Evet, bu hafta da nur topu gibi bir tartışma, hatta tartışma ne kelime, dalaşma konumuz var: Alkol yasağı...
Milletçe bu başlık üzerinden dalaşmak zorunda kalıyoruz.
Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: Türkiye'de alkol satışı toptan yasaklansın ve konu kapansın.
Bakalım hükümet bütçedeki en büyük vergi kalemlerinden biri olan alkollü içeceklerdeki "özel tüketim vergisi"nin yerine ne koyacak...
Vatandaş zaten kimyager oldu, kendi içkisini üretmeye başladı, bilmeyenler de öğrenir.
Anayasa mı? Laiklik mi?
Boş verin onları, zaten hiç de matah olmayan Anayasa her gün genelge ve kararnamelerle delik deşik ediliyor.
Laikliğe gelince, ona da eski Ayasofya Camii imamı başta olmak üzere epey kalabalık miktarda devlet görevlisi hep beraber pamuk tıkadı.
Zaten olmayan şeyleri muhafaza etmek mümkün değil...
O halde, bunları bir kenara bırakıyoruz ve virüs önlemi olarak eve kapanma ile alkol satış yasağının ekonomi-politiğini konuşuyoruz.
Eve kapanmanın -yine- pek eve kapanma olmadığı görülüyor. Devlet tarafından desteklenemeyen koskoca bir nüfus, el mecbur günlük hayatına, işine, gücüne devam ediyor.
Alkol satışını yasaklayarak ne yapıyorlar?
İşte burası belirsiz. Hırdavatçılar, marketler, mobilyacılar, elektrik tesisatçıları ve bilcümle esnaf dükkanını açarken, çalıştırmadıkları tekel bayilerine haksızlık olmasın diye içki satışı durdurulmuş! Mazeret bu.
İşin salgınla bir ilgisi var mı bilmiyorum ama kimi hekimler alkolün solunum yollarında virüsün tutunmasını engellediğini, düzenli alkol kullananlarda Kovid-19 vakalarının daha az görüldüğünü, virüse yakalananların da hastalığı hafif atlattığını öne sürüyor.
Öyle görünüyor ki, dindar olduğunu savunan iktidar meseleyi sağlık bakımından ele almak yerine, alkol tüketiminin "haram" ya da "günah" olduğundan yola çıkarak, şu mübarek ramazan günlerinde seçmen kitlesinin konsolide etmek istediği kısmına bir "jest" yapmak üzere bu uygulamaya gitti.
Lakin, başta da vurguladığım üzere, Türkiye'nin gelir kalemleri içinde en önemlilerinden biri alkollü içeceklere getirilmiş olan "özel tüketim vergisi". 2020 yılında bu vergi 16,5 milyar lira oldu.
Bu rakam, Türkiye'nin en önemli bakanlıklarının bütçesinin çok çok üzerinde. Karşılaştırma fırsatı olsun diye bazı bakanlıkların bütçelerini yazalım:
İçişleri Bakanlığı (9 milyar 672 milyon 218 bin), Dışişleri Bakanlığı (4 milyar 631 milyon 723 bin), Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı (3 milyar 319 milyon 102 bin), Kültür ve Turizm Bakanlığı (5 milyar 127 milyon 247 bin), Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı (7 milyar 939 milyon 333 bin, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı (2 milyar 827 milyon 733 bin) ve Ticaret Bakanlığı (5 milyar 752 milyon 364 bin)...
Alkollü içeceklerden elde edilen verginin nasıl bir büyüklük teşkil ettiğini anlamak için bir örnek daha verelim.
Bütün sayılan bakanlıklardan daha büyük bir bütçeye sahip olan ve ek ödeneklerle devletin en büyük giderlerinden biri haline gelen Diyanet İşleri Başkanlığı'nın 2020 bütçesi, ek ödenekleri saymadan 10,5 milyar lira olmuştu.
Yani, alkollü içeceklerden alınan vergi bir Ticaret Bakanlığı'nı, bir de Diyanet İşleri Başkanlığı'nı bir yıl idare ediyor.
Muhalefet de, dini hassasiyetleri işine geldiği gibi kullanan iktidar mensuplarına haklı olarak soruyor:
Madem haram, madem günah, devlet memurlarının maaşlarını alkolden aldığınız vergilerle ödemek olur mu?
Türkiye'de mantığa sığmayan çok şey oluyor. Dolayısıyla bunu tartışmanın sonu yok.
O halde alkollü içeceklerle bir "aşk-nefret ilişkisi" kuran "Cumhur" iktidarının bunu nasıl bir pragmatik yolla yürüttüğüne bakalım.
Alkol üzerindeki "özel tüketim vergisi"ni sürekli büyüterek ciddi gelir elde ederken, bir yandan da toplumun alkol kullanan kesimini zaman zaman aşağılayan, zaman zaman kafasında sopa sallayan, zaman zaman da azarlayan bir üslupla dindar seçmene mesaj veriyorlar.
Yani iktidar vergi ile aşk, içenlerle nefret ilişkisi kuruyor... Diyalektik bir bütünlük!..
Tabii bu arada iktidar yaşam biçimini beğenmediği vatandaşları cezalandırmış oluyor.
Toplumun bir kesiminden alıp başka bir kesimine kaynak aktarıyorlar. O çok dillendirilen "kutuplaşma"nın beslendiği zihniyet burada da açığa çıkıyor.
Bu öyle bir hal aldı ki, sadaka bile yoksulların toplumun hangi kesimine dahil olduğu dikkate alınarak dağıtılıyor.
"Halka patates, soğan dağıtacağız" diye duyurdukları yardımların tarikat ya da "cemaat"lere yakın vakıflara teslim edilerek dağıtıldığı ortaya çıktı geçen hafta.
Tabii dağıtılan patates soğan da açıklanan miktarın ancak onda biri kadar...
Öyle olunca ne oluyor? Bir kısım yoksulun payına iyi kötü patates düşerken, bir kısım yoksulun payına intihar düşüyor.
Bu iş böyle gitmez...
İktidarı bu şekilde kullanmayı geçtim, giderek büyüyen yoksul yığınları patates ile intihar arasında seçim yapmak zorunda bırakan bir toplumsal yapı sonunda infilak eder.
"İnfilak" her zaman iyi ya da kötü sonuçlanacak diye bir kaide yok. Kim bilir, bir toplumsal patlama, sonunda bu topraklarda hakça bir düzenin kurulmasıyla sonuçlanır.
Lakin "kutuplaşma" diye tarif edilen toplumsal yarılma öyle derin ki, bizim memleketin şimdiki macerası şiddetli toplumsal çatışmalarla da sonuçlanabilir.
İşte o zaman bunun kazananı olmaz. Tarihi büyük travmalarla dolu bu topraklar, atlatılması çok güç yeni musibetlerle yüzleşmek zorunda kalır.
O yüzden, iktidar ille de dindarlık gösterisi yapmak istiyorsa, bunu toplumun tamamını kesecek bir hat üzerinden yapmalıdır.
Misal, dinen "haram" olan yolsuzlukla, israfla, hırsızlıkla uğraşıp vatandaşın hakkını savunan bir siyaset pekala dindar bir siyaset olabilir.
Yine misal, kendi bakanlığına fahiş fiyattan dezenfektan satan bir -eski- bakanın yargılanması ve cezalandırılması toplumun çok dindar ve az dindar tüm kesimlerinin rızasını ve takdirini kazanacaktır.
Emin olun, bu, alkolle uğraşmaktan daha iyi ve ekonomiktir.
Zira yolsuzluğu, israfı ve hırsızlığı bitirmiş bir ülkenin "özel vergi"lere de ihtiyacı kalmaz. İsteyen şerbet, isteyen rakı içer; kardeş kardeş yaşayıp gideriz...
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish