Cumhuriyetin kuruluşundan beri Atatürk'ün "Yurtta sulh, cihanda sulh" şiarından ayrılmayan Türkiye, hiçbir zaman gözünü başka ülkelerin topraklarına dikmedi ve komşularının iç işlerine karışmaktan uzak durdu.
Bugün, bunun pek de doğru bir siyaset olmadığını görüyoruz.
Şöyle ki, Türkiye kimsenin toprağına yan gözle bakmadı ama komşuları, Türkiye'den katbekat güçsüz oldukları halde ona düşmanlık etmek için hiçbir fırsatı kaçırmadılar.
Mesela, Bulgaristan 1980'li yıllarda Türk azınlığa karşı yapmadığını bırakmadı; ülke Doğu Bloku'nda ve Sovyet himayesinde olduğu için Türkiye mecburen Bulgar zulmünü seyretmek zorunda kaldı.
Ardından Ermenistan'ın ve Batı'daki Ermeni diasporasının kışkırttığı ASALA terörü hortladı ve yüzlerce diplomatımızı şehit etti. Ermenistan ayrıca Ağrı Dağı'nı kendi toprağı sayıyordu.
Doğu komşumuz İran, onlarca yıl PKK terörünü himaye etti ve pek çok Türk aydınına düzenlenen suikastlarda Tahran'ın parmağı vardı. Buna rağmen Türkiye metanetini korudu ve İran'a karşı hiçbir misillemede bulunmadı.
Güneyimizdeki Suriye ise kurulduğu tarihten itibaren Hatay'ı kendi sınırları içerisinde göstererek toprak üzerindeki hak iddiasını sürdürdü. Terörist başı Abdullah Öcalan'ın daimi karargâhı ve ikametgâhı, 1999 yılında yakalanıp Türkiye'ye getirilene kadar Suriye'nin denetimindeki Bekaa Vadisi'ndeydi.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
PKK'nın ikinci üssü ise Kuzey Irak'taki Kandil bölgesiydi. Oradaki yerel Kürt unsurlar bizimle iş birliği yapıyor gibi görünse de el altından kan ve can kardeşleri PKK'yı desteklemeyi sürdürüyorlardı. Ortadoğu'daki tüm Kürt gruplarının nihai hedefi ortaktı; o da bölgede tüm Kürtleri kapsayan bağımsız bir Kürdistan devleti kurmaktı.
Yunanistan ile ilişkilerimiz zaten herkesin malumu. Burnumuzun dibindeki pek çok adayı silahlandıran Yunanistan, o da yetmezmiş gibi komşu sınır bölgelerini ABD üssüne çevirdi.
Gürcistan ve Azerbaycan dışındaki tüm komşularının ağız birliği etmişçesine sergiledikleri bunca düşmanlığa karşı Türkiye'nin sessiz kalması doğru muydu?
Elbette ki değildi. Tabi ki Türkiye, tüm bunlara son derece dar, sınırlı bir tepki gösterdi. Ama yapabileceği çok daha köklü şeyler vardı.
Ayrıca son 30 yılda Türkiye'nin eline altın değerinde fırsatlar geçmişti.
Mesela bunlardan biri, birinci ve ikinci Körfez savaşından sonra Irak'ın dağılma sürecine girmesi ve merkezi otoritenin oldukça zayıflamasıydı.
Böyle bir dönemde Türkiye, Irak'ta Kerkük ve Musul'dan ibaret otonom bir Türkmen bölgesinin oluşmasını sağlayabilirdi.
Böylece Türkiye'nin yanı başında PKK ile arasında Ankara'ya kalben ve ruhen bağlı bir ara bölge yaratılmış olurdu.
Aksine Türkiye, Özal döneminde ABD'nin de teşvikiyle, Kuzey Irak'ta bir Kürt yönetiminin oluşması için canla başla çalıştı.
Kuzey Irak'ta ihale alan Türk firmaları, orada birçok havaalanı, okul, hastane, alışveriş merkezi kurarak Kürt devletinin fiziki inşasına katkıda bulunurken, Türk devlet kurumları da binlerce Peşmergeyi polis ve komando olarak eğitti.
İki Kürt örgütünün temsilcileri Ankara'da büyükelçi düzeyinde ağırlandı. Buna karşın Iraklı Türkmenlere üvey evlat muamelesi yapıldı.
Türkiye ayrıca, Kuzey Irak'taki Kürt yönetiminin Kürtleri sürekli Kerkük ve Musul'a yerleştirerek bu iki kadim Türkmen kentinin demografik yapısını değiştirme girişimine de ses çıkarmadı.
2010 yılı başlarında Suriye'de iç savaş başladığında Türkiye, orada bir Türkmen bölgesinin oluşması için çalışabilirdi.
Böylece kendi sınırında bir ara bölge oluşturmuş olurdu. Buna karşın Türkiye nedense Araplara yöneldi ve onlardan oluşan bir milis ordusu kurdu.
Oysa Suriyeli Türkmenlerden böyle bir silahlı birliğin kurulması ve sınırdaki tüm Suriye kasabalarının da onların denetimine verilmesi gerekirdi.
Zamanı geldiğinde ve gerekli şartlar oluştuğunda Irak ve Suriye'de oluşan bu otonom Türkmen bölgeleri bir referandumla Türkiye'ye katılabilirdi. Bu şekilde Türkiye, Ortadoğu'daki karışıklıktan kazançlı çıkmış olacaktı.
Buna karşın Irak ve Suriye hudutları boyunca Türkiye'nin sınır güvenliği tehlikeye girdi; o da yetmezmiş gibi ülke, 10 milyonu aşkın bir mülteci yükünü omuzlamak zorunda kaldı.
Türkiye, son 20 yılda Afganistan'dan gelen göçmen akınından da doğru şekilde yararlanamadı.
Oysa yapılması gereken şuydu: Peştun, Tacik ve Hazara gibi Afgan asıllı göçmenlerin Avrupa'ya gidişi teşvik edilirken Türk asıllı Özbekler ve Türkmenler, düzenli bir şekilde Irak ve Suriye sınır bölgelerine kurulacak köylere yerleştirilebilirdi.
Gerilla savaşında son derece deneyimli olan Özbek ve Türkmen soydaşlarımız, korucu olarak PKK'ya karşı etkili bir mücadele verirken TSK'nın sınırdaki iş yükünü de hafifletmiş olacaktı.
Ayrıca bölgedeki etnik yapı da Türklerin lehine değişeceği ve gelişeceği için Ankara, bir kez daha bu işten kârlı çıkmış olacaktı.
Burada da Türkiye, kendi ulusal çıkarlarına karşı bir tutum izledi.
Ne kadar geçmişi karanlık, eli kanlı ama paralı Afganlı varsa hepsine konut karşılığı vatandaşlık verdi; buna karşın Türkiye'yi ikinci vatanları olarak gören ve ona büyük sevgi ve bağlılık duyan gariban Türkmen ve Özbek soydaşları dışlandı.
Türkiye, Afganistan gerçeklerinden o kadar habersiz ki, kendilerini Türk asıllı bir halk olarak sunan Moğol kökenli Hazarları bile baş tacı etti.
Zira Hazaralar, Türkmenlere ve Özbeklere nazaran daha iyi örgütlenmişlerdi ve ağızları da iyi laf yapıyorlardı.
Oysa anadili olarak Farsça konuşan Hazaralar, Afganistan'da Cengiz Han zamanından kalma Moğol kökenli bir halktır.
Hazaraların en büyük özelliği, tıpkı bir bukalemun gibi gittikleri her yerde ortama göre renk ve kılık değiştirmeleridir.
İran'da kendilerini Fars, Türkiye'de Türk ve Almanya'da ise Ari olarak tanımlıyorlar ve oranın yerli halkına yanaşmaya çalışıyorlardı.
Amaç, kabul görmek ve maksimum kazanç elde etmekti.
Hazaralar Türkiye'de o kadar aktiftiler ki, Türkler tarafından Türk kökenli Türkmenlere ve Özbeklere nazaran daha fazla kabul, onay, itibar ve himaye görmeye başladılar.
Oysa din, dil ve ırk Hazaraların umurlarında bile değildi; onlar için tek ölçü, maksimum kazanç elde etmekti.
Nitekim Avrupa ve AB'ye giden Hazaraların önemli bir kısmı, İslam coğrafyasından uzaklaşmanın da verdiği rehavet ve rahatlıkla toplu şekilde din değiştirip Hristiyanlığa geçmeye başladılar.
Bu gerçeklerden habersiz Türkiye'deki Türkçü gruplar ise soydaş olarak Hazaralara özel bir ilgi gösteriyor; Kazaklar ve Kırgızlar gibi çekik gözlü ve yassı burunlu olmalarından dolayı onları da Orta Asya'daki onlarca Türk boylarından biri sanıyorlardı.
Toparlarsak, Türkiye son 30 yılda Ortadoğu ve Güney Asya'da oluşan kaotik ve istikrarsız ortamdan en iyi şekilde yararlanabilecekken, başta güvenlik ve ekonomi olmak üzere her alanda bunun külfetini çekmek zorunda kaldı.
Şimdi ise Türkiye, giderek genişleme eğilimi gösteren İsrail tehlikesiyle karşı karşıya.
Aslında tüm bu saydıklarımız için hâlâ zaman çok geç değil; bir şeyler yapmak mümkün.
Irak ve Suriye'de Türkmen bölgelerinin oluşturulması için fırsat henüz kaçmış değil; Afganistanlı Türkmen ve Özbek göçmenleri güneydoğudaki sınır bölgelerine yerleştirmek ve onlardan korucu olarak yararlanmak -gecikmiş olmakla birlikte- hâlâ mümkün.
Görüyorsunuz, bir karışıklık anında komşularımız kendi topraklarını bile korumaktan aciz ve normal şartlarda ise bize karşı düşmanca bir tutum izlemekten geri durmuyorlar.
Öyleyse, şartlar bizim için müsaitken Dağlık Karabağ'da yaptığımızı Irak ve Suriye'de yapabilir; soydaşlarımızın haklarına kavuşmasına yardım ederek kendimizi de güvence altına almış oluruz.
Diğer seçenek ise, yumurta kapıya dayanana kadar beklemek.
Tıpkı şu an yaptığımız gibi.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish