Bugünlerde NATO dışişleri bakanları Brüksel'de görüşüyorlar. Bu görüşmelere paralel olarak yeni ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken ile Avrupalı yetkililerin ortak bir Türkiye politikası ortaya koymak için de istişarede bulunmaları bekleniyor.
Belki de uzun bir zamandır ilk kez ABD ve Avrupa hükümetleri Türkiye hakkında benzer düşüncelere sahip görünüyorlar. Bu Türkiye için "hayırlı" bir gelişme midir?
***
Türkiye geleneksel olarak çifte dengeleme yüksek stratejisini benimsemiş ve uygulamış bir ülkedir. Osmanlı'nın bir yandan farklı Avrupa devletleri arasında, bir yandan da Avrupa ile Doğu devletleri (Rusya, İran, bazı İslam ülkeleri) arasında uygulamaya koyduğu denge politikaları, Cumhuriyet döneminde daha sofistike bir hal alarak devam etti.
Türkiye, Soğuk savaş döneminde, hem Batı bloğu içinde ABD ve AB arasında, hem de Batı bloğu ile -Rusya da dahil- bölgesel güçler arasında dengeleme stratejileri izledi.
Soğuk Savaş sonrası dönemde ise, Türkiye, Avrupa'nın demokrasi eksikliği eleştirilerini genellikle ABD'nin Türkiye'ye NATO/güvenlik bakış açısıyla karşıladı, yumuşattı.
12 Eylül dönemi bu durumun tipik örneğidir. Diğer yandan Türkiye'nin özgün çıkar ya da anlayışıyla uyumsuz bulduğu Amerikan taleplerine direnmesinde Avrupa ülkelerinin daha anlayışlı tavrı bir karşı denge çıpası oluşturdu.
Türkiye'nin, 2003 Irak işgaline kısmen direnmesi, İran nükleer programına yaklaşımı ve Filistin-İsrail meselesi bu durumu gösterir.
Acaba ABD Başkanı Biden'ın transatlantik demokrasi ittifakı konseptini merkezine alan yeni dış politika doktrini Türkiye'nin geleneksel Batı-içi dengeleme kapasitesinin sonunu getirir mi?
Türkiye'nin ABD ile ilişkileri tarihinin en sorunlu dönemini yaşarken, AB ile ilişkileri de oldukça netameli. Hem ABD hem AB, günümüz Türkiye'sinin Batı değerleriyle telif edilemez bir patikada ilerlediğini düşünüyorlar.
Biden döneminde, Türkiye eleştirileri bir yandan S-400 gibi güvenlik konuları üzerinden, bir yandan da belki de bugüne kadar hiç olmadığı ölçüde demokrasi ve insan hakları meseleleri üzerinden gelişecek gibi görünüyor.
Trump döneminde geniş bir hareket alanına sahip olan Türkiye'nin Biden döneminde diplomatik manevra alanı oldukça daralmış durumda.
Diğer yandan AB, Türkiye ile demokrasi/insan hakları yanında giderek artan ölçüde güvenlik ve dış politika üzerinden çatışan bir dönem yaşıyor.
İronik biçimde, Türkiye ise son dönemde geleceğini AB'nde aradığını belirtiyor. Avrupa ile gergin ilişkilerini yumuşatma niyetini beyan ediyor.
Ancak bazı olumlu sinyallere rağmen, AB, Türkiye'ye yönelik politikasını Biden yönetimi ile koordine etmeyi öne çıkardı. Bu hafta ABD ile AB arasında yapılacak zirvede ortak bir Türkiye politikası oluşturulacağı anons edildi.
***
Bu yeni durum, Türkiye'nin "yüksek strateji"sini nasıl etkiler?
Türkiye'nin son zamanlarda AB ile gelecek "arayışı" bir yandan Biden yönetiminin Erdoğan yönetimine eleştirel bakış açısını dengelemeyi ve yumuşatmayı amaçlarken, diğer yandan da ülkenin içinde bulunduğu ekonomik ve diplomatik sıkışmışlığı atlatmanın yollarından birisi olarak görülüyor.
Ankara, mevcut koşullar altında, Avrupa'dan destek almadan Biden yönetimi ile sıcak ilişkiler kurmanın zorluğunu fark etmiş durumda.
Bugün Türkiye ile Batı dünyası arasındaki ilişkiler ekonomik yaptırımlar, gizli ya da açık ambargolar ve dışlamalar üzerinden biçimleniyor.
Bu resim, Türkiye-Batı ilişkilerinde kritik bir dönüm noktasına (critical juncture) işaret ediyor. Türkiye'nin geleneksel Batı-içi dengeleme stratejisinin sonuna yaklaşılmış olabileceğini gösteriyor.
Bu gelişmenin Türkiye açısından olumsuz sonuçları orta vadeli olabileceği gibi daha uzun vadeli de olabilir.
***
Batı ile bağları topyekûn gevşeyen bir Türkiye nasıl bir "yüksek strateji" izleyebilir?
Tarihi olarak baktığımızda, Türkiye'nin Batı'ya daha şüpheci baktığı dönemlerde, Batı ile yakın bölge ülkeleri arasında bir dengeleme yapma ihtiyacı duyduğunu görürüz.
Cumhuriyet Türkiye'si SSCB/Rusya ile ilişkilere özel bir itina gösterdi, ilişkileri bazen canlandırdı bazen de seyreltti.
1960'ların ikinci yarısında, 1980'lerde İslam/Arap dünyasıyla ilişkiler aşama kaydetti. 1990'ların başlarında Türkî dünya ile ilişkiler hız kazandı.
2000'li yılların ortasından 2010'lu yılların ortasına kadar İslam dünyası ve Afrika ülkeleriyle yakın bağlar kurulmasına büyük önem atfetti.
Ancak her defasında Türkiye, bir süre sonra bu "bölgesel" ilişkilerin Batı dünyasıyla ilişkilerini ikame edemeyeceğini, "ikincil" politikalar olarak kalması gerektiğini gördü ve Batı bloğu merkezli yüksek stratejisinin yeni bir sürümünü ortaya koydu.
Bu dengeleme dinamiği, ideolojik ya da konjonktürel bir bakış açısının ürünü olmanın çok ötesindedir; jeo-stratejinin Türkiye için oluşturduğu, coğrafyanın "uzun tarih" sınamalarından geçmiş, yapısal bir sonuçtur.*
Dolayısıyla, Batı'dan kopmuş bir Türkiye'nin önündeki "yüksek strateji" alternatifi, bu coğrafyanın stratejik mayasıyla uyumsuz, görece kısır ve maceracı yönelimlere işaret ediyor.
Batı'dan kopuk bir Türkiye'nin içinde bulunduğu krizleri aşma potansiyeli de oldukça düşük ve/ya da oldukça maliyetli.
***
Erdoğan yönetiminin son kertede bu "yüksek strateji" dinamiğinin farkında olmadığını düşünemeyiz. Batı bloğundan tamamen dışlanmamak için son aylarda reform söyleminin ortaya konmasının elbette bir mantığı var.
İktidar Türkiye'nin giderek derinleşen ekonomik krizini aşmak için gerekli finansal kaynaklara erişmek ve maruz kaldığı diplomatik izolasyondan kurtulmak için Batı bloğuyla uyumlu ilişkiler kurmanın zorunlu hale geldiğinin farkında. Daha doğrusu en net seçeneğin bu olduğunu elbette görüyor.
Ancak AK Parti hükümetinin bu yönde adımlar atma kapasitesinin zafiyet geçirdiği görünüyor. Son on yılda AK Parti iktidarının kendisinin tasarlayıp uyguladığı siyaset patikasının yarattığı bağımlılıklar -patika bağımlılığı- Erdoğan yönetiminin hem iç hem de dış politikada elini kolunu bağlıyor.
Hükümet, anlamlı ve gerçekçi reform adımları yerine, tam tersine, liberal demokratik normların ve kurumsal yapıların silikleşmesi, HDP'ye kapatma davası açılması, İstanbul Sözleşmesi'nden çıkılması gibi Türkiye ile Batı arasındaki yabancılaşmayı daha da derinleştiren adımlar atıyor.
Türkiye'nin bu yabancılaşmayı azaltacak değişim adımları atmaması durumunda, Avrasya'nın jeo-strateji dünyasına (başta Çin-Rusya-İran üçlüsü olmak üzere) daha köklü biçimde yönelmesi -istemeyerek de olsa, sürüklenerek de olsa- kaçınılmaz olabilir.
Halihazırda bu trendin görece sınırlı etkilerini -örnek vermek gerekirse- Türkiye'nin Doğu Türkistan sorununa yönelik politikasında, Rusya'nın Güney Akım projesine yönelik yaklaşımında, S-400 satın alımında ve başka örneklerde izleyebiliyoruz.
Bu şekilde, aşama aşama bileşik kaplar kuralı çalışmış, iç siyaset ile dış siyaset anlayışı yeni bir jeo-stratejik limanda dengeye kavuşmuş olur.
Ancak Türkiye'nin tarihi deneyimi, coğrafi özellikleri, mevcut karşılıklı bağımlılıkları ve mevcut zorluklardan etkin çıkışı bunun tam tersine işaret ediyor:
Türkiye Batılı kurum ve normlar sistematiği içinde liberal demokrasiye çıpalanarak, bölgesel ve küresel hedeflerine ulaşabilir, saygın bir ülke konumuna yükselebilir.
Daha kısa dönemde ise, Türkiye'nin mevcut buhranlarından en hızlı ve en az maliyetle çıkışı, Batı'nın finansman kaynaklarının ve siyasi kurum ve normlarının devreye alınmasıyla, böyle bir iradenin ortaya konulmasıyla mümkündür.
Özetle, Türkiye, yakın dönemde iç ve dış siyaset paradigmalarını uyumlu hale getirmeye zorlanabilir. Çünkü Biden doktrini çerçevesinde, bu paradigmatik uyumsuzluğun sürdürülebilirliği zayıflamış görünüyor.
Küresel gelişmeler, Türkiye'yi yeni "yüksek strateji"sini belirginleştirmeye sevk ediyor.
Brüksel'deki Amerikan ve Avrupalı liderlerin görüşmeleri bu açıdan yakından izlenmeli.
*Bu konularda daha ayrıntılı görüşler için 2020 içinde yayınlanan iki kitabıma bakabilirsiniz: "Kısır Döngü—Türkiye'nin Geri Kalmışlığının Ekonomi Politiği" ve "Üretken Döngüye Geçiş—Küresel Değişim Işığında Türkiye İçin Dönüşüm Ajandası."
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish