticilere emir gider ve bu sayede kanunların oluşturduğu engel bir anda kaldırılır.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Türkiye'de her dönem karizmatik liderler ortaya çıkar ve büyük kalabalıkları peşinden sürükler.
Demirel, Ecevit, Özal ve Erdoğan gibi...
Kalabalıklar bu liderlere ölesiyle tapar, oylarıyla onları her zaman iktidarda tutar.
Ama lider görevden ayrıldığında veya vefat ettiğinde onun partisi bir anda siyaset sahnesinden silinir.
Nitekim, bir zamanlar Türkiye'nin siyaset sahnesine damga vuran Anavatan, Doğruyol, Demokratik Sol Partisi gibi partilerin yerlerinde bugün yeller esiyor.
Yarın Erdoğan sahneden çekildiğinde, 20 yılı aşkın süredir iktidarı elinde tutan AKP'nin başına gelecek olan da aynısıdır.
Ve liderler de iktidara geldiklerinde devletin politikalarını veya devlet kurumlarını kendi anlayışlarına göre yeniden dizayn eder, eğip bükerler.
Böylece Türkiye'de her iktidar döneminde milli eğitimin müfredatı çağın gereklerine göre değil, iktidarın önceliklerine göre değişir, devlet kurumlarına işin ehli kişiler değil, iktidara sadık bireyler atanır.
Ve iktidar sahipleri görevlerinin sonunda -küçük bir iki istisna hariç- koltuklarından zenginleşerek ayrılırlar.
Bu durum toplumda yadırganmak şöyle dursun, aksine tamamen benimsenmiş ve gelenek olarak yerleşmiştir.
Dilimize yerleşen "Bal tutan parmağını yalar" atasözü bunun açık bir tezahürüdür.
Hukuk ve yargı da her zaman ve her dönem iktidarın emrindedir.
Ülkede yaşanan her türlü rezalet ve skandal karşısında hayret verici ve yüz kızartıcı bir sessizliğe bürünen yargı, iktidarın hoşuna gitmeyen bir durum ortaya çıktığında, bir yerden düğmesine basılmış gibi hemen harekete geçer.
Böylece iktidarı eleştirme veya sorgulama cüretinde bulunan yazarlar, gazeteciler, sivil toplum temsilcileri gece yarısı baskınlarla tutuklanır, filanca terör örgütüne üyelikten ve toplumsal huzuru bozmaktan yargılanır.
Bu ise yeni bir gazeteci türünün ortaya çıkmasına, diğer bir ifadeyle iktidar yanlısı gazetecilerin, yazarların, uzmanların türemesine yol açar.
Bilirler ki, kalemlerini iktidarın hizmetine sunduklarında hem başları derde girmeyecek hem de kariyerleri güvende olacaktır, üstelik de tonla para da kazanacaklardır.
Böylece medyada dün ak dediğine bugün kara diyen, dün "Hocaefendi" dediğine bugün "terörist" diyen "gazeteci", "yazar", "güvenlik uzmanı", "profesör doktor", "bölge analisti" unvanlı bir sürü ekran soytarısı medyada boy göstermeye başlar.
Bu insanlar 180 derece dönüş yaparken yüzleri kızarmaz, toplum da onları alkışlamaya devam eder.
Böyle gelenekleri ve alışkanlıkları olan bir toplumun ve devletin birinci sınıf bir demokratik hukuk devleti olabilmesi mümkün değil.
Türkiye'nin 100 yıllık cumhuriyet deneyimi bunu açıkça ortaya koydu.
Dikkat edin, Türkiye 57 ülkeden ibaret İslam dünyasının demokratikleşme ve bireysel haklar, ekonomi ve siyaset dahi her alanda en gelişmiş ülkesi.
Gelişmişinde durum buysa, diğerlerini varın siz düşünün...
Maalesef Türkiye son yıllarda uygar dünya normları açısından ileri gideceğine giderek geri gidiyor.
Ve durumun değişeceğine dair ortalıkta hiçbir emare de görülmüyor.
Türkiye'de devlet kurumlarındaki çürümüşlük ve yozlaşma yetmezmiş gibi, toplumsal yapı da bozulmaya başladı.
Nitekim artık bu ülkede her alanda dolandırıcılık, düzenbazlık yapılıyor ve kimse buna şaşırmıyor.
Ev, araba, işyeri alırken veya satarken karşı tarafı dolandırmak, ona kazık atmak, ticari zeka, işi bilmek olarak kabul ve onay görüyor.
Veya zor durumdaki birinden elindeki malı çok ucuza almaktan büyük bir keyif ve sevinç duyuluyor.
Kimse işin ahlaki yönüyle ilgilenmiyor.
Türkiye çok geç olmadan bu toplumsal çürümeye "dur" demeli.
Sadece devlet ve hükümet olarak değil, tüm toplum olarak.
Yoksa, geri dönüşü olmayan bir noktaya geldiğimizi fark ettiğimizde, her şey için geç kalmış olabiliriz.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish