Enes b. Mâlik (ra) anlatıyor;
Resulullah (sav) herhangi bir iş için ashabından birisini gönderse, şu tembihte bulunurdu:
'Sevindirin (müjdeleyin), nefret ettirmeyin, kolaylaştırın, zorlaştırmayın.'
el-Buḫârî, eṡ-Ṡaḥîḥ, s. 73.
Gelenekçi din adamlarının çoğunun, geçmişte verilmiş bazı fetvaları dinin evrensel değerleri ve emirleriymiş gibi katı biçimde savunmaları geleneksel fıkhın mantığını da anlamadıklarını gösteriyor.
Oysa fıkıh dinamik bir alandır. Kur'ân'ın miladi 7'nci yüzyılda inzal olmasının ardından Emeviler İslâmî yönetimi Bizanslaştırdı.
Bizans etkisinin mantalite olarak devletleştirilen fıkha etkisi verilen hükümlerin de imparatorluk hukuku olarak şekillenmesiydi.
10'uncu yüzyıla geldiğimizde artık "İslâm Hukuk Ekolleri" aslında o dönemin tarihsel devlet hukuku olmuştu.
Bu durum o dönem için anlaşılabilir bir şeyken zamanı donduran anlayışlar taklitçiliği esas alıp ekolleri/mezhepleri dinin birer parçasına dönüştürmek asıl sorunu teşkil ediyor.
Buradan mezhepsizliği önerdiğim anlaşılmasın. Ancak mezhebi dinin kendisi zannetmek mezhepsizlikten çok daha büyük bir sorundur.
Son günlerde hiçbir davet ve tebliğ usulüne sığmayan anlamsız bir gündemle meşgul ediliyoruz.
Bazı gelenekçi ilahiyatçı ve imamların videolarında namaz kılmayanın öldürülmesi oruç tutmayanların dövülmesi gerektiği ballandırıla ballandırıla anlatılıyor.
Doç. Dr. Ebubekir Sifil'in mezheplerin konuyla ilgili hükümlerini anlattığı videosu ile gündeme gelen konu imam hatip Halil Konakçı'nın vaazında, dinde zorlama olduğu oruç tutmayanın sopalanacağını cami kürsüsünden anlattığı videoyla perçinlendi.
İhsan Şenocak'tan Diyanet'e bugün genel anlayış "Dinde zorlama yoktur ayetinin dini tercih etmede zorlama olmadığı ancak dinin içerisinde din mensuplarına bazı ibadetlerin zorla yaptırılabileceği" görüşüdür.
Bu zihniyet dolayısıyla İslâm'ı totaliter biçimde tüm toplum kesimlerine zorla dayatılabileceğine dini meşruiyet kazandırır.
Sünni ve Şii versiyonlarıyla dünyanın farklı bölgelerinde egemenliği ele geçiren birçok dinsel hareketin hızlı biçimde totaliterleşmesinin arka planında bu anlayış yatmaktadır.
Örneğin namaz kılmayanların öldürülmesi gerektiği, dinde zorlamanın olduğu oruç tutmayanların sopalanması gerektiğini kürsünden vaaz eden Halil Konakçı, Ankara Melike Sultan Camii imam hatibidir.
Bu camii 2017'de Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın özel talimatıyla yaptırılmış, açılışına devlet erkanı bizzat katılmıştır.
Konakçı, böyle özel bir caminin imamı olarak özel olarak atanmışlığın rahatlığı ile konuşmaktadır.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Önceki yazımızda İslam'ın inanç özgürlüğüne karşı olmadığını, din değiştirenlerin öldürülmesi gerektiği inancının İslam'a aykırı olduğunu tarihsel bağlamı göstererek detaylı biçimde anlatmıştım.
Yine Kur'an ve sünnette İslami değerlere hakaretin karşılığının şiddet, öldürme vs. olmadığını da barışçıl protesto olduğunu delilleriyle ve tarihten örnekleriyle göstermiştim.
Kaynak, yöntem ve istişareler
Makalemi hazırlarken iki akademik tezden faydalanmakla kalmadım. Ayrıca KURAMER Kütüphane Programı, Cevâmiu'l-Kelim Hadis arama programı ve Şamile Kütüphane programlarından tüm tarih kaynaklarımızı taradım.
Bununla da yetinmeyerek Prof. Dr. İsrafil Balcı, Prof. Dr. Mehmet Azimli ve Prof. Dr. Adnan Demircan, Doç. Dr. Cahit Karaalp gibi siyer, tarih ve tefsir uzmanlarıyla da istişare ettim.
Şimdi de namaz kılmayanın öldürüleceği, oruç tutmayanın dövüleceği gibi görüşlerin Kur'ân ve sünnetten dayanakları olup olmadığına bakalım.
Çokanlamlı kelimeler bağlamına göre anlam kazanırlar. Bu sebeple Kur'ân kelimelerinin anlamlandırılması sırasında mutlaka tabii bağlama ve ilk muhatapların kelimeyi hangi anlamda kullandıklarına bakılmalıdır.
"Salât" kavramı açık biçimde Kur'ân'ın ana kavramlarından biridir. Bugün bizim namaz olarak adlandırdığımız günde 5 vakit ritüel olarak uyguladığımız dua ediş şeklimiz de 'salât'ın önemli boyutlarından biri olup salât daha geniş ve çok boyutlu "İslâmî yaşam tarzı" demektir. "Salât" kavramı, bazı hadislerde namazdan daha geniş anlamda kullanılmıştır.
Semantik yöntemi kullanıp kelimelerin o dönemde hangi bağlamlarda kullanıldıklarını anlam alanlarını doğru belirlemedikçe kelimeleri ve kavramları yanlış anlayacak ve anlamlandıracağız.
"Namaz kılmayanın öldürülmesi" meselesi de buna çok iyi bir örnektir.
"Salât" kavramı, dinî anlamın yanı sıra hadislerde sözlük anlamı ile de kullanılmıştır.
Kur'an'da ve Hadislerde "salât" kelimesi; takip etmek izlemek, duâ, istiğfâr, rahmet, mağfiret, bereket, fatiha, destek, ibadet anlamlarında kullanılmıştır.
"Salât" kavramının hadislerde terim anlamının dışında sözlük anlamı ile kullanıldığı
Hz. Muhammed ve bir bedevinin arasında geçen diyaloğu anlatan şu hadis önem arz etmektedir:
(1419)- [1415] نَا عَبَّادُ بْنُ يَعْقُوبَ الْمُتَّهَمُ فِي رَأْيِهِ الثِّقَةُ [ ج 2 : ص 377 ] فِي حَدِيثِهِ، ثنا عَمْرُو بْنُ ثَابِتٍ، وَالْوَلِيدُ بْنُ أَبِي ثَوْرٍ، عَنْ سِمَاكٍ، عَنْ عِكْرِمَةَ، عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ، قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ: " عَلَى كُلٍّ مِنَ الإِنْسَانِ صَلاةٌ كُلَّ يَوْمٍ "، فَقَالَ رَجُلٌ مِنَ الْقَوْمِ: هَذَا مِنْ أَشَدِّ مَا أَتَيْتَنَا بِهِ، قَالَ: "أَمْرُكَ بِالْمَعْرُوفِ، وَنَهْيُكَ عَنِ الْمُنْكَرِ صَلاةٌ، وَحَمْلُكَ عَنِ الضَّعِيفِ صَلاةٌ، وَإِنْحَاؤُكَ الْقَذَرَ عَنِ الطَّرِيقِ صَلاةٌ، وَكُلُّ خُطْوَةٍ تَخْطُوهَا إِلَى الصَّلاةِ صَلاةٌ
'Resulullah her insana her gün salât etme sorumluluğu vardır dediğinde, O'nun kavminden bir kişi, (salâtı kastederek) bize ne kadar da ağır bir şey getirdin dedi. Resul de; marufu söylemen ve münkerden sakındırman salâttır, zayıf birinin yükünü taşıman salâttır, yolda eziyet veren bir şeyi kaldırman salâttır, namaza (es-Sâlat'a) her adımın senin için salâttır' dedi.
(İsnadı sahih: İbn-i Abbas-İkrime-Simâk b. Harb,
Sahihu İbn'i-Huzeyme, Hadis No:446, Darimi, Salât, 121)
İslâm'dan çıkmak / irtidat etmek nüzul döneminde fiilen taraf değiştirmek safını belli etmek demekti.
Elbette bu durum soyut bir inanç değişimi ya da dini tercihlerini değiştirmek demek de değildi.
Çünkü casusluk, malıyla ve toplumsal ilişkilerini kullanarak bir topluma karşı savaşmak ya da doğrudan silah kullanarak ihanet etmek, savaşmak anlamına geliyordu.
Sonraki yakın dönemde de irtidatın inançla değil siyasal bağlamda Resulullah dönemindeki gibi anlaşıldığını görüyoruz.
Örneğin Hz. Ebu Bekir'in salat ile zekâtın arasını ayırdıkları için bazı kabilelere savaş ilan etmesinin arka planında bu yatmaktadır.
Zekât devletin aldığı vergidir. Zekat vermemek ise açıktan devlete isyan ve ayrılık ilanıdır:
قَالَ أَبُو بَكْرٍ: وَاللَّهِ لَأُقَاتِلَنَّ مَنْ فَرَّقَ بَيْنَ الزَّكَاةِ وَالصَّلَاةِ، فَإِنَّ الزَّكَاةَ حَقُّ الْمَالِ،
Ebu Bekir: 'Allah'a yemin olsun, salât ile zekâtın arasını ayıranlarla savaşacağım. Zira zekât, malın hakkıdır' dedi.
(Buhari, İ'tisam 2, Zekat 1, İstitabe 3;
Müslim, İman 32, (20);
Muvatta, Zekat 30, (1, 269); Tirmizi)
Nüzul (611-632) sürecinde salât ne demekti?
Semantik yöntemle 611-632 tarih aralığında "salât"ın ifade ettiği anlamı Doç. Dr. Karaalp, şöyle ifade ediyor:
Kur'an'da 'salât' kelimesi üst/çatı bir kavram olarak 'görev ve sorumluluk' anlamına gelmekte ve bu kavramın altında daha önce zikrettiğimiz birçok kelime ve anlam yer almaktadır.
'Salât' kavramını bu anlamıyla ele aldığımızda ibadetin de sorumluluk ve görevin bir parçası olduğunu ya da ibadet/kulluk ifadesinin bir gereğinin de görev ve sorumlulukları yerine getirmek olduğunu söyleyebiliriz.
Dolayısıyla namaz bu asıl görev için bizlere verilmiş bir sorumluluk ve görevdir.
'Salât' kavramının geçtiği her yerde olmasa da birçok yerde 'namaz' anlamına geldiğini söyleyebiliriz.
Ulaşmış olduğumuz sonuç 'salât'ın namazdan daha genel olduğu ve namazın 'salât'ın sadece bir bölümü olduğudur.
Tevbe sûresindeki ayetlerde "salât" kelimesi de zekat kelimesi de sözlük anlamlarında kullanılmışlardır.
Bu ayetlerde "salât" kelimesi üst anlam olan sorumluluk anlamını, özelde sorumluluğun gerektirdiği görevi, daha özelde ise anlaşmayı, bağlılığı, boyun eğmeyi ifade eder.
"Salât" ile ifade edilmesinin sebebi sorumluluk altına girmiş olmalardır. Zaten Tevbe 11. ayette "salât" ifadesinden sonra eğer "sözlerinden dönerlerse" denilmektedir ki bu da bizlere "salât"ın yapılan anlaşmalara uyma sorumluluğunu anlattığını göstermektedir.
Kanaatimizce buradaki anlam problemi, Medeni ayetlerde geçen "salât" kavramının geldiği her yerde "namaz" anlamı ile karşılanmasından kaynaklanmaktadır.
Hâlbuki "salât" kavramı Mekki Medeni ayırımına göre değil geldiği bağlama göre anlamlandırılmalıdır.
Bize göre âyet savaş ortamı âyetidir. Burada tevbe pişmanlığı, "salât"; "namaz" değil, "bağlılığı, tabi olmayı"; zekât ise kötülükten arınmayı anlatır.
"İkametu's-Sala" ifadesi semantik olarak Kur'an Arapçasında "teslimiyeti, bağlılıklarını sürdürürlerse" anlamına gelmektedir.
Ayette "salat" ifadesinden önce "tevbe" kelimesi gelmekte ama tevbeden sonra "iman"dan bahsedilmemektedir.
Tevbe kelimesinden sonra iman zikredilseydi bu kişilerin iman ettiğini, dolayısı ile namazla mükellef olduklarını söyleyebilirdik.
Ama burada iman söz konusu değildir, Müslümanların egemenliğini kabul etme, üstünlüklerini kabullenip boyun eğme söz konusudur.
Ayetlere verilecek muhtemel meal şöyle olabilir:
… Pişman olur/(Tebû) boyun eğip bağlılık izhar ederlerse/(ekamu’s-sala), kötü düşüncelerden kendilerini arındırırlarsa(etu’z-zekâ)…
Ya da;
… İhanetlerinden pişman olur/(Tebû) hukuka boyun eğip anlaşmalarına bağlılık izhar ederlerse/(ekamu’s-sala), böylece malı arındırmayı/vergi vermeyi kabul ederlerse (etu’z-zekâ)…
Salâtı terk rivayetlerinin bütüncül ve semantik değerlendirmesi:
Namaz kılıp kılmamanın hangi taraftan olup olmadığını göstermesi açısından bariz bir işaret olduğunu da hatırlatalım.
Resul ve çevresinde halkalanan yeni püriten idealist toplum içerisinde namaz bugün zannettiğimiz gibi tüm toplumda genel kabul görmemişti.
Dua ritüeli olarak namaz Arap toplumunda bilinse de günlük olarak 5 vakitte kılınması zorunlu hale getirilen namaz Kur'ân'ın nüzul sürecinde zamanla kitleselleşmiş ve kökleşmişti.
Din, insanların hayatını idamesi önünde bir engel olmamalı aksine, hayatın olağan akışı içinde yaşamı kolaylaştıran, düzenleyen bir vasıta olmalıdır.
Evrensel bir din olan İslâm'ın bu gerçeklerden soyutlanmadan hedef kitlesi olan insanın fıtratını dikkate alarak kaidelerini inşa ettiği bilinmektedir.
23 yıl devam eden nüzul sürecinde ibadetler tedricen emredilirken bireyin alışma süreci göz önüne alınmıştır. 2
Siyer'deki şu örnek önemlidir:
Nakledildiğine göre, Muâz b. Cebel yatsı namazını Hz. Peygamber'in arkasında kıldıktan sonra kavminin yanına gider, onlara namaz kıldırırdı.
Bir seferinde Bakara suresini okumaya başlayınca cemaatte bulunan -adının İbn Hanbel'de geçen rivayette Selim olduğunu öğrendiğimiz- bir kişi selam vererek namazı kenarda kendisi tamamladı.
Duruma şahit olanlar onu münafık olmakla suçladılar. Bu ithama maruz kalan sahabi Hz. Peygamber'e gelerek gün içinde yoğun çalışmaktan yorgun düştüğünü ve akşam cemaatle kıldığı namazda, imamın kıraati uzun tutması nedeniyle namazı tamamlamaya gücünün yetmediğini anlattı.
Bunun üzerine Muâz'a dönen Allah Resûlü; "Ya Muâz! Dinden nefret ettirici misin? Şems, Leyl ve A'lâ surelerini oku!" buyurmuştur. 3
Siyer kaynaklarından okuduğumuza göre, namazın kişisel hayatta yani evlerde de kökleşmesi için Mescitlerde cemaatle namaza önem veriliyordu.
Ayetlerde ve hadislerde cemaate vurgunun sebeplerinden birisi de buydu. Resulullah'ın insanların evlerinde bireysel namazlarını kılıp kılmadıklarını araştırdığı vâki değildi.
Muâz haberinden de anlaşılacağı üzere cemaatten ayrı namaz kılmak ya da namazı terk, namazı üşenerek kılmak gibi tavırlar kasten yapılıyorsa münafıklık olarak algılanıyor ancak kasten sosyal-siyasal bir tavır alınmaksızın yapılmaması toplumsal eğitim sürecinin bir parçası olarak tolere ediliyordu.
Kur'ân'ın nüzulü yaklaşık olarak 23 yıl sürmüştür. Bu buluğ yaşına ermiş bir kimsenin Kur'ân'ı, haliyle de ilahî emirleri benimsemesi için son derece yeterli bir süredir.
Zira nâzil olan vahiyle 14-15 yaşında tanışmaya başlayan bir Mekkeli veya herhangi bir kimse bu süre sonunda 37-38 yaşına gelmiş olacaktır.
Ortalama 65-70 yıl yaşan bir nesil için bu kemale ermenin tam ortanca yaşlarıdır. Bundan sonra bedeni ve zihni anlamda bir duraksama ve gerilemenin meydana geldiği bir vakıadır.
Diğer yandan bu süre; ilk andan itibaren Kur'ân'ı, haliyle de İslam'ı ve mükellef kıldıkları şeyleri benimseyen kimsenin bu sürece uyum sağlaması, kavraması ve bunu hayatına yansıtmaya çalışması için de yeterli bir süredir (Ahmet Gündüz, agm).
Bu süreçte 5 kez yapılması gereken günlük dua ritüeli hem vakitlerin 3 ana vakitte cem edilmesi hem yolculukta minimum rekatlarla yetinilmesi gibi kolaylıklarla esnetilmiştir.
Bu yüzden münafıklarca kasten yapılsa dahi Kur'ân'da namaz kılmayanlara yönelik bir ceza olmadığı gibi Kur'ân'ın pratiği olan Sünnet'te de böyle bir ceza fitne çıkmaması için öngörülmemişti.
En çok bilinen olay Resulullah'ın cuma hutbesi verirken gelen ticaret kervanını duyan cemaatten bir grubun namazı terk etmesi olayıdır.
Olay üzerine uyarı ayetleri gelmiş cuma namazı farz kılınmıştır. Namazı terk ettikleri için sert biçimde ayetlerle de uyarılan cemaat mensuplarına yönelik Resulullah'ın bir yaptırım uygulamaması da önemlidir.
Kur'ân'da Rabbimiz namazının dünyada huzur getirdiğine terk edilmesi durumunda da Ahirette cezası olacağına dair uyarılar yer alır.
Bu sebeple hadis literatüründe sadece "Namazın kişinin Müslüman ya da Müşrik olup olmadığını gösteren en önemli gösterge/işaret olduğuna dair" ifadelere bu sosyolojik-siyasal bağlamda rastlıyoruz:
إِنَّ الْعَهْدَ الَّذِي بَيْنَنَا وَبَيْنَهُمُ الصَّلاَةُ فَمَنْ تَرَكَهَا فَقَدْ كَفَرَ
Şüphesiz ki Onlarla aramızı ayıran fark, taahhüt ettiğimiz namazdır. Kim namazı terk ederse, küfretmiş olur.
(Nesâî, Salât, 8)
36 ayrı kaynakta bulduğumuz bu rivayet benzeri rivayetler genellikle de sahih isnatlarla 4 ayrı hadis şeklinde aktarılmıştır. 4 Bu dört hadisin de ana teması namazı kasten terk etmenin kafirlere benzemek olduğudur.
Ancak Resulullah'a isnat edilen bu sözler bir durum tespiti ve uyarı mıdır yoksa hukuki bir hüküm müdür?
Hüküm olmadığını uygulamadan anlıyoruz. Şayet hukuki bir karar olsaydı o zaman Resulullah namazı terk eden kimselere kafir muamelesi yapar ona göre davranırdı.
Oysa münafıklara dahi herhangi bir yaptırım / ceza uygulamadığını görüyoruz.
Peki, bu ifade namazın kendisini inkar etmeyen ama çeşitli sebeplerle kılmayan ve yine de Müslüman olduğunda ısrar eden kişilerden mi bahsetmektedir?
Tarihsel bağlama baktığımızda hayır. İfade safını belli etmek için yani İslâm olmadığını göstermek için namazı terk eden yani namazın farziyetini alenen inkar eden kişiler için söylenmiştir.
Medine'de münafıkların namazından şöyle bahsedilir:
Münafıklar, Allah'ı aldatmaya çalışırlar. Oysa O, onları aldatandır. Onlar, 'salâtı ikame ettikleri' zaman üşene üşene 'ikame ederler.' İnsanlara gösteriş yaparlar. Allah'ı da pek az zikrederler. (4/132)
Ayette münafıkların Medine'de gösteriş için yani insanların içinde/ mescitte namaz kıldıklarını evlerinde yalnızken namaz kılmadıklarını, Mescitlere de istemeyerek zoraki geldiklerini anlıyoruz.
Yine pek çok hadis şerhinde bu bağlama dikkat çekilmektedir. Dört hadiste de bu münafıklardan bahsedilmektedir.
Daha da önemlisi hiçbir hadis rivayeti kaynağında namazı terk ettiği için birinin öldürüleceğine dair uydurma olsa dahi bir ifade, emir olmaması gerçeğidir.
Amel-i mütevatir dediğimiz uygulamaya yani Sünnet pratiğine baktığımızda da tarihe böyle kayda geçirilmiş bir öldürme vakası geçmemiştir.
Şimdi bir diğer ihtimali dilsel analiz üzerinden değerlendirelim.
Namazı terk ile ilgili söylenmiş dört sahih hadis, Kur'an Arapçasının semantiğinde Tevbe Suresi'nde olduğu gibi de söylenmiş olabilir.
O zaman ritüel olarak Namazdan değil daha geniş bir anlama gelir. Çeviriyi şöyle yapmamız gerekir:
Onlarla (münafıklarla) aramızı ayıran fark, (Allah ile) ahitleştiğimiz sorumluluklardır. Kim (Allah'a) teslimiyetini, bağlılıklarını / sorumluluklarını terk ederse, küfr işlemiş/sorumluluklarının üzerini örtmüş olur.
(Nesâî, Salât, 8)
Yahya b. Maîn (ö. 233/848):
"Şâyet biz bir hadîsi otuz vecihten yazmazsak, onun ne ifade ettiğini anlayamazdık" derken, Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855) de "Bir hadîsin bütün tariklerini bir araya getirmediğiniz sürece, onu anlayamazsınız. Hadîsin farklı tarikleri, birbirini açıklar" demiştir (el-Bağdâdî, el-Câmî', c. 2, s. 212) konumuz olan hadîslerin tüm rivâyetlerini bir araya getirerek buradan ortak bir metne ulaşmaya gayret göstereceğiz.
Münafıkların tutumları bağlamında söylenmiş olan namazın farziyetini inkar etmenin kafirlik göstergesi olduğunu ifade eden hadisleri şu hadis rivayetiyle birlikte anlamak gerekir:
خَمْسُ صَلَوَاتٍ كَتَبَهُنَّ اللَّهُ عَلَى الْعِبَادِ مَنْ جَاءَ بِهِنَّ لَمْ يُضَيِّعْ مِنْهُنَّ شَيْئًا اسْتِخْفَافًا بِحَقِّهِنَّ كَانَ لَهُ عِنْدَ اللَّهِ عَهْدٌ أَنْ يُدْخِلَهُ الْجَنَّةَ وَمَنْ لَمْ يَأْتِ بِهِنَّ فَلَيْسَ لَهُ عِنْدَ اللَّهِ عَهْدٌ إِنْ شَاءَ عَذَّبَهُ وَإِنْ شَاءَ أَدْخَلَهُ الْجَنَّةَ
Allah beş vakit namazı kullarına farz kıldı. Kim bu beş vakit namazı küçümsemeden hakkını vererek, eksiksiz olarak kılarsa, Allah Teâlâ'nın bu kimse için cennet sözü vardır. Kim de bu namazları kılmaz ise, onun için Allah katında herhangi bir ahit yoktur. Dilerse azap eder, dilerse cennete koyar. 5
Mezheplerin yaptırımları
Peki, mezhepler arasındaki namazı terk edenin hükmü tartışmasının tarihsel bağlamı nedir?
Kur'ân ve sünnette olmamasına rağmen aşırı lafızcı / literalist dini anlayışıyla öne çıkan Hanbelilerin namazı terk eden yani alenen inkâr değil farziyetini kabul etse de kılmayan kişinin de kafir olacağına hükmetmesinin mantığı neydi?
İşte bunun için miladî 8 ve 10'uncu yüzyıllar arasındaki 300 yıla bakmamız gerekiyor.
Yani Resulullah'tan 100 yıl sonra başlayan ve 300 yıl kadar süren paradigma değişimine, yukarıdan aşağıya tüm toplumu ve devleti dejenere eden yozlaşma atmosferine…
Adam Mez'in (1869-1917) Die Renaissance des Islâms "Onuncu Yüzyılda İslâm Medeniyeti: İslâm'ın Rönesansı" (Çev. Salih Şaban, İnsan Yay. İstanbul, 2000) adlı detaylı eserinde resmettiği üzere 8-10'uncu yüzyıllar özellikle Emeviler ve daha çok Abbasiler döneminin toplumsal tarihini anlatır.
Fakihler açısından toplumu yozlaştıran iki büyük tehdit vardı. Yaygınlaşan dünyevileşme ve münafıklık.
Bu yeni münafıklığın adı zındıklıktı.
Zındıklar 9 ve 10'uncu yüzyıllarda Abbasi İmparatorluğu hakimiyetine girmiş olan Gnostikler, Maniheist ve Zerdüştîler mevcut devlet hukukuna aykırı bir kategori oluşturmuşlardı.
Devlet/cemaatler hukukuna göre Müslümanlar ve Ehl-i Kitap cemaatleri kendi özerk yapıları tanınmıştı.
Ancak bu hukuku çiğneyip Müslüman gözüküp devletin merkezine yönelik muhalif yeraltı faaliyetleri düzenleyenler bugünkü terör faaliyetlerine denk gelen bir tehdit olarak görülüyordu.
Kendi kimliğini açıkça belirtmeyip siyasi yer altı faaliyetleri düzenlemek suç olarak addedilmişti. Abbasiler, bu ikinci büyük münafıklık dalgasını şiddetle bastırmaya çalıştı.
Zındıklar kendilerini daha çok Şii muhalefet cephesinin içerisinde konumlandırıyorlardı.
Melhem Chokr'un "İslâm'ın Hicri İkinci Asrında Zındıklık ve Zındıklar" kitabından okuyalım:
Abbasî halîfesi el-Mehdî, Ehli Beyt'e karşı sempati duymasından kuşkulanılan bir kadıya bir gün şöyle dedi:
'Bana öyle geliyor ki, şu an bir zındığın başı vurulacak!'
Bu atfın kendisiyle ilgili olduğunu fark eden Şerîat adamı şöyle cevap verdi:
'Ama ey mü'minlerin emîri, zındıklar, belli özelliklerle bilinirler.'
-'Bu özellikler nedir?'
- 'Namazı ihmal ederler ve şarap kullanırlar.' 6
Chokr'un kapsamlı eserinden öğreniyoruz ki aynı zamanda mezheplerin de kurumsallaştığı, devlet hukuku haline geldiği bu dönemde namazı terk etmek demek zındıklığın yani toplum içerisinde yer altı faaliyeti yürütmenin bir göstergesi demekti.
Câhız, İbn Ebi'l-'Avcâ', Nu'mân b. el-Munzir ve İshâq b. Tâlût'un namazı terk ederek zındıklara katıldığından bahseder (Câhız, Hucac 145 Chokr, sf 18).
Zındıklar namazı terk etmekle kalmıyor namaz ve ezanla dalga geçen şiirler söylüyorlardı.
Ebân el-Lâhıqî'ye karşı ve onun aracılığıyla bütün ibâhî topluluğun üyelerine karşı yazdığı hicvinde Ebû Nuvâs Ebân'ın alay edişlerini aktarır (Chokr, sf. 337-338).
Daha birçok tarihi örnek de verilebilir (bkz. Melhem Chokr, İslam'ın Hicri İkinci Asrında Zındıklık ve Zındıklar, Anka Yay. Çev. Ayşe Meral, İstanbul 2002).
Ancak Emeviler ve Abbasiler döneminde özellikle elit sınıflarda içki içmek ile namazı terk yaygınlaşmış, özellikle namazın teri siyasal muhalefet işareti olarak algılanır olmuştur.
Devletin yargı mensuplarının içki içmeye ve namazı terk etmeye yönelik uyguladıkları tazir cezalarının böyle bir tarihsel bağlamı vardır.
Emeviler dönemiyle başlayan Abbasiler döneminde zirveye ulaşan yozlaşma ve iç tehditler Abbasilerin çöküşüyle sonuçlanmış, fakihlerin yaşadıkları dönemlere denk gelen bu süreçte coğrafya Fatımîler, Büveyhîler, Hamdanîler, Karmatiler ve Samaniler gibi devletlere bölünmüştür.
Yukarıdaki haritada gördüğümüz üzere fetvalar özellikle Abbasilerde tehdide dönüşen ve Abbasiler sonrası da Karmatîler gibi gruplar namazı terk ediyorlardı.
Pek çok Batınî/Zındık grubun tanınırlık göstergelerinden biriydi. Karmatî lideri Muhammed Hammadi b. Malik b. Ebu 'l-Fedail'e Göre Dokuz Aşamalı
Davetinin dördüncü aşaması namazın terkidir. Öyle ki Karmatîler egemen oldukları bölgelerde namazı ve orucu kaldırmışlar, ezanı ve cami yapımını yasaklamışlardır. 7
Modernite öncesi her devlette olduğu gibi Emevi ve Abbasi devlet düzenlerinin de modern ulus devlet gibi tüm bireylerin özel hayatlarına kadar egemen olmadığını hatırlatmakta fayda var.
Modern ulus devlet, bireyin özel hayatına da karışabilir bir totalitarizmi/toplum mühendisliğini içerirken modernite öncesi devletler doğrudan lidere/saltanat ailesine ve kamusal hayattaki işleyişe tehdit unsuru gördüğü elitlere ve simgelere odaklanır.
Bu sebeple mezheplerin yani o dönemki devlet hukukçularının "namaz kılmayana" yönelik cezaları devletin muhaliflerine yönelik siyasi yaptırımları olarak anlaşılmakta.
Bu sebepledir ki mezheplerin namaz kılmayan sivilleri dövme, hapis ya da idam cezası uygulandığına dair tarihte örneği yoktur.
Tarihe baktığımızda sırf namaz kılmıyor diye hapsedilen dövülen ya da öldürülen sıradan insanlara rastlamıyoruz.
Emevîler döneminde başlayan Abbasîler döneminde zirveye ulaşan sonrasında da Karmatîler gibi gnostik gruplarla alenileşen İbâhilik / dünyevileşme ve Zındıklık / teo-politik yeraltı muhalefeti karşısında hukukçuların mücadelesinin Kur'ân ve sünnet bağlamından çok farklı olduğunu İslâm’ın tarih-üstü hükümleri olmadıklarını vurgulamak gerekir.
Tarihi bağlamı göz önüne aldığımızda dört mezhebin, namazı terk edenler/ alenen farziyetini inkar edenler hakkında öngördükleri, içtihadi cezaların ana gayesi bu tür caydırıcı müeyyideler ile toplumun üst kesiminde yayılan ibâhi ve zındık muhalefetinin toplumun alt kesimlerine doğru taban bulmasının önüne geçebilmektir.
Nitekim Hanbelî fakihi İbn Kudâme, "namaz kılmadığında öldürüleceğini bilen birinin namazı terk etmeyeceğini, bir kişinin namaz kılmadığı için öldürülmesiyle bin kişinin de namaz kılmasının sağlanmış olacağını" söyleyerek bu gerçeği ifade etmiştir (İbn Kudâme, el-Muğnî, c. 3, s. 353-354).
"Muslim" şârihi Şafii mezhebinden İmam Nevevî (ö. 676/1277), namazın vâcip olduğunu inkâr ederek terk eden kimsenin (yani ancak bir Zındığın BŞE) Müslümanların icmaıyla kâfir olacağını, yeni Müslüman olmuş ve namazın vücûbiyeti kendisine ulaşacak kadar bir müddet Müslümanların arasında kalmamış kimsenin ise namazı terk etmekle kâfir olmayacağını söylemiştir.
Namazın farz olduğuna inanarak tembellikle terk eden kimse hakkında "Feyzu'l-Kadir" sahibi Münâvî (ö. 1031/1622), bir kimsenin namazın farziyetini inkâr etmediği müddetçe hakikî anlamda kâfir olmayacağını belirtmiştir (el-Münâvî, Feyzu'l-Kadîr, c. 5, s. 364.).
"Namazın farziyetini inkâr eden kimse"nin kim olduğunu anladık: Yer altı muhalefeti Zındıklar.
Bu durum şuna benziyor; Sıcak savaş bağlamında eli silah tutanlar vurulur dediğimizde yüzyıllar sonra bu ifadenin ruhsatlı da olsa evinde ya da iş yerinde savaşta barışta fark etmeksizin silah bulunduran sivil-polis-asker herkes vurulur diye anlamak nasıl yanlışsa "namazı terk edenler" ifadesini de bağlamından kopartarak tarih-üstü ve genellemelerle anlamak da o derece yanlıştır.
İşte bu yüzden bağlamı dikkate alan büyük hadis alimi Nâsırüddin el-Elbânî (ö. 1419/1999) de "Hukmu Târiki’s-Salât" adlı eserinde namazı terk edenin kâfir olmayacağını açıkça belirtmiştir. 8
Ayrıca günümüz âlimlerinden Vehbe Zuhaylî ve Yûsuf el-Karadâvî'yi de namazın terkini küfür kabul etmeyenler arasında zikredebiliriz. 9
Eserlerinde bu rivâyetlere yer veren Hanefî fâkîhleri bu rivâyetlerin namazın farziyetini inkâr ederek terk eden kimse için olduğunu, Hz. Peygamber'in münafıklara uyabilecek bilinçsiz bazı Müslümanları uyarı yolu ile bunu söylediğini, ayrıca hadîste geçen küfür kelimesinin manasının nimet küfrü olup, dînden çıkaran küfür olmadığını söylemişlerdir.
Görüldüğü üzere Hanefî mezhebinde söz konusu hadîsler esas alınarak namaz kılmayan tekfir edilmemiştir.
Ancak bununla beraber namazı terk edenin, kılıncaya dek hapsedileceği ve dövüleceği şeklinde bir ceza öngörülmüştür. Fakat bu cezanın delili, bahsi geçen 4 hadis olmamıştır.
Hanefi mezhebinde her ne kadar hakim görüş namazı terk edenin hapsedileceği ve dövüleceği görüşü ise de Ebu Hanife'nin "Ne hapsederim ne döverim. O, dini konusunda emindir" ve "Namaz kişinin boynunda bir emanettir. (Yani; cezalandırılmaz, sorumluluğuyla baş başa bırakılır)" şeklindeki ifadelerinde Hanefi mezhebinin konu hakkındaki görüşleri olduğu, ancak bu görüşlerin zamanla unutulmaya terk edildiği dile getirilmiştir. 10
Peki ama neden Ebu Hanife böyle düşünür de Hanefilik daha sonra zıttı hükümler verir?
Çünkü yine tarihsel bağlamı dikkat alırsak Ebu Hanife'nin Zındıklara teolojik olarak karşı olsa da onlar gibi Emevi ve Abbasi yönetimlerine muhalif olduğunu biliyoruz.
Dolayısıyla muhaliflerin devlet erki tarafından hapsedilmesi ya da öldürülmesine prensip olarak karşı olması doğal.
Ebu Hanife'den sonra onun söylemlerin aksine maaşa bağlanarak devletleştirilen Hanefiliğin ise muhaliflere yönelik tekfirci olmayan ama hapis cezası öngören söylemlerde bulunması da anlaşılır.
Şeyhu'l-İslâm İbn Teymiyye (ö.728/1328) namazın farziyetine inanıp bunu da ikrar ettiği halde ısrarla namazı terk eden bir kimseye 'namazı kılmazsan seni öldüreceğiz' şeklinde bir sözün söylenildiğinin bilinmediğini, böyle bir durumun İslâm'da hiçbir zaman vuku bulmadığını söylemiştir. 11
İbn-i Teymiyye'nin de beyanından anlaşılıyor ki namazı terkle ilgili hukuki yaptırımlar alelade her şahsa ibadet özelinde bir baskı-zorlama değil, siyasi bir bağlamda gösterge/protest bir tavra yönelik dönemsel bir yaptırımdır.
Hanefî, Malikî ve Şafiî hukukçular söz konusu hadisleri esas alarak namaz kılmayan kimseyi tekfir etmemiş, Hanbelîler ise namazı terk edeni kâfir kabul etmiştir.
Bu durum fukahanın çoğunluğunun namaz kılmayanı tekfir etmediğini ve İslâm fıkhında namazı terk etmeyi küfür kabul eden görüşün azınlıkta kalan ve zayıf bir görüş olduğunu göstermektedir. 12
Bununla beraber Şafii ve Hanbelî mezhepleri çalışma 4 hadîsi delil alarak namazı terk eden Zındık ve İbâhî elitlerin öldürüleceğini söylemişlerdir.
Ancak bu görüş de dönemin tüm hukukçuları tarafından kabul görmemiştir. Zira gerek Kur'an gerekse sahîh sünnet namazı terk eden birine ne ölüm ne sopa ne de hapis cezası öngörmemektedir.
Bunun yanında mezheplerde yer alan bu müeyyidelerin şu ana kadar pratikte uygulandığına dair de herhangi bir bilgiye rastlanılmamaktadır.
Yani herhangi bir sıradan kişi tarihte sırf namaz kılmıyor diye ne hapsedilmiştir ne öldürülmüştür ne dövülmüştür.
İdam, hapis ya da dövme cezaları çok daha kompleks siyasi ve terör suçları işleyenlere uygulanmış namaz kılmamak da kimlik göstergelerinden sadece biri olarak görülmüştür.
Bu tarihsel bağlamı ıskalayıp önce bu dönemsel politik yaptırımları İslâm'ın hükmüymüş gibi algılamak bir de üzerine bunu tarih-üstü biçimde şeriat kuralları olarak görüp bugün hem de tüm vatandaşlara uygulamayı savunmak tam bir zincirleme algı kazasıdır. Faciadır.
Günümüzde devletler hukuku değişmiş, 8-10'uncu yüzyıllar arasında bir bölgede ortaya çıkan politik bağlam da ortadan kalkmıştır.
İslâm'ın temsil eden kurucu metin Kur'ân'da münafıklara ya da tembellikten namazı terk eden Müslümanlara yönelik dünyada herhangi bir ceza öngörülmediği gibi, Kur'an'ın meşru pratiğini temsil eden sünnette de böyle cezalandırmalar yoktur.
Modern dönemde kendisine Müslüman diyen, kelime-i şehadet getiren milyonlarca insan bilinçsizlik, tembellik, günlük hayat temposu vb. çeşitli sebepler dolayısıyla ya hiç namaz kılmamakta ya da sadece cuma ve bayram namazları gibi namazları kılmaktadır.
Kadir Has Üniversitesi'nin Prof. Mustafa Aydın koordinatörlüğünde 2010 yılından beri düzenli olarak hazırladığı "Türkiye Eğilimleri - 2021 yılı Araştırması"nın sonuçlarına göre, halkın yüzde 82'sinin kendisini Müslüman olarak tanımladığı ankete göre, beş vakit namaz kılanların oranı yüzde 21.
Hiç namaz kılmayanların oranı ise yüzde 41. 'Cuma, bayram, şükür namazlarını kılarım' diyenler ise yüzde 37.
Dünya çapında da oranlar değişse de Müslüman ülkelerde namaz kılmama oranlarının milyonlara ulaştığı bir gerçektir.
Böylesi sosyolojik bir zeminde namaza önem veren Müslümanların yapmaları gereken şey sosyolojik gerçeklikle uyumlu Davet Fıkhı geliştirerek insanları namaza teşvik etmek, namazın teolojik, felsefi, toplumsal ve bireysel hikmetlerini anlatmaktır.
Sopayla, zorlamayla hele ki ölümle tehdit ederek kitleler değil ibadetleri sevmek daha fazla bir hızla Dinin kendisinden kaçacaklardır. Ki kaçmaktadırlar da.
İslamcılığın düşünce krizi de burada yatmaktadır. İslâm hükümlerini yukarıdan aşağıya zorla dayatmayı İslâm'ı uygulamak/yaşamak olarak algıladığı için ya tamamen egemenliği ele geçirildiği İran, Çeçenistan, Sudan, Afganistan gibi ülkelerde otoriter, totaliter pratikler ortaya koymuşlar ya da kısmen ele geçirdikleri bölgelerde (Suriye'de bazı muhalif örgütler, Yemen'de Husiler gibi) halka dayatılmıştır.
Bu da muhalefetteyken özgürlük, adalet ve insan hakları talep ederken iktidarda tersi pratikler göstermelerine sebep olmakta halk desteğinin kaybına yol açmaktadır.
Genel olarak dindarlar özelde ise İslâmcılar bu totaliter devlet tasavvurunu 8 ila 10'uncu yüzyıllarda verilmiş fıkhi fetvalara dayandırsalar da bu makalede masaya yatırdığımız örnekte de gördüğümüz üzere bu tamamen bir anakronizm ve tarihsel çarpıtmanın sonucudur.
Dindarlar bu geleneksel zihniyetle yüzleşip Kur'an'ın ilkelerine ve Sünnet'in nebevi ahlakına mı dönmekle buradan da günümüz gerçekliğine, sosyolojisine uyumlu yenilenmiş günümüz fıkhını üretmekle mükelleftirler.
Sözü Elmalılı Hamdi Yazır'ın (ö. 1361/1942) üstada bırakalım, Bakara sûresinin 2/256. âyetini tefsîr ederken zorlama ile inancın ve ibadetin makbul olmayacağına dair söyledikleri de konumuza ışık tutması açısından anlamlıdır:
Metalib-i diniyenin (dînin talep ettikleri) hepsi, ikrahsız, (zorlamasız) hüsn-i niyet ve rıza ile yapılmalıdır. İkrah (zorlama) ile i'tikad değil, ikrah ile gösterilen iman, iman-ı hakikî değil, ikrah ile kılanan namaz, namaz değil, oruç keza, hac keza, cihad keza.
(Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili,
I-X, Eser Neşriyat ve Dağıtım,
İstanbul, 1979, c. 2, s. 861.)
Kaynakça:
1. Kaynak: Doç. Dr. Cahit Karaalp, "Türkçe Meâllerde Kavram Çevirileri Sorunu "Salât" Kavramı Örneği" NEÜ, Doktora Tezi, Danışman: Prof. Dr. Yusuf Işıcık İkinci Danışman Doç. Dr. Abdulcelil Bilgin, Konya, 2017
2. Ahmet Gündüz, "İbadetlerde Kolaylık Anlayışı ve Kur'an'ın İbadetleri Yapılabilir Kılması", Şarkiyat İlmi Araştırma Dergisi, 9/2 (18) (Kasım 2017), 725-732.)
3. Muslim, "Salât", 178; Ahmed b. Hanbel, (ö. 241/855). Musned (Beyrut: el-Mektebu'l-İslâmî, 1969), 5/74)
4. bkz. "Namazı Terk Etmenin Hükmü İle İlgili Hadislerin Değerlendirilmesi", Yunus Hatipoğlu, Dicle Ü. Hadis Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi Danışman Prof. Dr. H. Musa Bağcı, Diyarbakır 2018
5. Ubâde b. Sâmit – Refî b. Muhdecî- Abdullah b. Muheyrîz – Muhammed b. Muhyiddîn b. Hibbân- Yahya b. Said- Mâlik b. Enes isnadıyla sahih, Mâlik b. Enes, el-Muvatta', Salâtu'l-Leyl, 14, c. 1, s. 123; Ahmed b. Hanbel, Musned, c. 37, s. 393; Ebû Dâvûd, Vitr, 2, c. 2, s. 62; Nesâî, Salât, 6, c. 1, s. 230; İbn Abdilberr hadîsin sahih ve sabit olduğunu belirtmiştir.
6. Târîhi Bağdâd, IX, 294; bahsi geçen kadı Şerîk b. 'Abdullâh'dır (öl. 177/793). Bu hadisin başka şekilleri için bkz. 'Igd, II, 179, IV, 37; Ibn Khallikân,Vefeyât, II, 467
7. Abdullah Ekinci, “Ortadoğu'da Marjinal Bir Hareket: Karmatiler: Ortadoğu'da İlk Sosyalist Yapılanma” Odak Yay. İstanbul 2005 Sf. 245
8. Muhammed Nâsırüddin el-Elbânî, Hukmu Târiki's-Salât, Dâru'l-Celâleyn, Suûdiyye, 1412/1992, s. 62
9. Bkz. Vehbe Zuhaylî, Mevsûatu'l-Fıkhi'l-İslâmî ve'l-Kadaya el-Muasıra, I-XIV, Dâru'l Fikr, Dımeşk, 1433/2012, c. 1, s. 566; Yûsuf el-Karadâvî, Öncelikler Fıkhı (çev. Abdullah Kahraman), Nida Yay., İstanbul, 2016, s. 193.
10. bkz. eş-Şafiî, el-Umm, I-XI, thk. Rıf'at Fevzî Abdülmuttalib, Daru'l-Vefâ, y.y., 1422/2001, c. 2, s. 564; Hüseyn b. Ahmed es-Seyyâğî es-San'ânî, er-Ravdu'n-Nadîr Şerhu Mecmu'u'l-Fıkhi'l-Kebir, I-IV, Dâru'l-Ceyl, Beyrût, t.y., c. 1, s. 413; Krş. Halil Altuntaş, İslâm'da Din Hürriyetinin Temelleri, DİB Yay., Ankara, 2012, s. 117
11. Bkz. Ahmed b. Abdilhâlîm İbn Teymiyye, Mecmû'etu'l-Fetevâ, I-XXXVII, thk. Enver el-Bâz-Âmir el-Cezzâr, Dâru'l-Vefâ, y.y., 1426/2005, c. 22, s. 32.
12. Yunus Hatipoğlu, Namazı Terk Etmenin Hükmü İle İlgili Hadislerin Değerlendirilmesi, Dicle Ü. Y.L.Tezi, Danışman Prof. Dr. H. Musa Bağcı, Diyarbakır 2018
• Adam Mez, "Onuncu Yüzyılda İslâm Medeniyeti: İslâm'ın Rönesansı" (Çev. Salih Şaban, İnsan Yay. İstanbul, 2000
• Abdullah Ekinci, "Ortadoğu'da Marjinal Bir Hareket: Karmatiler: Ortadoğu'da İlk Sosyalist Yapılanma" Odak Yay. İstanbul 2005
• Ahmed b. Abdilhâlîm İbn Teymiyye, Mecmû'etu'l-Fetevâ, I-XXXVII, thk. Enver el-Bâz-Âmir el-Cezzâr, Dâru'l-Vefâ, y.y., 1426/2002
• Ahmet Gündüz, "İbadetlerde Kolaylık Anlayışı ve Kur'an'ın İbadetleri Yapılabilir Kılması", Şarkiyat İlmi Araştırma Dergisi, 9/2 (18) (Kasım 2017), 725-732.
• Cahit Karaalp, "Türkçe Meâllerde Kavram Çevirileri Sorunu "Salât" Kavramı Örneği" NEÜ, Doktora Tezi, Danışman: Prof. Dr. Yusuf Işıcık İkinci Danışman Doç. Dr. Abdulcelil Bilgin, Konya, 2017
• Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, I-X, Eser Neşriyat ve Dağıtım, İstanbul, 1979
• eş-Şafiî, el-Umm, I-XI, thk. Rıf'at Fevzî Abdülmuttalib, Daru'l-Vefâ, y.y., 1422/2001
• Halil Altuntaş, İslâm'da Din Hürriyetinin Temelleri, DİB Yay., Ankara, 2012
• Hüseyn b. Ahmed es-Seyyâğî es-San'ânî, er-Ravdu'n-Nadîr Şerhu Mecmu'u'l-Fıkhi'l-Kebir, I-IV, Dâru'l-Ceyl, Beyrût, t.y.,
• Melhem Chokr, "İslam'ın Hicri İkinci Asrında Zındıklık ve Zındıklar", Anka Yay. Çev. Ayşe Meral, İstanbul 2002
• Muhammed Nâsıruddin el-Elbânî, Hukmu Târiki's-Salât, Dâru'l-Celâleyn, Suûdiyye, 1412/1992
• Vehbe Zuhaylî, Mevsûatu'l-Fıkhi'l-İslâmî ve'l-Kadaya el-Muasıra, I-XIV, Dâru'l Fikr, Dımeşk, 1433/2012
• Yunus Hatipoğlu, Namazı Terk Etmenin Hükmü İle İlgili Hadislerin Değerlendirilmesi, Dicle Ü. Y.L.Tezi, Danışman Prof. Dr. H. Musa Bağcı, Diyarbakır 2018
• Yûsuf el-Karadâvî, Öncelikler Fıkhı (çev. Abdullah Kahraman), Nida Yay., İstanbul, 2016
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish