Ölüm cezasının cumhuriyet tarihimizdeki serüveninden bahsetmeden evvel, suç ve ceza politikası yönünden sıklıkla dile getirdiğimiz bir gerçeği hatırlatmak gerekir; o da cezanın şiddetinin, suçun önlenmesi açısından düşünüldüğü kadar belirleyici olmadığıdır.
Önemli olan haksızlıkla orantılı, mutedil bir cezanın infazından kaçılamamasıdır.
Caydırıcı olan cezanın kesinliğidir, haksızlık yapanın adil bir yargılama sürecinde, hukukun hakim olduğu bir düzende haksızlığının karşılığını bulması ve toplumun buna şahit olmasıdır.
Bahsettiğimiz bu temel prensipler sadece kamuoyuna mal olmuş birkaç olayla sınırlı düşünülmemelidir, sahipsiz, kamuoyunun ilgisini çekmeyen büyük küçük tüm suçlarda aynı ciddiyet ve doğrulukla işleyen bir yargı ve infaz sistemi ancak yeni suçların işlenmesini önleyebilir.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Ölüm cezası, insanın yaşamına son veren bir yaptırım türü olduğundan hukuk sistemi içerisinde hiç kimseye bir başkasının yaşamına son verme yetkisini tanımamak gerekir.
Bu cezanın lehinde olanlar temelde 2 noktada birleşirler.
Birincisi, en ağır suçları işleyen mücrimlerin, işledikleri haksızlığın kefaretini çekmesinin adaletin bir gereği olduğudur. Kişiler yaptıkları kötülüklerin kefaretini çekmelidir.
İkincisi bu yaptırım, benzeri fiilleri ileride işleme ihtimali olanlara ibret olur, onları caydırır. Cezanın şiddeti, caydırıcılığa katkı sağlar.
Kefaret, adalet düşüncesi ölüm cezasını savunanların esasen en temel argümanıdır, bir insanı katledenin, katledilmesi, insanların bu duygularını tatmine hizmet eder.
Ancak kabul etmek gerekir ki, bir katilin yaptığını karşılamak için bile olsa, devlete, topluma, hukuk sistemi içerisinde bir başkasının yaşam hakkına son verme yetkisinin tanınmaması icap eder.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Ölüm cezası, bireysel intikam alma duygusunun topluma devridir, adli hata halinde tamir edilemez, bir cezadan beklenen temel amaçları sağlamaktan uzaktır.
Islah, rehabilite etme, topluma kazandırma gayelerini göz ardı eder, caydırıcılık noktasında da beklenen faydaları sağlamadığı tarihsel bir tecrübedir.
Nitekim örneğin, Victor Hugo, "Bir İdam Mahkumunun Son Günü" isimli eserinin 1832'de yazdığı önsözünde "Zindancının yeterli olduğu yerde ölüm cezasına gerek yoktur… Toplum 'intikam almak için cezalandırmak' yerine iyiliğe yöneltmek için düzeltmelidir" der.
Cesare Beccaria 1764'te yayımlanan "Suçlar ve Cezalar Hakkında" isimli eserinde şu ifadelere yer verir:
Bütün yüzyılların deneyimi şunu göstermektedir: en son verilen ölüm cezası, topluma zarar vermeye eğilimli insanları asla caydırmamıştır... Eğer verdiğim örnekler insanları inandırmaya yetmiyorsa, benim iddiamın doğruluğunu duyumsamak için bizzat insanın doğasına başvurmak yeterli olacaktır. Ancak biliyorum ki, bu insanlara aklın dili her zaman kuşkulu, ama otoritenin dili her zaman etkili gelmiştir. İnsanın ruhu zekası üzerinde en büyük etkiyi yapan şey cezanın ağırlığı değil, süresidir.
Faruk Erem'in "Bir Ceza Avukatının Anıları" isimli eserinde de ölüm cezasına çarptırılan Aziz'in hikayesi anlatılır.
Bu hikâye de ibret vericidir:
'Aziz, oğlum, tel geldi' dedi.
Fakat okuyamadı. Aziz… çarpıldı: Felç.
Halbuki Aziz'in kararı bozulmuş, suçsuz olduğu anlaşılmıştı.
Gelen tahliye teli idi.
Birkaç ay sonra haber geldi, felç ilerlemiş, Aziz ölmüştü…
Ne diyelim? Adalet öldürmeye karar verdiyse mutlaka öldürür…
Şu hâlde temel insan hakları öğretisinin, aklın, ilmin ve ortak tecrübenin yolu, ölüm cezasının doğru bir yaptırım türü olmadığıdır.
Ancak aklın yolu bilindiği üzere insanların ihtirasları söz konusu olduğunda pek de tercih edilmez.
Kısaca ölüm cezasının, cumhuriyet tarihimizdeki serüveninden de bahsetmek bir sonuca varmak noktasında yol gösterici olacaktır.
Ülkemizde 1930-2004 yılları arasındaki uygulamaya bakıldığında, bu cezaya çarptırılan 15'i kadın, toplam 712 kişinin idam edildiği görülüyor.
Bu infazlarda sivil yıllara göre, darbe dönemleri yoğunluk içermektedir. Nitekim 1950-1960 yılları arasındaki on yıllık periotta 39 kişi idam edilmişken, 27 Mayıs darbesi sonrasında 1960, 1961 yıllarında 77, 12 Mart Muhtırası sonrası 1971 ve 1972 yıllarında 16, 12 Eylül Darbesi sonrasında 1980-1984 yılları arasında 49 kişi idam edildi.
Bu tarih aralıklarından 1965 yılından 1971'e kadar ve 1973'ten 1980'e kadar mahkemelerce verilen ölüm cezalarının infaz edilmediğini ifade etmek gerekir.
Ülkemizde son ölüm cezası 1984 yılında terör suçlusu iki hükümlü hakkında tatbik edildi.
Bu tarihten ölüm cezasının tümüyle kaldırıldığı 2004 yılına kadar bir infaza rastlanmıyor.
Görüldüğü üzere ülkemiz infaz uygulamasında ölüm cezası olağan dönemlerden ziyade, olağanüstü zamanlarda işler kılınmış, bugün hala tartışılan ve büyük acılara sebebiyet veren siyasi idamlara zemin hazırladı.
Bu gerçeği de bugünün tartışmalarında not etmek ve dikkate almak gerekli.
Son olarak belirtelim ki, ölüm cezası 2001 yılından itibaren kademeli olarak mevzuatımızdan çıkarıldı.
Bu gelişmede Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin yaşam hakkını güvence altına alan 2'nci maddesi ile sözleşmeye ek 6 (28 Nisan 1983, barış zamanında ölüm cezasının kaldırılması) ve 13 No'lu (3 Mayıs 2002, savaş ya da yakın savaş tehlikesi de dahil her koşulda ölüm cezasının kaldırılması) protokollerin önemli etkisi oldu.
Protokollerin uluslararası alanda Türkiye açısından ortaya çıkan en pratik mahzuru, ölüm cezasına mevzuatında yer veren (protokollere taraf olmayan) bir ülkeye, ölüm cezasını kaldırmış (protokollere taraf olan) bir ülkenin suçluları iade etmeme noktasındaki yetkisidir (Suçluların İadesine İlişkin Avrupa Sözleşmesi, m.11).
Nitekim 2001 yılında Anayasa'nın 38'inci maddesine eklenen 7'nci fıkra ile (3 Ekim 2001 tarih ve 4709 sayılı Kanun) "savaş, çok yakın savaş tehdidi ve terör suçları dışında ölüm cezası verilemeyeceğinin" düzenlenmesinin ardından mevzuatta yer alan adi suçlarda ölüm cezasına ilişkin hükümler kaldırılarak (3 Ağustos 2002 tarih ve 4771 sayılı kanun) müebbet hapis cezasına dönüştürüldü.
Ardından 2003 yılında Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine Ek 6'ncı Protokolü imzalamıştır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine Ek 13 No'lu Protokol ise 9 Ocak 2004 tarihinde imzalandı ve hemen akabinde 7 Mayıs 2004 tarih ve 5170 sayılı Kanun'un 5 inci maddesi ile Anayasa'nın 38 inci maddesinin 7'nci fıkrası değiştirilerek "kimseye... ölüm cezası verilemez" hükmü getirilmiş ve bu çerçevede kanunlarda yer alan çeşitli suçlar karşılığında öngörülen ölüm cezaları, 14 Temmuz 2004 tarih ve 5218 sayılı kanunla ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına dönüştürüldü.
Böylece 5218 sayılı Kanun ile mevzuatımızda istisnasız olarak ölüm cezası kaldırıldı.
2005 yılında yürürlüğe giren yeni Türk Ceza Mevzuatı'nda da ölüm cezasına bir yaptırım türü olarak yer verilmedi.
1984 yılından itibaren tatbik edilmeyen ölüm cezasının 2004 yılında kaldırılması ile sonuçlanan değişimde üstte belirttiğimiz üzere suçluların iadesi prosedürünün pratik bir zorlayıcı etkisi oldu.
Görüldüğü üzere, ölüm cezası hem insani hem hukuki hem de vicdani yönden kabul edilebilir bir yaptırım değildir.
Toplum içerisinde işlenen canavarca bir suçun ardından insanlarda bireysel intikam alma duygusunun ortaya çıkması doğal. Bu duygu dolayısıyla insanları yermek de pek mümkün değil.
Ancak kadim bir ilke olarak intikam bireysel bir duygudur, toplumsal bir duygu olmamalıdır, devlet intikam almaz, duygunun değil, aklın yolunu izler.
Biz bireyler karşılaştığımız acılarda, bu duyguya kapılabiliriz. Nitekim o sebeple TCK'da haksız tahrik şeklinde cezayı azaltan kusurluluğu etkileyen bir hâl var.
Hukukçunun yolu, bazen zor da olsa çoğunluğun yolunu takip değil, evrensel, insanlığın tecrübeleriyle ortaya çıkmış hakikatlerin yolunu terk etmemekten geçer.
Toplumun ekseriyetinden ayrı bir yolda yürümek kolay değil ama hukukçu için elzemdir. Zira hukuk bir ilim olarak "yeri geldikçe" değişen bir meslek olarak icra edilemez.
Bitirirken...
Yine canavarca gerçekleştirilen bir cinayet sonrasında 21 Temmuz 2020 tarihinde kaleme aldığım "Bir kadın cinayeti üzerine" başlıklı makalemin son kısmını okuyuculara aktarmak isterim:
(…) Eskiden bazı toplumlarda, işlenen suçun kötülüğünü ortaya koymak adına, sadece ölüm cezası yetersiz bulunduğunda, infaza eşlik eden işkencelerle cezanın uygulandığını görüyoruz (Bkz. Lyons, Lewis, Cezalandırmanın Tarihi, (Çeviri: Silya Zengilli), İstanbul 2017, s.197–219).
Burada insana özgü bir tatmin arayışı, vahşilik var. Doğada başka türlerde rastlanmayacak tarzda. İşte bunun gibi, cinayet, nasıl gerçekleşirse gerçekleşsin başlı başına bir kötülük ama bu ve benzeri, cinayete ve sonrasına eşlik eden uygulamalar, çok karanlık bir vicdana işaret ediyor.
Bizim sanırım üzerinde durmamız gereken, hayatın günlük akışı içerisinde sıradan insanlar nasıl oluyor da bu toplumda sıra dışı vahşi bir hikâyenin öznesi olabilecek kötülüğü içeride bir yerde barındırabiliyorlar? Bunun sebepleri nelerdir?
Bizim burada bir rolümüz var mı? Bu başlı başına bir suçla mücadele, suç politikası yaklaşımıdır ve güncel tartışma alanları üzerine fikir açıklayan herkesin bu toplumsal sorumluluğu hissetmesi temel çıkış noktamızdır…
Dileriz hissederiz, hissederler…
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish