İnsan çocukluğundan gelen çeşitli imgelerle hafızasına yerleşmiş anıları üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin unutamıyor.
Mekanlar mekanların kokusu, etraftaki sesler, kişiler… bir anıyı oluşturan tüm unsurlar, sanki o anda yaşanıyormuşçasına yeniden canlanıyor ve bir ömür boyu bizimle oluyor.
Bugünlerde çocukluğumda anneannemin Mardin Kızıltepe'deki evindeki bayram günlerini yeniden yaşarcasına anımsıyorum.
Eve yoğun bir et ve pirinç pilavı kokusu sinmiş, koyu bir sohbet içinde Kürtçe-Türkçe karışık kalabalık sesler yükseliyor, bir tarafta kadınlar sofra kurma telaşında, öbür tarafta ise erkekler zaman zaman siyasi, zaman zaman bölgedeki köklü ailelere dair konulardan konuşuyorlar.
Mutfak inanılmaz kalabalık, herkes bir işin ucundan tutmaya çalışıyor.
Yer sofrası hazırlandıktan sonra ortaya geniş bir bakır tepsinin içinde pirinç üstü et geliyor.
Çoğu kez kuzunun kafası tepsinin ortasına konuluyor.
Yemeğin yanında bazen yalnızca yeşil soğan bazen de (eğer kadınlar onca kalabalığa salata yapmaktan üşenmediyse) salata servisi yapılıyor.
Her şey hazır olduğunda ortam bir anda derin bir sessizliğe gömülüyor ve 10-15 dakika içinde tek bir kırıntı kalmayacak şekilde tüm yemekler bitiyor…
İşin en eğlenceli kısmı uzak akrabalar gittikten, ana kadro baş başa kaldıktan sonra başlıyor.
Anneannem, teyzemler, dayımlar, gelinler, kuzenler; hep beraber bir odada toplanmışız ve evde tarif edilemez müthiş bir coşku var.
Yer yer taklitler yapılıyor, yer yer eleştiriler ve olmazsa olmazı dedikodu.
Teyzemler birbirleri üzerinden iğneleyici ama inanılmaz komik espriler ve taklitler yapıyorlar, biz küçükler olarak da yer yer fırsat verilirse yorum yapıyor veya çoğu kez yalnızca kahkahalara eşlik ediyoruz.
Tüm bu coşku içinde zaman zaman kendimi yabancı hissediyorum.
Anlatılan esprilerin çoğunu anlamasam da anlamış gibi yapıp gülmeye, ortak sevince dahil olmaya çalışıyorum.
Hele ki birinin hakkında bir dedikodu yapılırken o kadar merak ediyorum ki, ne konuştuklarını anlayamadığım, kaçırdığım her bir cümle için hem anneme hem de kendime öfkeleniyorum.
Beni bu sıcak ortamda "öteki" hissettiren şey dil bariyeri.
Annemin dilinin Kürtçe olmasına rağmen, annem bizle hiç Kürtçe konuşmamış.
Belki İstanbul'da doğup büyümemiz, çocukluğumuzda maruz kaldığımız çevrenin hiç Kürtçe konuşmaması, hatta babamın bile Kürtçeyi sonradan öğrenmiş olması gibi faktörler etki etmiş olabilir ama yine de hala bize anadilimizi öğretmediği için kızıyorum anneme.
Üstelik herkes annemin Kürtçesine hayranken…
Diğer teyzelerimin, dayılarımın çocuklarının hepsi Kürtçe biliyor; hem de sular seller gibi konuşuyorlar.
Atasözleri, deyimler, fıkralar neler neler konuşuyorlar ve ben anlamıyorum.
Çoğu zaman büyük teyzemin kızına çeviri yaptırıyorum, o da sağ olsun teker teker çeviriyor.
Bazen onun da kendini konuşulan olaya kaptırıp bana çeviri yapmayı es geçtiği oluyor. İçten içe kızıyorum, kıskanıyorum.
Ben de fikir beyan etmek istiyorum, anlatılanlara ben de gülmek istiyorum ama olsun yine de o olmasa hiç dahil olamayacağım o samimi ortama onun sayesinde dahil oluyorum.
Bu arada anneannem hariç herkes ara ara Türkçe konuşuyor ama bir fıkra anlattıklarında veya bir deyim kullandıklarında Bunu Türkçeye çevirsek, aynı anlamı taşımıyor diyerek Kürtçe anlatmaya devam ediyorlar.
Anneannemin Türkçe konuşmama konusunda sanki yemini var.
Ne yaparsak yapalım her şeyi anlamasına rağmen, yıllarca katiyen tek kelime Türkçe konuşmadı.
O da kendi direnişini böyle gösterdi.
Küçükken hiç anlam veremediğim, hatta zaman zaman dalga geçtiğim bu tutumuna büyüyünce bu kadar hayran kalacağım aklıma gelmezdi.
25 yaşına geldim, anneannemle doğru düzgün iki cümle konuşamadım.
Ki anneannemi çok severim, o da beni aynı şekilde çok sever hatta benim birçok özelliğimi de ona benzetirler ama hapishane parmaklıkları ardında birbirini uzaktan seven iki insan gibi, uzak ve yabancı kaldık birbirimize.
Ben onla Türkçe konuştum o bana hep Kürtçe cevap verdi.
Aynı kaderi annesi Türk olan babam da babaannesiyle yaşmış.
Anneannemin evi hayatım boyunca hatırladıkça tebessüm edeceğim aynı zamanda da gözlerimi doldurtacak kadar acı tatlı bir iz bıraktı üzerimde.
Kürtçeyi yıllar geçtikçe farkına dahi varmadan o sohbetler sayesinde hemen hemen söktüm diyebilirim.
Konuşulanların neredeyse tamamını anlıyorum, konuşma konusunda küçükken telaffuzumla çok dalga geçildiği için biraz özgüvensizim.
Tüm bunları bana bugün belleğimde yeniden canlandırtan şey belki de gün geçtikçe kendi kültürüne yabancılaşan, istemeyerek asimile olmakta olan bir Kürt olduğum farkındalığına varmamdandır.
Köklerini bu kadar seven ve özümsemiş bir ailede büyümeme rağmen, gün sonunda nasıl bu kadar yabancılaştığım konusunda şaşkınım.
Bu asimilasyon Türkiye Cumhuriyeti'nde öyle pürüzsüz bir şekilde gerçekleştirilmiş ki, çoğu insan kimliğinin eriyip gittiğinin bir ömür farkına dahi varmadan itirazsız yaşayıp gidiyor.
Bunun sebebi azınlık halkların diğer tüm vatandaşlarla eşit haklara sahip olmasından kaynaklanıyor.
Diğer vatandaşlarla aynı okullarda eğitim görüyor, aynı mevkilerde yer alabiliyor, aynı restoranlarda yemek yiyor ve aynı evlerde oturabiliyorlar.
Yalnızca bir farkla; bir Türk gibi olduğu sürece.
Bir Türk gibi giyinir, bir Türk gibi yemek yer, bir Türk gibi müzik dinler ve yalnızca Türkçe konuşursanız o zaman tüm haklara eşit sahip olursunuz demektir.
George Orwell'in "Hayvan Çiftliği" (Animal Farm) kitabından bir alıntı yapacak olursak;
Bütün domuzlar eşittir, ancak bazı domuzlar daha eşittir.
Tabi, dolayısıyla medeniyet çerçevesi de Türk toplumunda tamamen belirli kalıplar içerisinde sınırlandırılıyor.
Örneğin Türk yemeği, Türk müziği, kıyafeti, dansı, edebiyatı, medeni… iken Kürt toplumuna dair her şey gerici, yoz, medeniyetten uzak olarak değerlendiriliyor.
Oysa Türkiye Cumhuriyeti bir ulus devleti olma politikasıyla kurulmadan önce çok etnisiteli, birçok halktan oluşan kapsayıcı bir devletti.
Şimdilerde ise halkın çoğunun içeriğini bilmeden ezbere söylediği milli değerleri esas alan bir "Türk Devleti".
"Peki, hangi milli değerler bunlar" diye soracak olursanız, herhangi bir milliyetçi ferde, cevabı kendisinin bile bilmediğinden şüphe duymam.
Tamamen Batı öykünmesinden yola çıkarak modernleşmeyle bütünleşmiş cumhuriyet söylemi, asıl amacından ve temsiliyetinden saparak milli değerlere sahip çıkma adı altında halka ezberletilmiş bir kılıftan ibaret.
Eğer Batı müziği dinliyorsanız, yemeğini yiyorsanız, kıyafetlerini giyiyorsanız, edebiyatını, felsefesini okuyorsanız medeni olabilirsiniz demektir.
Bu düşüncelerimden körü körüne bir Batı nefreti sezilmesin, küçüklüğümden bu yana 10 seneye yakın piyanoda klasik müzik eğitimi aldım, büyük bir Frederic Chopin hayranıyım.
Çoğunlukla onun eserlerini çalmaya çalıştım ve hala da çalıyorum fakat aynı zamanda Mehemed Şexo, Ciwan Haco, Aram Tigran dinlemek ve babamla beraber söylemek de bana aynı oranda keyif veriyor.
Bunun yanında özellikle 19'uncu ve 20'nci yüzyıl batı felsefesinde çığır aşan Frederic Nietsche, Martin Heidegger, Sigmund Freud, Max Weber, Hannah Arendt gibi filozoflara büyük hayranlık duyarım.
Bu demek değildir ki Nesimi'yi, Ömer Hayyam'ı, İbnü'l Arabî'yi, Ahmedé Xani'yi daha az severim… Onların eserlerinden de bambaşka bir tat alırım.
Ama gel gör ki günün sonunda yeni bir ortama girdiğimde Kürtçe şarkı söylediğim için değil, piyano çaldığım için "entel" olurum.
Kürtçe bildiğim için değil de iyi İngilizce konuştuğum için "entel" olurum.
Ömer Hayyam rubailerini ezbere bildiğim için değil de Heidegger'in varlık felsefesini iyi tartışabildiğim için entel olurum.
Bunun gibi sayısız örnekle açıklayabileceğim entelektüellik kıstasını belirleyen toplum beni "sen nasıl Kürtsün" sınıfına yerleştirir.
Hatta "sen nasıl Kürtsün" dediklerinde, bundan gurur duyacağımı düşünerek adeta iltifat edercesine hayretlerini vurgulayarak dile getirirler.
Kürtleri bu medeniyetten yoksun kılan en temel etken, bana kalırsa dilinin unutulmaya yüz tutmuş olmasından geçer.
İnsanlık tarihinin başına gidecek olursak, nasıl ki Neandertallerin nesli tükenirken Homo Sapiens bugüne kadar varlığını sürdürmeyi gelişmiş bir dil sayesinde başardıysa, toplumlar da varlıklarını sürdürmek için dillerine muhtaçtır.
Eğer bir toplum kendi dilinde edebi eserler veremiyorsa, kendi dilinde eğitim alamıyorsa, kendi müziğini yapamıyor ve kendi dilini konuşarak mevki makam sahibi olamıyorsa o dil yok olmaya mahkumdur.
Yakın Türkiye tarihinde yasaklanan Kürtçe dili, bizlere miras bırakabileceği sayısız değer varken bizi bu değerlerden mahrum bırakmak zorunda kalmıştır.
Tabi bu yalnızca Türkiye'nin sorunu değil küreselleşmiş bir insanlık sorunudur.
Aynı yaraların Cezayir'de, Kamerun'da, İrlanda'da, Hindistan'da var olması, acıyı kolektifleştirerek birbirinden çok uzak farklı kültürleri birbirine yakınlaştırır.
Bu yüzdendir ki Audrey Magee'nin "The Colony" kitabını okurken İngiltere sömürgesinden yaralı İrlandalı bir bireyin, Fransa sömürgesinden yaralı bir Cezayirlinin duygularını en derinden hissettim.
İşte öyle...
Kısa bir çocukluk anısından nerelere geldik!
Belki benim anlattığımdan çok daha derin, çok daha fazla iz bırakmış anıları olan insanlar vardır ve belki onlar da anlatırlar.
Bıkmadan, usanmadan, öfkelenmeden, tane tane anlatmaya çalışırlar…
Ve sonra çıkar Batı'dan iyi niyetli bir cahil sesi;
Yaa... Bu Kürt sorunu tam olarak ne?
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish