Türkiye siyasetindeki temel süreklilik çizgisi, doğal olarak sistemin kurucusu olan CHP tarafından temsil edilirken, değişim arzusu ve çizgisi ise muhalif eğilimler olarak beliren DP, AP, ANAP ve son olarak da Ak Parti çizgisi tarafından temsil edildi.
CHP kurumsal bir süreklilik olarak belirirken, değişim yanlısı muhalif eğilimler, kurucu liderleri tarafından temsil edilen süreksizlikler olarak siyasal arenada görünüp kayboldular.
Ama her ortaya çıkışları sistemi değiştirme, dolayısıyla da yenile(n)me iddiasına dayanmaktaydı ve bunu yapabildikleri ölçü ve sürede iktidarda kalmayı da sürdürebildiler.
Dolayısıyla onları birbirine bağlayan kurumsal bir süreklilik olmayıp, eğilimlerinin sürekliliği olacaktır.
Öyle ki sağcı olarak kodlanan bu muhalif eğilim, Kemal Tahir ve İdris Küçükömer gibi düşünürlerce, CHP'nin 60'lı yıllardaki ortanın solu iddiasına karşı, asli niteliği olan üretici sınıfların temsilciliğine binaen Türkiye'nin solu olarak da tanımlanmıştır.
Çünkü bu siyasal oluşumlar toplumun değişim, üretim ve özgürleşme gibi talep ve arzularına karşılık verdiği gibi, öteden (Osmanlı'dan) beri Batı tasallutuna karşı ve bu tasallutun baskılayıp sömürdüğü ezilen kesimlerin de sözcülüğünü yapmaktaydılar.
Görünürde muhafazakâr olan bu kesimler ve temsilcileri, bir yandan değişimi ve kalkınmayı talep ederken öte yandan ise işbirlikçi burjuvaziye karşı yerliliği ve yoksunların temsilciliğini ve savunusunu da yapmaktaydılar.
Ancak bu paradoksal durum çok da sorunsuz değildi. Zira DP ile birlikte sağcı iktidarların ABD ile işbirliği çerçevesinde sürdürdükleri bir strateji, yukarıda kısaca tanımlanan karakteristiği masumiyetinden uzaklaştıracak, Demirel ve Özal çizgisiyle birlikte de neoliberalist politikalara yakınlaştıracaktır.
Üstelik İdris Küçükömer'in Meclis'e girmesini alkışladığı ve daha radikal bir eğilim olan Milli Görüş akımı da, 28 Şubat sürecinde sistemle -ki bu sistem artık CHP ile de eklemlenmiş olan daha geniş bir cephedir-, sürdürdüğü sert karşılaşma süreci akabinde geldiği iktidarla birlikte bu neoliberalist etkinin altına girecektir.
Zira bu sırada sosyalist, Kürt ve İslami kesimlerce sıkıştırılan devlet, içerisine girdiği güvenlik krizini devlet aklını devreye sokarak, en güçlü muhalif eğilimin, yani Millî Görüş'ün Ak Parti ile yenilenmiş kadrosunun iktidarına göz yumarak ve onu da devlet terbiyesinden/imtihanından geçirerek atlatmaya çalışacaktır.
Sonuçta ise yüzleri cilalanmış kirli çocuklar, bu devlet dersinden sınıfta kalsalar da, iktidar alanına iyice yerleşeceklerdir.
Temsilin arzusu, temsil edileni de baştan çıkaran bir güç metafiziğiyle, kendisini aslında bir zamanlar karşısında saf tuttuğu neoliberal bir yönetimselliğin inşasıyla yükümlendirince, Michel Foucault'nun tanımladığı bir biyopolitik yönetimsellik de ağır aksak vücut bulmaya başlar.
Böylece 100 yıllık Türkiye sosyopolitiği de bir eksen kaymasına uğrar. Madunları temsil adına olduğu kadar hak ve adalet talebiyle de iktidara gelenler, CHP'nin iktidardaki kurumsal ağırlığını yerinden edince, roller giderek tersine döner.
Kılıçdaroğlu'nun CHP'si kendilerini yeni egemenlere karşı savunmaya çalışan madunlarla ve yoksunlarla buluşarak 100 yıllık cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırmaya çalışırken, Ak Parti'nin uzlaştığı devletin derin aklı, muhafazakârların da eklemlenmesiyle yenilenmiş burjuvaziyi egemen güçlerle işbirliğine razı ederek sistemi muhafazakâr bir cumhuriyete dönüştürmeye çalışır.
Böylece CHP giderek Küçükömer'in soluna doğru yakınlaşırken, Ak Parti ise kelimenin tam anlamıyla sağcılaşarak ve kendi burjuvazisini inşa ederek ezilen kesimlerden uzaklaşacaktır.
Kartların yeniden karıldığı bu altüst oluş sürecinde, çeşitli nedenlerle Ak Parti'deki bu değişim ve saf değiştirme girişiminden uzaklaş(tırıl)an kesimler yeni bir stratejik işbirliğine (Millet İttifakı'na) yönelirken, CHP'nin devletlû kesimleri de CHP'nin yeni stratejisine tepki göstererek ya bu yeni süreçten kopacak ya da Ak Parti'ye (Cumhur İttifakı'na) yakınlaşacaktır.
90'lı yıllarda Millî Görüş hareketindeki olumlu değişimi izleyen ve destekleyen Nilüfer Göle'ye göre de;
AKP'nin 20 yıllık iktidarında ister istemez İslami aktörlerin zihin koordinatları değişmiş ve yaşadıkları deneyimi eleştirel bir perspektiften okumaya başlamışlardır. Birçok Müslüman nezdinde mağduriyet söylemi geçerliliğini yitirmiş, reformist bir AKP devri de geride kalmıştır. Nitekim AKP'den ayrılarak kendi partilerini kuran özgürlükçü ve reformist liderler bugün Millet İttifakı ile birlikte yol alıyor. 1
Dolayısıyla bir zamanlar Küçükömer'in işaret ettiği bu bir yandan değişimi ve özgürleşmeyi savunan ve öte yandan ise çokuluslu şirketlere karşı yerli üretici kesimleri temsil edenler, içerisinde bulundukları ama Ak Parti vasıtasıyla giderek egemen burjuvaziyle ve küresel güçlerle işbirliğine giden muhafazakâr sağcı sosyolojiden ayrışarak, toplumsal değişimi ve yenilenmeyi sürdürebilmek için, o da kendi yerleşik mevzilerini sorgulayan ve buradan kopan Kılıçdaroğlu'nun yeni CHP'si ile ittifaka gider.
Bu saflaşmayla Millet İttifakında vücut bulan demokratik eğilim siyasal yönelimi yenilenmeye ve olumluluğa doğru bükmeye çalışırken, Cumhur İttifakı'nda vücut bulan Cumhuriyetçi eğilim ise buna karşı neoliberalizmle işbirliğini ve özgürleşme/yenileşme çabalarına karşı tepkisel güçleri temsil etmektedir.
Göle'ye göre bir açıdan yeni demokratik cephe olan bu "'Millet İttifakı', tarihten gelen köklü ve bölücü kutuplaşmaları bitirebilir. İttifak, Cumhuriyet Halk Partisi ve Demokrat Parti geleneğini bir araya getirerek devlet ve halk zıtlaşmasını, sağ-sol, seküler-Müslüman kutuplaşmaların ötesinde yeni bir siyasi paradigma yaratmaktadır. Altılı Masa'nın toplumsal barışa vurgu yaparak halk nezdinde ilgi ve saygı görmesi, siyaset sarmalının kutuplaşmadan uzlaşma dinamiklerine doğru evrildiğinin bir göstergesidir. Düşmanca söylem ve zıtlaşma siyasetinin artık seçmen nezdinde inandırıcılığını yitirdiğine dair de belirtiler ortaya çıkmaktadır… (Zira) Altılı Masa etrafındaki parti liderleri demokrasinin ve parlamenter sistemin erozyonu karşısında siyasi alanı genişletmenin zaruretini, katılımcı demokrasiyi, 'birleşe birleşe kazanacağız' ilkesini yaşama geçirmekte ve çoğul bir siyasi öznenin daha güçlü olabileceğini göstermektedir." 2
Bu birbirinden oldukça farklı siyasal aktörleri bir araya getiren temel etken ise Ak Parti'nin kuruluşundaki vaatleri ve idealleri hiçe sayarak adım adım popülist bir otokrasiye kayması ve en nihayetinde bunu 2019 Anayasa değişikliğiyle yasallaştırarak topluma dayatmasıdır.
Ama yasallaştırılmış olsa da bu dayatma, toplum vicdanında olduğu kadar evrensel insan hakları kavramında ve geleneksel hak ve adalet anlayışında karşılığını bulamayınca, ister istemez toplumsal bir tepkiyle karşılaşacaktır.
Dolayısıyla giderek tektipli ve otokratik bir baskıcılığa doğru sürüklenen Cumhur İttifakı'na karşı bir araya gelen farklı kesimler tarafından, "Masa metaforu çoğulculuk ilkesini soyut olmaktan çıkarıp somutlaştıracaktır. Masa etrafına oturan altı lider, tek aktörlü iktidar kodlarına yaklaşarak değil, tam tersine farklılaşarak güç ve popülarite kazanmaktadır. Çok sesliliğin olduğu yerde, tartışma, müzakere ve ikna yoluyla kararların alındığı, uzlaşmayla yönetilen bir koalisyon deneyimi oluşmaktadır… Böylelikle çoğul siyasi özne olarak ortaya çıkan Altılı Masa, tek aktör patolojisine karşı önemli bir adım atmış oluyor. Tek aktör patolojisi diye adlandırdığım zaaf sadece iktidar olan partiler için değil, muhalif hareketler için de geçerli. Bu zaaf Türkiye'nin demokratikleşmesinin önünde önemli bir engel teşkil ediyor. Tartışmasız doğruyu temsil ettiğine inanan tek aktör patolojisi hem çoğulcu siyasal kültürün inşasına hem de devletin özerkliğini korumaya engel oluşturuyor. Tüm tekçi ideoloji ve aktörlerin, muhafazakâr milliyetçiler, devrimci solcular ve cumhuriyet seçkinleri de dahil olmak üzere, devletin doğal sahipleri olmadıklarını kabul etmeleri, kendi siyasi sınırlarına çekilmeleri ve parti-devlet, halk-lider özdeşliğinden vazgeçmeleri gerekiyor." 3
Başlangıçta siyasete CHP'nin yerleşik kodları içerisinde bakan Kılıçdaroğlu ise süreç içerisinde yenilenme ve değişimin zaruretini kavrayarak ve bunun tekil bir zihniyetle değil de toplumun farklı ama buna inanan eğilimlerini bir araya getirilmesiyle sağlanabileceğine ikna olarak, bu ittifakı gerçekleştirebilmek için öncelikle kendi partisiyle ve dolayısıyla CHP'nin yüz yıllık zihinsel kodlarıyla hesaplaşmaya girişti.
Esasında CHP sosyolojisinde de Ak Parti sosyolojisinin mağrurlaşma sürecine koşut bir biçimde bir madunlaşma süreci yaşanmaktaydı.
Kılıçdaroğlu'nun yaptığı bir bakıma kralın çıplak olduğunu yüksek sesle söylemekten ibaretti.
Özellikle helalleşme çağrısı ve başörtüsü teklifi her ne kadar bazı laik kesimler, Kemalist aydınlar ve milliyetçiler tarafından eleştirilse de Altılı Masa bu sayede mümkün olmuştur… (Nitekim benzeri bir süreç geçmişte de, Ak Partinin vücut bulduğu bir süreç içerisinde de yaşanmıştı. ÜA) Aynı dili konuşmayan, yaşam biçimleri uyuşmayan, farklı etnik ve dini kökenden gelen aydınlar, yazarlar, gazeteciler, bir araya gelerek, aralarındaki görünmez duvarları yıkmışlar (bu süreç özellikle 1980 sonrasında paneller ile başlamıştı), tabuları yıkarak, meydana çıkmışlar, kamusal alanın sınırlarını genişletmişlerdir. Topluma dar gelen, dışlayan Kemalist ideolojiye, yasakçı laiklik ve baskıcı milliyetçilik politikalarına itiraz edenler çok sesli bir kamusal alan oluşturmuşlardır. 4
Millî Görüş akımındaki değişimi izleyen ve bu değişimin olumlu bir yönde seyrettiği dönemde bunu destekleyen bir başka aydın, Levent Köker de günümüzde yaşanan yeni değişim sürecini yorumlayarak, toplumun demokratikleşme arzusuna doğru yönelen eğilimleri irdelemekte ve bu konudaki risklere dikkat çekmekte.
'Cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırmak' veyâ 'Cumhuriyetin demokratikleştirilmesi', Türkiye Cumhuriyeti'nin bugüne kadar 'demokratik bir cumhuriyet olmadığı' yönünde bir değerlendirmeyi de içeriyor. Doğru mu? Mantık gereği öyle olması gerekiyor. Bir devlet düzenini demokratikleştirmekten söz ediyorsak, onun daha önce demokratik olmadığını kabûl ediyoruz demektir zîra zâten demokratik olan bir düzeni demokratikleştirmekten söz etmek anlamsızdır. Bununla birlikte, teslim etmek gerekir ki bu değerlendirme yalnızca mantıken değil, târihî olarak da doğrudur. Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan bu yana geçen yüzyıl içinde, demokratikleşme yönünde adımlar atılmış, kesintilerle de olsa, çok partili siyâsî hayâtı sürdürebilmiş olsa da, hiçbir zaman demokrasi ile otoriter rejim özelliklerinin bir arada bulunduğu melez niteliğin ötesinde, demokratik bir devlet niteliğine kavuşamamıştır. 5
Cumhuriyetçi, laik ve Kemalist kesimlere bakılırsa Cumhuriyetin demokratik niteliği kendi özünde mündemiçtir.
Demokrasiyi salt seçimli yönetime ve Kemalist ilkelerin egemenliğine indirgeyen bu bakış doğal olarak toplumdaki değişimi olduğu kadar farklılıkları da görmezlikten gelmiş ve hatta bu yönlü temsil taleplerini hainlikle, bölücülükle damgalayarak şiddet yoluyla da olsa baskılamayı meşru ve mubah addetmiştir.
Oysa demokrasi tam da bunların, farklılıkların temsiline ve seslerin çoğal(tıl)masına, yani çoğulluğa dayanmaktadır.
Daha öncesine gitmeden, 1982 Anayasası'ndan bu yana geçen kırk küsûr yılı ele alalım. 1982 Anayasası'nın halkoyu ile kabûl edilmesinden hemen sonra, toplumun farklı kesimlerinden yükselen reform talepleri, 1987'den 2017'ye kadar, biri AYM tarafından iptâl edilen 19 Anayasa değişikliğine yol açtı. Yine bu dönemde, özellikle de 1992'den 2013'e kadar, sâdece Anayasa değiştirmekle yetinmeyip, bütüncül bir yeni ve demokratik anayasa yapma isteği ve arayışı da sürdü. Bu arayışların özellikle 2007-2013 arasında, birbirinden farklı toplum kesimlerince benimsenen ve pek çok ortak noktada birleşebilen yeni anayasa projeleri ortaya konuldu. Bununla birlikte, TBMM'deki siyâsî partilerin oluşturdukları Anayasa Uzlaşma Komisyonu'nun çalışmaları, yine siyâsî partilerin kırmızıçizgileri nedeniyle akamete uğradı ve nihâyet Türkiye târihinde hiç tecrübe edilmemiş bir başkancı sistemle tanışmak zorunda kaldık. 6
Anayasanın olumlu bir biçimde değiştirilmesi kadar toplumun demokratikleştirilmesinin en önemli şartlarından birisi olan Kürtlerle sürdürülen barış sürecinin ilerletilememesinde de CHP'nin engellemeleri, bu süreçlerin akamete uğramasında oldukça etkili olmuştu.
Tabi iktidarın ve Kürt cephesinin gönülsüzlükleri de unutulmamalı. Yeterli bir toplumsal mutabakatın sağlanması içinse farklı kesimleri bir masa etrafında toparlayabilmek oldukça önemli.
Belki de asıl sorun sistemin sadece seçimler açısından değil, mahalli ölçeklerdeki kararlardan tutun da Siyasal Partiler Yasası'na, toplumsal pratiklerden demokratik teamüllere kadar demokratikleşme zaruretinin farkına varılmasına ve neşterin daha derine vurulma zaruretinin kabullenilmesine dayalı.
Dolayısıyla da toplumun değişimi çabası için daha geniş bir mutabakatın sağlanması temel koşul.
Mevcut iktidarın ise bu konuda ne bir arzusu ne de temennisi bulunmakta. Ona kalırsa yapılması gerekenler zaten yapılmış bulunmakta ve bundan ötesi bir kendini bilmezlik ve hatta yapılanları görmezlikten gelen bir nankörlüktür.
Şurası doğru. Mevcut iktidar blokunun seçimlerden gâlip çıkması durumunda, demokratikleşme yönünde herhangi bir gelişme sağlanması mümkün olmayacağı gibi, otoriterleşmenin derinleşmesi gündeme gelecek. Muhalefetin gâlibiyeti hâlinde ise, demokratikleşme ihtimâli belirecek. Tamam, bunda hemfikir olabiliriz. Ancak, muhalefetin kazanması durumunda belirecek olan demokratikleşme ihtimâli, mevcut Cumhuriyet'i demokratikleştirmek ile sınırlı. Oysa sorun, mevcûdu demokratikleştirmek değil, demokratik cumhuriyeti inşâ etmek. Can alıcı soru şu: Arada ne fark var? 7
Tam da bu noktada ise yeni soru(n)lar ortaya çıkmakta.
CHP'nin kodlarıyla ne kadar oynanabilir? Muhalif muhafazakârların talepleri ne kadar samimi?
Kürtlerin istekleri nereye kadar gidebilir? Sahici bir uzlaşma ve bunun sürekliliği mümkün mü?
Zira Türkiye, coğrafyası kadar sosyolojisi de faylarla dolu, travmatik bir ülke. Üzerinden ne kadar zaman geçse de, bu travmatik çatlaklar üzerinde yeterince durulmadığı ve muhtemel krizlerle baş edilmesi için yeterli önlemler alınmadığı sürece, yeni krizler de kaçınılmaz.
Bunun içinse her şeyden önce mevcut durumla korkusuzca yüzleşilmesi, sorunları görmezlikten gelmekten ve unutarak ya da bastırarak yok sayılması anlayışından vazgeçilmesi gerekmekte.
Altılı masa bunu yeterince yaptı mı ve yaptıysa bile şayet iktidara gelirse yine eski hastalıkların nüksetmesine boyun eğilir mi, henüz bilinmemekte; ve bu konudaki kaygılar da tam olarak giderilmiş değil.
Özellikle de son Ak Parti deneyimi, haklı olarak bu husustaki kuşkuları da artırmakta.
Cumhuriyet'in demokratikleş(tiril)mesi' olarak ifâde bulan parlâmenter restorasyon projesi, bu çelişkinin belirlediği sınırlamalar dâhilinde bir demokrasi öngörmektedir. Bunun farkında olmamız gerekiyor. Bu öngörü, 1987-2013 arasındaki anayasa çalışmalarının tüm birikimini de, maalesef havaya savuruyor. Buna karşılık, demokratik cumhuriyet vizyonu ise, milliyetçilik temel normundan farklı bir zeminde, cumhuriyetin yeniden inşâ edilmesi perspektifini taşıdığı için özel bir değer taşıyor. Seçimlerden, otoriterleşmenin yenilgiye uğratılarak çıkılması, demokratik cumhuriyet için bir ön koşul gibi görünse de yeterli değil. Otoriterleşmeyi yenilgiye uğrattıktan sonraki iş, cumhuriyetin demokratikleştirilmesi yerine demokratik cumhuriyetin inşâ edilmesi için çalışmak olacak. Bu fırsat, Türkiye siyâsetinin eline geçer mi ve bu defâ bu fırsatın değeri bilinir mi? Göreceğiz… 8
1. Nilüfer Göle, Masa, Meclis ve Meydan: Toplum ve siyasetin değişen koordinatları, T24.
2. Göle, agm.
3. Göle, agm.
4. Göle, agm.
5. Levent Köker, Cumhuriyet'in demokratikleştirilmesi mi, demokratik cumhuriyet mi?, Medyascope.
6. Köker, agm.
7. Köker, agm.
8. Köker, agm.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish