Kötülüğün sıradanlığı bir duyarsızlığa dönüştüğünde, başkalarının acısına bakmak kendi sınırları içinde yaşayanlara karşı bir ihtilafa düşürür.
Toplumun yitirilme korkusu ve yitirme diyalektiği, kahramanlık öğretileri ve düşmanlık literatürüne bulandırılmış yalanlarının etrafında tarif edilemez bir inkarla sürer gider.
Başkasının acısı da yok olur burada, baktığın acı da samimiyetsiz yerden boşluğa savrulur.
Çocuğun çocuk, halkın halk, kedinin kedi, ağacın ağaç, evlerin ev olduğu herhangi bir konumda, acının bakışı ne adlarla ne de kavramlarla kirletilemez.
İnsanın ruhu, kalbi yalnızca bir insanın ölümüyle değil bir kedinin parçalanmasıyla, bir evin yıkıntılar içinde kalmasıyla, bir ağacın devrilmesiyle de yerle bir olabilir.
Yine aynı insan bunların hepsini sevinçle de karşılayabilir. Gördüklerimiz, hafızamızda acı olarak kök salar, bir daha eskisi gibi olamayız, gördüklerimiz de bizleri iyileştiremez.
Yeri gelir, soykırımcı ve sömürgeci bir toplum seni kendi hizasına çeker, işte en korkunç olanı da budur.
Tam da bu eksende, insanın ruhunu ve kalbini bir köşeye bıraktığını, hakim düşünceye kuyruk olduğunu, en barbar fikirleri söylemekten geri durmadığını görürüz.
Siyasal alanın vasatla eş olan çoğunluğun aklı, siyasal ufkun geçmişin çöküntüsü, geleceğin tahayyül edilemez oluşuyla bugünün yükünü çeker.
Kararsız bırakan veyahut mecburiyetle takıldığı kuyruğun yükünü kalbinin sızısını duya duya söyleyen acizlik belirir.
Yaşamın yokladığı yeri çözemez, aklını yatırdığı hakikatin bir yalan olduğu evhamıyla artık kabullenir bunu.
Çıkamaz işin içinden, yüreğini yitirdiği ve aklını siyasal ufkun hatalarına vakfettiği bir hayatın kenarında yok olmaya mahkum kalır.
Kimi insan bu direnci de gösteremez, şaşalı sarhoşluğun adımlarıyla yalnızca rüzgarın sallandırdığı bir yaprak gibi boş bir meydanda bitimsiz bağırtılarla varlığını bile duyamaz.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Herkesin başkalarının acısına bakma vicdanı, kendi evinin penceresi kırılana kadar.
Hanne Arendt'in, "Yalanlar doğası gereği değiştirilmeli ve yalancı bir hükümet sürekli olarak kendi tarihini yeniden yazmalıdır" sözü günümüz hezeyanını ortaya çıkarır.
Köhne ama tıkırında işleyen bir düzen bu. Uygarlık diye sunulan barbarlığın mahşeridir.
Aklı palavralara boğan da palavraları yiyenin de aynı canlı olmasının inciticiliği var.
İçkiniz, insanız çünkü. Gaddarız. Hakikat ölü bir dil doğurur. İnsanın yüzü tanınmazdır, çünkü hakikati yok etmek ister kendi yalanıyla.
Sarmakta olduğu yalan, sarmakta olduğu utanç ve suç; çoğunluğun aklı, gözleri, ağzı ve kulaklarıdır.
Bu sağırlığın, körlüğün bir nişancı titizliğiyle hakikatin vurulduğu yerden tekrar hakikat tartışılmaya başlar.
Şimdi evin penceresini aralayalım: İster yangınlara bürünüversin ister bahçelerce donatılsın, sömürgeci evinin üstüne halel getirmez.
Kötülük bahsi, içeride olana eğilmedikçe dışarıya bakmanın palavracı bir kolaylığı var.
İçeride temaşa ettiğine dışarı sarkarken salya sümük ağlayan çoğunluk, kimi zaman da içerideki yangına alkış tutar.
Bize düşen, bakışlarımızı buradan alıp taş atabileceğimiz zalimin yüzüne utancı vurabilmektir: Filistin halkının muteber direnişine teşneyiz, tıpkı içerideki direnişe teşne olduğumuz gibi.
Ve aydınlar, sanatçılar, yazarlar ölür bir gün. Dünyanın barbarlığına medeniyetler gösterisi ağızlarıyla, bakışlarıyla çanak tuttukları için.
Öylesine vicdanın üstünde gezdirilmiş bakış, öylesine söylenmiş sözler, öylesine yapılmış işler, öylesine yaşanmış şeyler gibi yaşamak bir eziyettir.
Hürlüğün hiçbir girdisi çıktısı olmadan sesin yalpaladığı yerde hakikat de damgalanır insanın kendisi de.
İşte egemen aydının, okumuşun iktidar olan tarafa dair sınır çizgileri, nefreti siyaset müessesine yöneltemediği noktada iktidarın tebaasına yönelir.
Tıpkı iktidar tebaasının iktidara yöneltemediği sorularda onlara yönelmesi gibi.
Sırf onlar haklılığı savunuyor diye, sırf onlar bir anlığına vicdan törpüsüne takıldığı için iki taraf yüzünden, aradaki masum halk kaynar.
Birbirleriyle uğraşmayı bırakırlar, birbirlerindeki iktidar çözülmesini canhıraş mevcut iktidar tebaasının bağırtısını yok etmek için bir anda masum bir halka parmak sallamaya başlarlar.
Kalpsizliğin ve hafıza kaybının aniden cereyan edip kavramların gölgesinde, hukuki çerçeveler çizip vicdan çıkarımında bulunmaları da o derece komik.
Zuhur eder insanlık. Bir zamanlar iktidar pastasını yiyen kesimin sırf şu an iktidar pastasını yiyen kesime nazire olsun diye, sömürgeci bir devlete alkış tutması normal geliyor, çünkü kendi ülke sınırlarında yapılan katliamlarda, mevcut iktidarla yan yana durmayı da ihmal etmezler.
Her iki kesim de aynı yerde konumlanır. İki kesim için de söylenecek çok şey var, ama söylenecek hiçbir şey yok.
Bu konuda Cezayir Bağımsızlık Savaşı filmindeki diyalogları bırakacağım. Muhabir tutuklanan Cezayirliye soruyordu:
- Masum kurbanlara saldırmak için bombaları taşımakta kadınların sepetini kullanmak alçakça değil mi?
Cezayirli de şöyle yanıtlıyordu:
- Korumasız köylere napalm bombaları atarak binlerce kişi öldürmek daha alçakça değil mi? … Bize bombardıman uçaklarını verin ve o zaman sepetler sizin olsun.
Filistin halkını savunmak, İsrail'e karşı çıkmak ne Müslüman ne de Yahudi saikiyle açıklanabilir.
Orada yıllardır her sabah psikopat bir devletin evleri bombaladığı, çocukları öldürdüğü bir güne uyanmak yeter de artar.
Aynı zamanda içeride; sokak ortasında çocukları ezen, keskin nişancılarla sivilleri vuran devlet aynı aklın ürünüdür.
Hayatta kalmanın suç, hakikati söyleminin utanç olduğu bu ülkede, sözcükler haklılığın yükünü taşıyamadığında dışarıya sızan direniş ışığı yükü taşır.
Mahmud Derviş ve direniş
"Atı neden yalnız bıraktın" diyordu Mahmud Derviş, akabinde "eve yarenlik etsin diye evladım / Zira evler ölür terk ederse sakinleri" diyerek tam da Filistin'in kaderini hatırlatıyordu.
Yaşanmış bir hayat, yaşatılmamış hayallerin gölgesinde kurumadıkça gösterir aksini dünyaya. Köklerinden koparılmamış ağaçlar gibi yeşermeyi sürdürür.
Mahmud Derviş öldü, Filistin'i hâlâ yaşıyor özgürlüğe yarenlik etsin diye.
Kelimelerden özgür bir ülke yaratmanın girdabından, kurtuluşa uzanan kırgın çağ denemelerinden, tarihin kifayetsiz, çapaklı bakışından doğru bir okuma yapmak imkansıza yakındır.
Ölüm, savaş, terk ediş ve suskunluk afişe edici konuların etrafında dönen her bir anlatının zıpkın gibi insanın içini delebilmesi imkanı, aslında bir imkansızlığın doğuşuna tezahür eder.
İmkan, tahayyül edilen ülke; imkansız ise tarihin tellerine takılmış ülkenin bir daha var olmamasıdır Mahmud Derviş'te.
Şayet, bu imkan ile imkansız noktasında, kuşatıcı olan Filistin özgürlüğüne ve onun yalnızlığına dayatılan vurgu; sömürgecinin ve işgalcinin hafızasında zedelenerek korkuya bürünür.
Ne Filistin'in özgürlüğüne ne de yalnızlığına tahammül eder sömürgeci.
İşgalci yaratılış söylencesiyle yok ediş hafızasını enjekte etmeye çalıştığı anda Mahmud Derviş'in ölüm, terk ediş, kimlik, toprak, ev, yol ve işgal kavramlarıyla sekteye uğrar.
Yerinden olan sömürgecinin öfkesi daha da pekişirken Derviş'in hafıza imkanları birden çok silaha bürünür, birçok cepheden kuşatır düşmanı.
Böylece yalnızca elindeki son kozu oynar işgalci; bombalar, sürgün eder, kaçırır ve öldürür.
Kısılan ses şairin sesidir halkına ses olmak için. Benlik doğar doğmaz halkla doldurulmuştur çünkü.
Terk ediş hükmünü yitirip Derviş'i tarih sahnesinin en önüne bırakarak Filistin'i Derviş, Derviş'i Filistin yapmıştır.
Öyle ki, işgalcisine dahi dokunmuştur ki bir dönem onu ders kitaplarında okutma tartışmaları bile açılır.
Fakat bu tartışmaların Mahmud Derviş'in güçlü yankısı nedeniyle korkuyla örtülür ve konu kapanır.
Çünkü Derviş şöyle diyordu:
Madem öyle! Kaydet! Kaydet ilk sayfanın ta en başına Nefret etmem insanlardan Hiç kimseye saldırmam! Ama aç kalınca toprağımı gaspedeni çiğ çiğ yerim! Kolla kendini, kork benim açlığımdan Kork benim öfkemden! Kolla kendini!
Gassan Kanafani, boyun ile kılıç
Gassan Kanafani yalnızca bir gazeteci ve yazar değildi. Filistin davasının, yurtsuzluğun, mülteciliğin, özlemin ruh bekçilerindendi.
Bunu yazdığı kitaplarda, çıkardığı gazete ve dergilerde düşüncesinin heybesinde taşıyordu.
8 Temmuz 1972 tarihini gösterdiğinde, Gassan Kanafani ve Filistin davası için karanlık günün perdesi çoktan çekilmişti.
Oğlu Fayez'in oyuncak trenini tamir ettikten sonra, yeğeni Lamees ile birlikte arabaya yönelirlerken küçük kızı Leyla da merdivende babasının henüz açtığı çikolatasını yemekteydi.
Gassan, kontağı çevirdiğinde bomba patlar ve araba parçalara ayrılır.
Gassan Kanafani 36 yaşındayken öldürülür; olayı İsrail gizli servisi Mossad'ın Lod Havaalanı'na yapılan saldırının intikamı olarak yaptığı söylenir.
Mossad bunu bir nevi bahane olarak sunar, ama asıl amacın Gassan Kanafani'nin edinmiş olduğu ün, kitleyi ve bağlı olduğu siyasi yapıya etki etme ve yönlendirme gücüyle ilgilidir.
Evinin hemen yakınında öldürülmesi, çocuklarının ve eşinin o anlarda evde bulunması, olayı trajedi olmaktan çıkarır, dünyanın merhametine sığmayacak büyük bir acıya dönüştürür.
Gassan Kanafani'nin eşi Anni Kanafani, bombanın patladığı anın sonrasını şöyle anlatır:
Birkaç metre ötede Lamees'i bulduk, Gassan yoktu. Ona seslendim, sonra sol ayağını fark ettim. Fayez başını duvara vuruyor, kızımız Leyla defalarca "Baba, Baba..." diye haykırıyordu. Donakaldım.
Agamben'in "Ölüm İsrailli bir ustadır" deyimi geçmişten günümüze kendinden hiçbir şey yitirmeden her gün yerini buluyor.
1972 yılında arabasına bomba koyduğu Kanafani'yi öldürürken de bugün hastanedeki masum çocukları bombalarken de İsrail ölüm için bir ustadır.
Kanafani, sömürgecinin baskın aklı sonucu tedirginliği üstünden atıp ürettiği öykülere, romanlara ve yazılara giydirerek İsrail'i kuşatmaya alır.
Eserleri yoluyla mahfil oluşturup kitlelere haklı Filistin davasını ve direnişi yayarken İsrail'in tarihsel suç dökümanını da aktararak onları tedirgin ediyordu.
Bu uğurda her ne kadar yazdığı eserlerde bu kuşatma pratiğine karşı sert bir duruş sergilese de her insan gibi o da umutsuzluğa kapılmış, "Bildiğimiz tek şey, yarının bugünden daha iyi olmayacağı ve nehir kıyısında, asla gelmeyecek bir gemiyi özlemle beklediğimiz. Her şeyden koparılma hükmünü giydik; kendi yok oluşumuz dışında her şeyden" diyerek gelecek günlerden de haber veriyordu.
Kanafani, hem bulunduğu konum hem yetiştiği şartlar itibariyle edebi etik çizgisinde ısrar ederek, toplumsal ve kültürel alana sorumluluk bilinciyle yaklaşır; döneme arşivlik yapar, toplumsal belleği kendi eserleri üzerinde inşa eder.
İktidar ve devletin talan ettiği değerleri, tarihsel olayları siyasi bilinç ve kültürel değerleri unutturmayarak, yıkıntının kendisini bizzat iktidarın ve devletin karşısına koyarken halkını da dövmeyi ihmal etmiyordu.
Öyle ki Hayfa'ya Dönüş öyküsünde ve Güneşteki Adamlar romanında bu fikri net olarak belirtir.
Çünkü kitleleri çağırmak, kitlelere unutmama bilincini vermek, kitleleri bir arada tutmanın en güçlü yollarından biri de sanatın ve edebiyatın takınmış olduğu ideolojiyle kitleyi uyandırmaktan geçer.
Hayfa'ya Dönüş öyküsü, 1947 yılında BM Bölme Planı'nın devreye girdiği yıllara denk düşer; Araplar ile Yahudiler arasında Hayfa kentinde büyük çatışmalar yaşanır, Arap nüfusu 62 binden 5-6 bine dek düşer.
Öykü, Hayfa'dan kaçarken beşikteki çocuklarını unutan bir aileyi konu alır. Yıllar sonra aile Hayfa'ya geri döndüğünde evlerinde Yahudi bir aile yaşamaktadır.
Beşikte bıraktıkları oğulları da İsrail askeri olmuştur. Savaşın en korkunç yanı burada anlatılır, bebeğini beşikte unutan anne-baba.
Haldun'un adı artık Dov'dur. Kanafani Dov'un ağzından Filistin halkının en büyük çıkmazını eleştirerek söyler:
Hayfa'yı terk etmemeliydiniz. Madem bu mümkün değildi, bedeli ne olursa olsun bir bebeği beşiğinde terk etmemeliydiniz. Bu da mümkün olmadıysa, geri dönmeye çalışmaktan asla vazgeçmemeliydiniz. Bunun da mı mümkün olmadığını söylüyorsunuz? Yirmi yıl geçti! Yirmi yıl! Bu kadar zamandır oğlunu geri almak için ne yaptın? Yerinde olsam, sırf bunun için silah kuşanırdım. Bundan daha güçlü bir istek olabilir mi?
Güneşteki Adamlar romanında ise Kanafani, arka perdesinde ülkelerini terk eden Filistinlilere ciddi eleştiriler yöneltir.
Romanda, kaçışı bir dönüş yolu olarak görenlerin, dünyada kimsesiz kalan, sesini duyuramayan bir halkın çırpınışı ele alınır.
İnsan bir kere terk etti mi, bir daha hiçbir şekilde dönemez fikri de romana yerleşir. Kanafani, romanın sonunda bir halkın sesini duyuramama sorunu şöyle söyletir:
Neden vurmadınız tankın yanlarına? Neden yumruklamadınız tankın duvarlarını? Neden? Neden? Neden?
Gassan Kanafani, yıllar önce BBC'ye verdiği röportajda İsrail ile Filistin arasındaki durumun vehametini ve yıllar geçse de değişmeyen yanını şöyle dile getiriyordu:
Kastettiğin şey, kılıçla boyun arasındaki bir tür konuşma.
Filistin
Tarihsel gerilimde aidiyet ve soykırım kavramlarını sıklıkla gördüğümüz bir savaşta, tarafları ancak halk ve devlet sistematiğinde değerlendirebiliriz.
Vietnam'dan Çin'deki Uygur Türklerine, Kürdistan'dan Filistin'e, Karabağ'dan Cezayir'e vb. coğrafyaları kapsayan yüzlerce örnekte sömürgecilerin katliamla dolu tarihlerine eğilebiliriz.
Özgürlük hayaliyle kuşatılmış tüm halklar gibi Filistin de, İsrail'in milli uyanış diye dünyaya yutturduğu bir mesele olarak canlılığını koruyor.
Yeryüzünde İsrail'e lanet okuyan devletlerin arka perdede İsrail'in yanında olduğu, uluslararası savaş hukuku savsatalarıyla bir barbarlığı medeniyet çizgisine çektiği görülmektedir.
Bu büyük kandırmacıyı yutan zavallı aydınlar, yazarlar ve sanatçılar da dün ve bugün yaşanan katliama katkı sundukları yadsınamaz bir gerçektir.
Filistin'e gözyaşı dökenler, kendi ülkelerinde anaların gözyaşını da döktürürler, ikiyüzlü dünya ekseninde propaganda ürünü savaş suçlarını örtmek, sivilleri deşen, korkuyla yerlerinden eden, şehirleri bombalayanların gözyaşı sahtelikten başka bir şey değildir.
Mahmud Derviş ve Gassan Kanafani gibi yazarlar, Filistin davası özelinde olmakla beraber sömürge altındaki tüm halkların motivasyonudur.
Biz de aynı şekilde sömürgecilere Mahmud Derviş'in şiiriyle sesleniyoruz;
Füze sizden, taş bizden
Kılıç sizden, kan bizden
Ateş sizden, can bizden
Saatlerinizi de alın vaktimizden
Ve defolun!
Nerede yaşayacaksınız yaşayın
Ama artık durmayın yanımızda
Nereden çağıracaksınız çağırın ecelinizi
Çekin ellerinizi ekmeğimizden ve tuzumuzdan
Yaramızdan, suyumuzdan ve toprağımızdan
Alın hissenizi düşeni de kanımızdan
Haydi defolun!
Ey kelimelerin ardı sıra gidenler
Yüklenin sırtınıza isimlerinizi
Silin hatıralarımızdan tüm resimlerinizi
Ve defolun!
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish