7 Ekim muhasebesi: Kaybedenler ve kazananlar

Cihad İslam Yılmaz Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: AA

7 Ekim, İsrail-Filistin savaşının dünya vicdanında derin izler bıraktığı bir yılın dönümü.

Bir yıl boyunca yaşananlar, sadece Gazze'nin yıkımını değil, küresel dengelerin ve değerlerin de yerle bir olduğunu gözler önüne serdi.

Amerika, İsrail'in soykırımına finansörlük yaparak, savaş suçlarını meşrulaştıran bir devlete dönüştü.

Batı medeniyeti, insan hakları naraları atarken İsrail'in vahşetine karşı kör ve sağır kaldı.

İslam dünyası ise, kendi kutsallarını korumaktan aciz, bölünmüş ve sessiz kaldı.

Filistin'in direnişi, tüm bu ahlaki çöküşün ortasında ayakta kalan tek onurlu duruş olarak tarihe geçti.


Kazanan: Filistin halkı

İsrail'in Gazze'ye uyguladığı vahşet, tüm insanlığın vicdanını sızlatan bir soykırıma dönüştü.

Son 1 yılda 3 bin 650'yi aşkın katliam gerçekleştiren İsrail, bu süreçte 41 bin 870 kişiyi, özellikle çocukları ve kadınları hedef alarak katletti.

Şehitlerin yüzde 42'si çocuklardan, yüzde 27'si kadınlardan oluşuyor.

Gazze'nin altyapısı yok edilirken, hastaneler, okullar, camiler ve su şebekeleri gibi temel hizmetler hedef alındı.

85 bin ton patlayıcı kullanarak Gazze'yi yerle bir eden İsrail, sadece 902 aileyi tamamen yok etti, yüzlerce ailenin yalnızca bir ya da iki ferdi hayatta kalabildi.

Bu saldırılarda henüz doğmuş 171 bebek yaşamını yitirdi, bir yaşına ulaşamadan 710 bebek şehit edildi.

Enkaz altından çıkarılan fetüsler bile oldu.

25 bin 973 çocuk, anne veya babasını ya da her ikisini birden kaybetti.

Gazze'nin sağlık sistemi ise 986 sağlık çalışanının şehit edilmesi, 131 ambulansın kullanılamaz hale gelmesi ve 34 hastanenin yok edilmesiyle çökertildi.

İsrail, Gazze'deki eğitim sistemini de yok etmeye çalışarak okulların yüzde 93'ünü tamamen veya kısmen yıktı, 11. bin 500 öğrenci ve yüzlerce öğretmeni katletti.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Filistin halkı tüm bu yıkıma rağmen onurunu ve direnişini korudu.

Gazze'nin yerle bir edilmesine rağmen, İsrail'in gücüne karşı asla boyun eğmeyen Filistin, savaşı kazanan taraftır.

Nasıl mı?

Filistin halkı, sadece askeri saldırılarla değil, aynı zamanda insanlık dışı psikolojik baskılarla da karşı karşıya kaldı.

Toprakları işgal edilmiş, şehirleri yıkılmış, çocukları yetim kalmış bir halkın yılmadan direnişine devam etmesi, bu savaşın kazananının Filistin olduğunu gözler önüne seriyor.

Filistinlilerin direnişi, bir halkın umudunun yok edilemeyeceğini, baskı altında bile haklarının savunulacağını tüm dünyaya gösteriyor.

Gazze'nin bombalanan sokaklarında, harabeye dönmüş evlerin duvarları arasında yankılanan tek ses, zulme boyun eğmeyen bir halkın haykırışı oldu.

Filistin halkı, sadece fiziksel varlıklarını koruma mücadelesi vermiyor.

Aynı zamanda kültürel kimliklerini, tarihlerini ve değerlerini savunuyorlar.

Yıkılan evlerin yerinde yeni yapılar yükselmese de Filistinliler kendi tarihlerini, geleneklerini ve kültürel değerlerini yaşatmaya devam ediyor.

Her şehit, sadece bir can kaybı değil; aynı zamanda bu toprakların her karışında yaşamaya devam eden bir sembol haline geliyor.

İsrail'in tüm yok etme çabalarına rağmen, Filistin'in kültürel mirası ve direniş ruhu yeni nesillere aktarılmaya devam ediyor.


Birinci kaybeden: Amerika

Amerika, askeri yardımlar ve diplomatik kalkanıyla İsrail'in savaş suçlarını meşrulaştırarak, bir yandan "demokrasi" ve "insan hakları" savunucusu olduğunu iddia ederken, diğer yandan bu değerlerin içini boşalttı.

Kongre'de Netanyahu'yu ayakta alkışlayan Amerika, yalnızca İsrail'i değil, Filistinli çocukların katledilmesini de alkışladı.

Amerikan halkının vicdanında açılan bu yara, ülkenin küresel imajında onarılamaz bir tahribata yol açtı.

Amerika, her yıl milyarlarca doları bulan askeri yardımlarıyla İsrail'in en büyük finansörlerinden biri olmaya devam ediyor.

Bu yardımların büyük bir kısmı, İsrail ordusunun Filistin topraklarındaki saldırılarında kullanılan silah ve mühimmatların temininde kullanılıyor.

Özellikle Gazze'ye yapılan hava saldırıları ve Filistinli sivillerin yoğun olarak hedef alındığı operasyonlar sırasında kullanılan silahlar, Amerikan şirketlerinden satın alınıyor ve Amerikan vergileriyle finanse ediliyor.

Bu bağlamda Amerika, sadece İsrail'i silahlandırmakla kalmıyor, aynı zamanda bu silahların kullanımını onaylayarak ve göz yumarak savaş suçlarının işlenmesine doğrudan katkı sağlıyor.

Amerika'nın bu askeri desteği, sadece bir stratejik işbirliği olarak değil, aynı zamanda bir insanlık suçu ortaklığı olarak da algılanıyor.

İsrail'in Gazze'ye yönelik acımasız kuşatma ve bombardımanlarında ölen binlerce sivilin kanı, Amerika'nın ellerinde de bulunuyor.


Diplomatik kalkan: İsrail'in hesap vermekten kaçırılması

Amerika'nın İsrail'e verdiği destek yalnızca silah yardımıyla sınırlı kalmıyor; Birleşmiş Milletler'deki vetolar ve diplomatik müdahalelerle İsrail'in uluslararası hukukun hesap verebilirliğinden kaçmasını sağlıyor.

İsrail'in savaş suçları ve insan hakları ihlalleri BM'nin gündemine taşındığında, Amerika her seferinde veto hakkını kullanarak İsrail'in hesap vermesini engelledi.

Amerika'nın bu vetoları, İsrail'in işlediği suçlar için hiçbir uluslararası yaptırım uygulanamaması anlamına gelirken, İsrail'e tam bir dokunulmazlık zırhı sağlıyor.

Bu durum, Amerika'nın uluslararası hukuka ve adalete olan saygısının sorgulanmasına neden oldu.

Özellikle İsrail'in Gazze'ye yönelik vahşi saldırıları sonrasında, Amerika'nın BM Güvenlik Konseyi'nde İsrail'e yönelik yaptırım kararlarını sürekli engellemesi, küresel kamuoyunda ciddi bir tepkiye yol açtı.

Bu tepkiler, Amerika'nın "uluslararası düzenin lideri" olma iddiasını ciddi anlamda zayıflattı ve dünya çapında Amerikan diplomatik itibarının aşındığını gözler önüne serdi.


Netanyahu'yu alkışlayan Kongre: Ahlaki bir çöküş

Amerikan Kongresi'nde, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun ayakta alkışlandığı görüntüler, Amerika'nın sadece bir devlet olarak değil, bir siyasi sistem olarak da ciddi bir ahlaki kriz içinde olduğunu gösterdi.

Netanyahu, Filistin topraklarındaki işgal politikalarını ve sivillere yönelik sistematik saldırılarını savunurken, Amerikan kongre üyeleri bu vahşeti ayakta alkışladı.

Bu an, Amerika'nın siyasi ve ahlaki çöküşünün sembolü haline geldi.

Netanyahu'nun işgal ve soykırım politikalarını savunurken Amerikan Kongresi'nden aldığı bu alkışlar, sadece İsrail'in değil, Filistinli çocukların, kadınların ve sivillerin katledilmesinin de alkışlanması anlamına geliyor.

Bu tablo, Amerika'nın "özgürlük" ve "adalet" gibi evrensel değerlere olan inancının nasıl çarpıklaştığını ve bu değerlerin sadece siyasi çıkarlar doğrultusunda kullanılan boş söylemler haline geldiğini ortaya koydu.

Amerika'nın bu tavrı, sadece uluslararası arenada değil, aynı zamanda Amerikan toplumunun vicdanında da derin yaralar açtı.

İsrail'e verilen bu sınırsız destek, özellikle savaş karşıtı gruplar, insan hakları aktivistleri ve Amerika'daki Müslüman topluluklar tarafından yoğun bir şekilde eleştirildi.

Amerikan halkının önemli bir kısmı, hükümetlerinin İsrail'in Filistinlilere yönelik insanlık dışı muamelelerini desteklemesini sorguluyor ve bu politikalara karşı tepkilerini giderek daha fazla dile getiriyor.

Sosyal medya, protesto gösterileri ve insan hakları savunucularının çalışmaları sayesinde Amerika'daki kamuoyu, İsrail'in işlediği savaş suçlarına karşı daha bilinçli hale geldi.

Ancak, hükümetin ve Kongre'nin İsrail yanlısı politikalarını sürdürmesi, Amerikan halkının hükümetine olan güvenini zayıflatıyor.

Amerikan halkının vicdanında açılan bu yara, sadece dış politikada değil, iç politikada da ciddi sonuçlar doğuruyor ve Amerika'nın demokrasisinin derin bir kriz içinde olduğunu gözler önüne seriyor.


Amerika'nın küresel imajında onarılamaz tahribat

Tüm bu gelişmeler, Amerika'nın küresel imajında onarılması zor bir tahribata yol açtı.

Bir zamanlar "özgürlük" ve "demokrasi" savunucusu olarak görülen Amerika, bugün İsrail'in işlediği savaş suçlarının başlıca destekçisi olarak anılıyor.

Amerikan dış politikası, giderek daha fazla çıkarcı ve iki yüzlü bir düzleme kaymış durumda.

Bir yandan dünyanın farklı bölgelerinde demokrasiyi savunma söylemleriyle hareket ederken, diğer yandan İsrail'in soykırımına göz yuman ve bu vahşeti destekleyen bir pozisyona düşmesi, Amerika'nın dış politikadaki tutarlılığını tamamen yitirmesine neden oldu.

Amerika'nın İsrail'e sağladığı bu koşulsuz destek, sadece bölgedeki barış umutlarını yok etmekle kalmadı, aynı zamanda küresel arenada kendi liderlik rolüne de ciddi bir darbe vurdu.

Artık Amerika, demokrasiyi ve insan haklarını savunma iddiasında bulunduğunda, dünya kamuoyu bu söylemleri ciddi bir şekilde sorguluyor.

Amerika'nın bu konuda çelişkili tutumu, sadece kendi imajını değil, küresel düzene olan güveni de zayıflattı.


İkinci kaybeden: Batı medeniyeti

Batı medeniyeti, uzun yıllar boyunca kendini "insan hakları", "demokrasi", "hukukun üstünlüğü" gibi evrensel değerlerin savunucusu olarak lanse etti.

Bu değerler, Batı'nın hem iç siyasette hem de uluslararası ilişkilerde kendisini tanımladığı, meşruluğunu pekiştirdiği ahlaki temellerdi.

Ancak İsrail-Filistin çatışması, Batı'nın bu iddialarını yerle bir eden ve gerçek niyetlerini gözler önüne seren bir turnusol kağıdı oldu.

Özellikle Filistin'de yaşanan soykırım ve insanlık dramı karşısında Batı'nın takındığı sessizlik, bu "değerler"in birer retorikten ibaret olduğunu bir kez daha ortaya çıkardı.


İnsan hakları ve adalet söyleminin çöküşü

Batı medeniyeti, İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana insan haklarını uluslararası sistemin temel direklerinden biri olarak sundu.

Avrupa ülkeleri, özellikle insan hakları ihlalleri konusunda dünyanın farklı bölgelerine yaptırım uygulamaktan çekinmedi; Çin'den Rusya'ya, Orta Doğu'dan Afrika'ya kadar çeşitli devletleri eleştirerek kendini bir ahlaki üstünlük noktasına yerleştirdi.

Ancak bu üstünlük iddiası, İsrail'in Filistin'deki işgalci politikaları ve sistematik insan hakları ihlalleri karşısında tamamen çöktü.

Gazze'de sivillere yönelik hava saldırıları, hastanelerin bombalanması, kadınların ve çocukların hedef alınması gibi savaş suçları işlendiğinde, Batı medeniyeti, bu insanlık dışı eylemler karşısında sessiz kaldı.

Avrupa hükümetleri, İsrail'e yönelik ciddi bir kınama bile yapmaktan çekindi. Batı, insan hakları ve adalet söylemini işine geldiği zaman kullanıp, çıkarlarına uymadığında susturabileceğini gösterdi.

Filistin halkına reva görülen bu çifte standart, Batı'nın insan hakları konusunda ahlaki üstünlük iddiasını tamamen anlamsız kıldı.


Medya ve entelektüel sınıfın iflası

Batı medeniyetinin önemli bir parçası olan medya ve entelektüel sınıf, genellikle özgür düşüncenin, ahlakın ve evrensel değerlere bağlılığın kalesi olarak görülür.

Ancak İsrail'in Filistin'deki katliamları karşısında bu kesim de büyük bir çöküş yaşadı.

Batı medyası, İsrail'in yaptığı katliamları ya yok saydı ya da "meşru müdafaa" olarak sundu.

Öyle ki, İsrail'in askeri saldırılarını "terörle mücadele" olarak çerçeveleyen haberler, Filistin'de yaşanan insanlık trajedisini göz ardı eden bir söylemi besledi.

İsrail'in Filistin halkına karşı yürüttüğü saldırılar, bu medya organlarında çoğunlukla "savunma" olarak gösterilirken, Filistinlilerin direnişi terörizmle eşleştirildi.

Bu tek taraflı medya dili, Batı kamuoyunun vicdanını uyuşturarak, gerçekleri çarpıttı.

Benzer şekilde Batı'daki entelektüel çevreler, sanatçılar, akademisyenler ve düşünürler de İsrail'e yönelik eleştirilerini ya çok cılız bir şekilde dile getirdi ya da tamamen sessiz kaldı.

Filistin'de yaşanan insanlık trajedisini, kültürel ve entelektüel anlamda savunamayan bu kesimler, Batı'nın evrensel değerler adına inşa ettiği aydınlanma mirasına ihanet etti.

Bu sessizlik, Batı entelektüel sınıfının ahlaki sorumluluğunu yerine getiremediğini gösterdi.


Avrupa hükümetlerinin siyasi çıkarları

Avrupa'nın büyük güçleri, İsrail'in savaş suçları karşısında sessiz kalırken, bunun arkasında yatan en büyük nedenlerden biri siyasi ve ekonomik çıkar ilişkileriydi.

İsrail, sadece Amerika'nın değil, aynı zamanda birçok Avrupa ülkesinin stratejik bir müttefiki.

Özellikle teknoloji ve askeri işbirliği konularında İsrail ile Avrupa arasındaki derin bağlar, bu sessizliği pekiştirdi.

Avrupa hükümetleri, bu çıkarları koruma adına Filistinlilere uygulanan zulme göz yummayı tercih etti.

Ayrıca, Batı'nın birçok hükümeti, kendi iç kamuoylarında yükselen İslamofobiyi de siyasi olarak kullanarak İsrail'in politikalarına destek veriyor.

Filistin davası, bu siyasi atmosferde çoğu kez İslamcı bir direniş hareketi olarak yaftalanarak marjinalleştiriliyor.

Batı, Müslümanlara karşı duyduğu ön yargıları, İsrail'in işgal politikalarına örtülü bir destek olarak kullanıyor ve bu da İslam dünyasıyla olan gerilimi artırıyor.

Bu, Batı'nın Filistin halkının mücadelesini terörizmle ilişkilendirme çabalarının altında yatan asıl niyeti de gözler önüne seriyor: Kendi çıkarlarını koruma adına Filistin'i gözden çıkarma.


"Batı değerleri"nin anlamsızlığı

Batı medeniyetinin çöküşü, Filistin meselesiyle sınırlı kalmıyor; bu mesele, Batı'nın yıllardır savunduğu değerlerin aslında sadece birer propaganda aracı olduğunu ortaya koyuyor.

İnsan hakları, adalet, özgürlük gibi evrensel kavramlar, Batı'nın çıkarlarına hizmet ettiği ölçüde varlığını sürdüren bir retorik haline geldi.

İsrail'in Filistinlilere karşı işlediği suçlar karşısında Batı'nın sessizliği, bu değerlerin yalnızca "seçici" olarak kullanıldığını gösteriyor.

Bugün Batı, Filistin'de kaybeden taraftadır çünkü kendi savunduğu değerlerle çelişmiştir.

Demokrasi ve insan hakları gibi kavramlar, ancak Batı'nın siyasi ve ekonomik çıkarlarına hizmet ettiği zaman gündeme gelirken, bu çıkarlar tehdit edildiğinde hemen geri çekiliyor.

Filistin'de yaşananlar, Batı'nın gerçek yüzünü ortaya çıkararak bu "değerler"in bir maskeden ibaret olduğunu göstermiştir.


Batı'nın kendi vicdanında kaybetmesi

Filistin'deki trajediye duyarsız kalan Batı, sadece ahlaki bir çöküş yaşamıyor; aynı zamanda kendi toplumlarının vicdanında da kaybediyor.

Avrupa'da, özellikle genç nesiller arasında Filistin'e yönelik artan destek, hükümetlerinin sessizliğine karşı bir başkaldırı niteliğinde.

Batı toplumları, kendi hükümetlerinin İsrail'in politikalarına verdiği desteği giderek daha fazla sorguluyor ve bu da Batı'daki siyasal ve toplumsal bölünmeleri derinleştiriyor.

Filistin'deki haksızlığa karşı yükselen sesler, Batı'nın bu ikiyüzlü tavrına karşı bir vicdan muhasebesi çağrısı olarak değerlendirilebilir.

Sadece Filistin meselesi değil, Batı'nın başka coğrafyalardaki tutarsız tavırları da aynı derecede sorgulanmaya başladı.

Bu çelişkiler, Batı medeniyetinin ahlaki ve politik olarak kendi içindeki dengeyi kaybettiğini ortaya koyuyor.

Kendi değerlerini inkâr eden Batı, sadece Filistin'de değil, kendi vicdanında da kaybeden taraftadır.


Üçüncü kaybeden: İslam dünyası

İslam dünyası, İsrail-Filistin çatışmasında aldığı pasif ve etkisiz tutumla tarih önünde büyük bir utançla hatırlanacak bir duruş sergiledi.

Filistin'de akan kanı durduramayan, Mescid-i Aksa'nın izzetini koruyamayan 2 milyar Müslüman, bir bütün olarak hem dini sorumluluğunu yerine getiremedi hem de bu mücadelede büyük bir siyasi, ahlaki ve insani başarısızlık sergiledi.

İslam dünyasının parçalanmışlığı, kendi içindeki siyasi ve ekonomik çıkar çatışmalarının, Müslümanların en kutsal davalarından birine karşı hareketsiz kalmalarına neden oldu.

İslam dünyasının bu aciz durumu, Hz. Peygamber'in (ASM) zamanında işaret ettiği zaaflarla büyük bir paralellik taşıyor.

Peygamber Efendimiz (ASM), ümmetin "dünya sevgisi ve ölüm korkusu" zaafına düşeceğini haber vermişti. Bugün gelinen noktada, bu ilahi uyarı daha net bir şekilde ortaya çıkıyor.

Siyonist işgal, topraklarımızda kan dökmeye, kutsallarımıza saldırmaya devam ederken, Müslümanlar konforlarından ödün vermemeyi tercih etti.

Maddi dünyanın aldatıcı cazibesi, Müslüman toplumları pasifleştirirken, İslam dünyasının en önemli sorunlarına duyarsız bıraktı.

Oysa Hz. Peygamber (ASM), ümmetin düşmanları karşısında bir selin getirdiği çer-çöp gibi dağılacağını, sayı olarak çok olmalarına rağmen hiçbir ağırlıklarının kalmayacağını belirtmişti. Bugün yaşananlar, bu hadisin korkunç bir tecellisi.


İslam dünyasının parçalanmışlığı

Birleşik bir ses yükseltmek yerine, İslam ülkeleri kendi aralarındaki çıkar çatışmalarına teslim oldular.

Bazı Müslüman ülkeler, İsrail ile normalleşme süreçlerine girdi; kimi ülkeler ise İsrail ile doğrudan askeri ve ekonomik işbirliği yaparak bu zulme göz yumdu.

Bu parçalanmışlık, İslam dünyasını zayıflatan ve Filistin davasına etkili bir destek verememesine neden olan en büyük sorunlardan biri oldu.

Filistinlilerin yaşadığı insanlık dramı karşısında ümmetin birliği sağlanamadı, aksine Müslüman ülkeler birbirlerini suçladı, birbirlerine iftira attı ve asıl düşman karşısında güçsüz kaldı.

İslam dünyası, Filistin'i savunmak yerine Siyonist söylemleri kabullendi, hegemonya karşısında boyun eğdi.


Pasif direniş ve boykotun bile başarılamaması

Sadece aktif askeri ya da siyasi direniş değil, en temel sivil direniş araçlarından biri olan boykot bile başarılamadı.

İsrail'e karşı en etkili ve en barışçıl direniş biçimlerinden biri olan ekonomik boykot, İslam dünyasında organize bir şekilde uygulanamadı.

İsrail'e karşı duruş sergilemek için yapılabilecek olan en basit adımlar dahi atılamadı.

Filistin'de bebeklerin, kadınların katledildiği bir ortamda dahi İslam ülkeleri ve Müslüman bireyler, batılı şirketlerle olan ekonomik ilişkilerini sürdürmekten vazgeçmedi.

"Ama", "fakat" gibi mazeretlerle bu pasif direnişin bile önüne geçildi. Üstelik, Gazze'ye bir yudum su bile ulaşamazken, insani yardımlar bile İsrail'in ablukası altında kalmışken İslam dünyası sessiz kaldı.

Boykot gibi basit bir direnişi bile becerememek, İslam dünyasının derin bir uyuşukluk içinde olduğunu gösteriyor. Maddi refah ve konfor, vicdanların uyuşmasına yol açtı.

Kalpler nasırlaştı, insanlık onurunu savunma azmi yok oldu. Müslüman toplumlar, kendi kişisel refahlarını, adaleti ve kardeşlik değerlerini ön plana çıkaramadı.

Bu vicdani suskunluk, tarih önünde büyük bir utanç olarak anılacaktır. Özellikle Batı dünyasında başlayan "Boycott, Divestment, Sanctions" (BDS) hareketi geniş kitleler tarafından desteklense de, birçok Müslüman ülke bu tür hareketlere tam anlamıyla destek vermekten kaçındı.

Boykot gibi pasif direniş yöntemlerinin etkisiz kalması, Filistin davasının uluslararası arenada daha fazla yalnız kalmasına neden oldu.


Mazlumların yalnızlığı: Rachel Corrie ve Ayşenur İzgi Örneği

İslam dünyasının acizliğini gösteren en çarpıcı örneklerden biri de, İsrail zulmüne karşı duran birkaç cesur batılı insanın ortaya koyduğu duruştur.

Rachel Corrie, İsrail buldozerlerinin karşısında canını vererek Filistin davasına destek veren bir Amerikalı aktivistti.

O, "Zulüm bizdense, ben bizden değilim" diyerek insanlık onurunu savunmuştu. Ancak İslam dünyası, böylesine bir cesareti gösteremedi.

Ayşenur Ezgi İzgi gibi birkaç cesur insan dışında, Müslümanlar zulmün karşısında etkili bir duruş sergileyemedi.

Filistin topraklarına gitmek, orada acı çeken kardeşlerinin yanında olmak, Müslümanların görevi iken bu görev batılı aktivistlerin ellerine kaldı.

İslam dünyası, Filistin meselesinde yetersiz kaldığı gibi, İsrail'i Uluslararası Adalet Divanı'nda yargılatmak gibi hukuki adımları da atamadı.

Bu girişimlerde bile başarısız olan İslam ülkeleri, Güney Afrika gibi ülkelerin ortaya koyduğu cesur ve adalet yanlısı tutumu sergileyemedi.

Filistin davası, sadece Müslümanların değil, evrensel insan hakları mücadelesi verenlerin vicdanını harekete geçirdi.

Ancak İslam dünyası, bu mücadelede başrol oynayamadı.
 


Konfora teslim olmuş bir ümmet

İslam dünyası, bugün "dünya sevgisi"ne teslim olmuş bir ümmet haline geldi.

Konfor, tüketim kültürü ve bireysel çıkarlar, Müslüman toplumların temel öncelikleri haline geldi.

Maddi refah arayışı, zulme karşı mücadele etme sorumluluğunun önüne geçti.

Akademide, kültürde, sanatta ve siyasette Filistin meselesi yeterince savunulmadı.

İslam dünyası, sanal bir refahın esiri olurken, Siyonist hegemonyaya karşı boyun eğdi.

Müslüman ülkeler, İsrail karşısında siyasi bir duruş sergileyemediği gibi, kültürel ve entelektüel anlamda da bir direniş ortaya koyamadı.

İslam dünyası, Filistin davası karşısında büyük bir sınavdan geçiyor ve bu sınavı ne yazık ki kaybediyor.

2 milyar Müslüman, birlik olmayı başaramazken, İsrail'e karşı gerçek bir duruş sergileyemedi.

Filistin'de şehit edilen bebeklerin, kadınların ve masum sivillerin kanı, İslam dünyasının vicdanında derin bir yara açtı.

Müslüman toplumlar, İslam'ın adalet, merhamet ve insan onurunu savunan ilkelerini yerine getiremeyerek, tarihi bir başarısızlık sergiledi.


Türkiye'nin tutumu

Filistin meselesinde bir türlü bir araya gelemeyişimiz, en büyük zayıflığımız olarak önümüzde duruyor.

Bebeklerin katledildiği bir durumda bile kendi iç çekişmelerimizle boğulduk.

Birbirimizi suçlayarak, yönetici ve liderlerimize iftiralar attık; asıl düşmana, İsrail'in sistematik soykırımına odaklanamadık.

Vatanseverlik konusunda hamaset yapmaktan öteye geçemedik ve hepimiz kendi köşemize çekildik.

Sadece "Kahrolsun İsrail" demekle yetindik, hem de zayıf ve titreyen bir sesle.

Oysa açıkça ve amasız fakatsız söylemeliyiz: İsrail, bir terör devletidir.

Filistin'e verilen bu yetersiz desteğin altında yatan en büyük sorun, İslam dünyasının konforuna düşkünlüğü ve sahte dayanışma anlayışıdır.

Dünyadaki Müslüman liderlerin birçoğu, sorumluluğu ve eylem gücünü halklarına borçluyken, bir araya gelip Filistin için anlamlı adımlar atmak yerine, kendi politik ve ekonomik çıkarlarına odaklandılar.

Hatta birbirlerinin hatalarını, eksikliklerini aramayı Filistin mücadelesinden daha öncelikli gördüler.

Bu ayrılık ve zaaf, Filistin halkının zalim İsrail'e karşı daha yalnız kalmasına yol açtı.


Lider diplomasisi

Filistin'de yaşanan insanlık dramının üzerinden bir yıl geçti, bu süre zarfında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Filistin meselesine yönelik yoğun bir diplomatik çaba yürüttü.

İsrail'in katliamlarına karşı hem Türkiye'nin hem de uluslararası camianın tepkisini organize etmek adına yaklaşık 150 telefon görüşmesi gerçekleştirdi ve 30'dan fazla uluslararası zirveye katıldı.

Erdoğan, saldırıların başladığı ilk andan itibaren diplomatik temaslarını kesintisiz sürdürerek, Filistin halkının haklarını savunmak için küresel bir farkındalık yaratmaya çalıştı.

Erdoğan'ın diplomasisi, İsrail'in saldırgan politikalarına karşı sadece sözlü bir kınama değil, aynı zamanda fiili diplomatik hamlelerle desteklenen bir süreç oldu.

Bu bağlamda, Türkiye'nin İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) gibi önemli platformlarda Filistin meselesini sürekli gündemde tutması, Erdoğan'ın kararlılığının bir yansıması olarak öne çıkıyor.

Türkiye'nin uluslararası alanda girişimleri, Filistin halkının maruz kaldığı zulmü durdurma çağrılarını pekiştirdi ve özellikle Batı dünyasındaki duyarsızlığa karşı bir denge unsuru oluşturdu.

Erdoğan, İsrail'in saldırgan tutumunu kınamakla kalmayıp, Filistin'in bağımsız devlet olma hakkını savunan en güçlü seslerden biri oldu.

Özellikle Gazze'de yaşanan katliamlar karşısında, Türkiye'nin hem diplomatik hem de insani yardımları artırıldı.

Erdoğan, Filistin meselesinde mazlumun yanında durmayı bir devlet politikası haline getirirken, İslam dünyasına da daha etkin bir birlik olma çağrısında bulundu.

Başkan Erdoğan'ın bu süreçte yaptığı görüşmeler, zirveler ve konuşmalar, Filistin davasının küresel ölçekte daha fazla sahiplenilmesine katkı sağladı.

Bu diplomasi, İsrail'e yönelik sert bir eleştiriyi içerirken, aynı zamanda uluslararası hukukun ve insan haklarının ihlal edildiğine dair sürekli bir hatırlatma niteliğindedir.

Türkiye, Erdoğan liderliğinde Filistin'in haklarını ve onurunu savunmayı kararlılıkla sürdürmeye devam ediyor.


8 Ekim Oturumu

"Arz-ı Mevud" yani "vadedilmiş topraklar" hezeyanı, İsrail'in genişlemeci politikalarının bir parçası olarak sadece bölgeyi değil, Türkiye'yi de tehdit eden bir unsur haline geldi.

Bu doğrultuda, 8 Ekim'de TBMM'de İsrail tehdidine karşı yapılacak kapalı oturum, Türkiye'nin bu tehlikeyi nasıl değerlendirdiğini ve karşı adımların nasıl şekilleneceğini ele almak açısından çok önemli bir gelişme.

Türkiye'nin bu tehdide karşı sadece diplomatik adımlar değil, askeri seçenekleri de göz önünde bulundurması gerektiği ortadadır.

İsrail'in bölgesel hesapları ve yayılmacı politikalarının Türkiye'nin güvenliğini tehlikeye atabileceği gerçeği, savunma ekseninin acilen kurulması gerektiğini ortaya koyuyor.

Diplomatik kanalların yanı sıra, İsrail'in saldırgan tutumuna karşı caydırıcı bir güç kullanmaktan çekinmemek, bölgenin istikrarı ve Türkiye'nin çıkarları için hayati önem taşır.

Bölgesel gerilimlerin artmasıyla birlikte, Türkiye'nin askeri kapasitesini daha da güçlendirmesi ve İsrail'in provoke edici adımlarına karşı stratejik hazırlıklarını yapması, özellikle Doğu Akdeniz ve Filistin'deki gelişmeler ışığında bir zorunluluk haline geldi.

Bu süreçte, Türkiye'nin müttefikleriyle kuracağı işbirliği de savunma stratejisinin önemli bir parçası olacaktır.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU