Türkiye'de sosyal demokrasi, Ecevit'in 1977'deki yüzde 41,4 oy oranını yeniden nasıl yakalayabilir? (1)

Ali Murat Güven Independent Türkçe için yazdı

Diktatörlük diktatörlüktür. Sömürü de sömürüdür. Sosyal demokratlar olarak bizim politik arenadaki yerimiz, hiçbir tartışmaya mahal bırakmayacak bir şekilde özgürlüklerin, sosyal ilerlemenin, sosyal güvenlik mücadelesinin ve insan toplumunun mümkün olduğu en son noktaya kadar insancıllaştırılmasının tarafındadır.

Açlığın hüküm sürdüğü hiçbir yerde barış uzun süre dayanamaz. 

Yeryüzündeki zenginler boş yere hayâller kurmasın! İnsanlık ailesi içinde yer alan yoksul evleri bu hızla arttıkça, hiçbir zengin o zenginliğini ilelebet koruyamayacaktır!

Willy Brandt (1913-1992)

'Sosyal demokrasi' ideolojisinin kurucu ideologlarından
Federal Almanya Şansölyesi (1969-1974)
Federal Almanya Sosyal Demokrat Partisi'nin (SPD) efsanevî lideri (1964-1987)


* * *

Henüz 9 yaşında, ilkokula giden bir çocuktum. Tıpkı babası gibi, deli dolu bir çocuk…

1977 yılı Haziran ayının henüz ilk günleriydi. Bu ülkenin daracık politik şablonlarına hiçbir zaman uy(a)mamış olan ailemin en standart dışı üyesi konumundaki "milliyetçi" babam, bir cuma günü (şimdilerde internet ortamındaki eski takvimlerden kontrol ettiğimde görüyorum ki, 3 Haziran 1977 Cuma günü) "Hadi evlat, hazırlan bakalım, bugün Karaoğlan'ı dinlemeye gidiyoruz, bakalım bize gelecek için ne vadediyor" dedi sabahın erken saatlerinde…

Dönemin Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı, "Karaoğlan" ve Halkçı lâkaplı lideri Bülent Ecevit'in Taksim Meydanı'nda düzenleyeceği mitinge katılacaktık. 

Okulun son demleriydi; dersler ve sınavlar bitmiş, karne almayı bekliyorduk. O yüzden de sınıfın en iyilerinden biri olarak, yıl boyunca hiç kırmadığım okulumu bir günlüğüne kırmamda herhangi bir mahzur yoktu.

Babamla renkli bir gün geçirecek olmanın heyecanı içinde, sıra dışı geziler için özenle sakladığım yıpranmamış tişörtümü ve bluejean pantolonumu çıkarıp giydim, saçlarımı Pereja limon kolonyasıyla iyice ıslatıp düzelttim. 

Günün en büyük bombası da o güne kadar yalnızca TRT'nin siyah-beyaz haber bültenlerinde gördüğüm bir adam olan Ecevit'i ilk kez "renkli", dünya gözüyle canlı canlı görecek olmamdı. 

Yalnız, henüz bugünkü kadar kirlenip dolmamış durumdaki çocuk beynimin, babamın "Hadi, hazırlan!" dediği andan itibaren bir türlü çözemediği ince bir mesele vardı ki o da giyinip peder beyin karşısına dikilene kadar kafamı kurcalamayı sürdürdü. 

Bildiğim kadarıyla, biz "milliyetçi" bir aileydik. Babam, annem, amcalarım, dayım, teyzem…

Fakat gerek okulda diğer çocuklarla yaptığımız konuşmalarda, gerekse televizyon yayınlarında Ecevit'in "solcu" olduğunu duyuyor ve bu ikisinin asla birbiriyle uzlaşamayacak iki zıt kavram olduğunu düşünüyordum. 

O hâlde, benim "vatansever" pedere ne olmuştu da ansızın böyle coşup bir "solcu"nun mitingini izleme ihtiyacı hissetmişti?

Ona bu hassas soruyu yolda, külüstür otomobilimizle Taksim yönüne doğru giderken sormaya karar verdim. Ve nitekim sordum da…

Baba, biz milliyetçi, vatansever, ülkücü bir aile değil miyiz? Kızılların partisinin başkanının mitingine niye gidiyoruz?


Direksiyon başında yola odaklanmış olan babamın o anda attığı kahkahayı hiç unutamam. Sadece çok keyiflendiği zamanlarda attığı, birinci sınıf gevrek kahkahasıyla karşılamıştı bu politik sorumu…

"Ulan deyyus, sen kızılları mızılları nereden öğrendin?" diye sordu bana…

Ona, hem okulda, hem de okul dışı zamanlarda, arkadaşlarımla böyle konuları (da) konuştuğumuzu anlattım. 8-9 yaşlarında olabilirdik, fakat herkesin haddinden fazla politize olduğu o dönemde biz de ülkedeki politik gelişmeleri yakından takip ediyorduk yani…

Babam, bu açıklamamdan sonra bir anda ciddileşti. "Bak evlat, öyle düşünmemelisin" diyerek söze girdi, "Karaoğlan kötü bir adam değil… En zor zamanda Kıbrıs Barış Harekâtı'nı yaptı ve o adada büyük acılar çeken on binlerce Kıbrıs Türkü'ne rahat bir soluk aldırdı. O da bizim insanımız, bu ülkenin, bu halkın iyiliğini isteyen bir lider… Tamam, onun yaptığı her şeyi, her düşüncesini ben de onaylamıyorum. Ona kolay kolay oy da vermem, fakat bu onun kötü biri olduğunu göstermez."


"Madem ona oy vermeyeceksin, pekiyi biz niye bugün onun mitingine gidiyoruz ki baba?" diye sordum bu kez…

"İnsanca bir destek vermek için" diye karşıladı sorumu;

Türk halkı olarak, kendisinin yanında olduğumuzu, onu ne idüğü belirsiz kiralık katillere yedirmeyeceğimizi göstermek için… Seninle televizyonda izlemiştik geçen nisan ve mayıs aylarında onun konvoyuna yapılan saldırıları, hanımıyla birlikte suikasttan son anda kurtuluşunu hatırlıyorsun değil mi?


Daha henüz tartışmaları devam eden son derece sansasyonel bir olaydı, 29 Mayıs günü İzmir'in Çiğli Havalimanı'nda gerçekleşmişti.

Bülent Bey ve Rahşan Hanım saldırıdan şans eseri yara almadan kurtulmuş, fakat CHP İzmir İl Başkanı Mehmet İsvan ağır yaralanmıştı. 

"Biliyorum" dedim babama…

İyi öyleyse, şunu da bil o zaman… Başbakan Demirel, Ecevit'i aradı ve Taksim Meydanı'nda kendisine yeni bir suikast yapılacağına dair duyumlar aldıklarını bildirdi, dikkatli olmasını tembihledi. Karaoğlan da Başbakan'a saldırılardan korkmadığını, her ne pahasına olursa olsun Taksim'e gidip konuşmasını yapacağını söyledi. Fakat halka ise 'Size bir zarar gelmesini istemiyorum, gerekirse Taksim'e hiç kimse gelmesin, ben boş alanda konuşurum, ajanslar da konuşmamı yayınlar' diye uyarıda bulundu.


Açıklayıcı cümlelerinin sonuna da şunu ekledi babam: 

İşte, onun bu son sözleri, bir vatandaş olarak bana çok koydu. Memleketimin bir politikacısı, memleketimin en önemli şehir meydanında konuşamayacak mı? Bugün seninle oraya, Ecevit'e bu sebeple destek vermeye gidiyoruz. Bakalım, meydana gelmeye kaç kişi cesaret edebilecek?
 

03-.jpg
Fotoğraf: AA (Arşiv)


Hayatımın en özel ve güzel günlerinden birini yaşadım o gün… 

Kürsüye çok yakın bir yerdeydik. Ecevit'i dünya gözüyle "renkli" olarak gördüm. Takım elbiseliydi ve hatırladığım kadarıyla ünlü çivit mavisi gömleği yine üzerindeydi.

Dahası, babamın omuzlarında ona el salladım, o da cevaben bana el salladı. 9 yaşındaki algı düzeyimle, onu pür dikkat dinliyordum.

Batı emperyalizminin Kıbrıs Barış Harekâtı nedeniyle Türkiye'ye uyguladığı ambargolar, o ambargoların yol açtığı petrol ve temel tüketim maddeleri kıtlığı, dış güçler tarafından kışkırtılan anarşi ve terör üzerine etkileyici bir konuşma yaptı; seçimleri kazandığı takdirde bütün bu sorunlarla kıran kırana savaşacağına dair söz verdi. 

Meydan, iğne atsan yere düşmeyecek şekilde dolmuştu. Korkulanın aksine, üç saat kadar süren miting sırasında herhangi bir terör eylemi gerçekleşmedi. Meydanı dolduran halk, geldiği gibi sakin ve barışçıl bir şekilde dağıldı.

Tek kelimeyle, unutulmaz bir gündü. 
 

 

* * *

Babam, dönerken direksiyon başında bu kez de "Sen şimdi bu yolculuğumuzdan ne anladın oğlum?" diye soracaktı. 

"Karaoğlan'a destek verdik" dedim, "Saldırıya uğrama ihtimâli vardı. Ona, kendisini o meydanda yalnız hissetmemesi için destek verdik. Fakat onun düşüncelerini çok beğendiğimiz için değil, bir vatandaşlık görevi olarak…"

"Heeeeeyt, işte budur" dedi babam, yine aynı gevrek kahkahasını atarak, "Budur! Niyetimizi çok güzel anlamışsın. Karaoğlan'a oy veririz, vermeyiz, bu ayrı mesele… Fakat memleketimizin çocuğunu çakallara kurban vermeyiz, vermeyeceğiz. O da değerli bir büyüğümüzdür, Demirel de, Türkeş de, Erbakan da… Onlar bu ülkenin devlet adamları… Basit insanlar değiller, her biri ardından milyonları sürükleyen birer lider… Demokraside fikir ayrılıkları olur, önemli olan ülkede huzur olsun, barış olsun, devletimiz ilelebet yaşasın. Bunu hiç unutma!" 
 

04-.jpg
Fotoğraf: AA (Arşiv)


Bülent Ecevit, kendisini görüşümden iki gün sonra yapılan genel seçimlerde, Cumhuriyet Halk Partisi tarihinin bugün de kırılamamış olan rekor oyunu (yüzde 41,4) alarak, o seçimden birinci olarak çıktı ve partisi Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde 213 milletvekilliği elde etti.

Lâkabı "Barajlar Kralı" olan karizmatik rakibi, özellikle çiftçi kesiminin gözdesi Süleyman Demirel ve lideri olduğu Adalet Partisi ise yüzde 36,9 oy oranıyla 189 milletvekilliği kazanacaktı. 
 

02-.jpg
Fotoğraf: AA (Arşiv)


Pek çok demokratik ülkede bir partiyi tek başına iktidara getirebilecek çoğunluk anlamına gelen bu oy oranı, gerek Cumhuriyet Halk Partisi'nin, gerekse Türk solunun yüz yıla yaklaşan tarihçesinde gerçek bir milâttır ve ne o tarihten daha öncesinde, ne de sonrasında asla tekrarlanamamıştır. 

Oldukça muhtemeldir ki, benim -milliyetçi düşünceyle vals yapan-duygusal pederim de bana hiçbir şey çaktırmamasına rağmen, o gün o coşkulu miting meydanında Ecevit'in Türkiye'nin içinde bulunduğu âcil sorunlarla ilgili yaptığı doğru tespitler ve halka sunduğu çözüm önerilerinden belli belirsiz etkilenmiş, aynı hafta sonu da geleneksel politik tercihlerini bir kenara bırakıp oyunu CHP'ye vermişti. 

O sıralarda hem âsâyiş hem de ekonomi açısından korkunç bir cenderenin içinde sıkışıp kalmış durumdaki ülkeleri için bu badireden bir çıkış yolu, bir huzur iklimi arayan milyonlarca vicdanlı Türk vatandaşının benzer bir etkilenmişlik ve "avans verme" duyguları içinde yaptığı gibi…

* * *


O tarihten bu yana köprünün altından milyonlarca galon su aktı ve Türk solu 1980 yapımı "Cazcı Kardeşler" filminde Jake ve Elwood'un kullandıkları 1974 model, polis arabasından bozma Dodge Monaco'nun film boyunca çektiklerinden bile daha fazla eziyet çekip badireler atlattı. 

12 Eylül 1980 askerî darbesinin ardından ABD güdümlü faşist cunta tarafından en ağır şekilde cezalandırılan Türk sosyal demokrasi hareketi, 1983'den sonra kâh kadehi elinden attı, kadeh bin parçaya bölündü, ülkenin sosyal demokratları da meylerin yere dökülüşünü karamsarlık içinde izledi; kâh sonradan ülkedeki sol oy potansiyelinin bu kadar bölünmeyi kaldıramayacağını fark edip yerdeki kadeh kırıklarını bin bir zahmetle yapıştırdı ve yeniden sahnelere döndü.

Fakat o dertli mahallede hiçbir zaman mutlak bir huzur ve sükûn ortamı kurulamadı. 


Sosyal demokrasi ideolojisi ve bu ideolojinin omurgasını oluşturan (yoksulların, ezilenlerin, dar gelirlilerin, her türden dezavantajlıların pozitif ayrımcılığa tâbî tutuldukları) "sosyal devlet" anlayışı, her ne kadar ilk düşünsel meyvelerini 20'nci yüzyılın başlarında veren bir hareket olsa da politika sahnesine gerçek anlamda çıkışı İkinci Dünya Savaşı sonrasıdır.

Büyük savaşın ardından, enkaz döneminin Avrupalı ideologları, perişan olmuş durumdaki kıtada Nazi yayılmacılığından en ağır hasarları almış olan orta ve dar gelirli, çoğu kırsalda yaşayan ve ya çiftçilikle, ya da metropollerin dev endüstri tesislerinde ücretli işçilikle geçinen milyonlarca emekçiyi, bu büyük insanî, ahlâkî ve medenî yıkımı bile palazlanmak için bir fırsat olarak görme eğilimindeki vahşi kapitalizmin kucağına büsbütün oturtmamak için, demokratik düzen içinde yeni bir toplumcu politikanın tanımını yapmaya başladılar.

Savaşı tıpkı Japonya gibi "ABD'ye esir düşmüş olarak" kapatan Almanya başta olmak üzere, Avusturya, Hollanda, İtalya; yanı sıra da Danimarka, İsveç, Norveç, Finlandiya'dan oluşan İskandinav hattında çok ciddi bir insânî restorasyona ihtiyaç bulunmaktaydı. 


6 yıl süren o büyük kıyıma yıllar yılı silah ve mühimmat üretenlerin, temel tüketim ürünlerinde karaborsayı artık bir sanata dönüştürmüş olanların keyfi her zamanki gibi gıcırdı; onların tıpkı savaş dönemi gibi, 1945'de ateşkes imzalandıktan sonra da herhangi bir ekstra korumaya ihtiyacı yoktu.

Lâkin, savaş görmüş ülkelerde iş sürekliliği ve güvenliğinden eser kalmamıştı, sağlık ve eğitim hizmetleri yerlerde sürünüyordu, on milyonlarca erkeğin cephelerde ölümü üzerine çaresiz durumdaki eşleri ve çocukları bir lokma ekmek için fahişelik ve hırsızlık da dahil akla gelebilecek her türlü kirli yolun peşine düşmüştü.

Yüksek bir ahlâkî bakışın, merhamet duygularıyla donanmış temiz bir vicdanın, 85 milyon dolayında insanın katledildiği böyle korkunç bir yıkımdan sonra Avrupa kıtasına yeni bir çıkış yolu göstermesi gerekiyordu. 


İşte, temel hak ve özgürlüklerin demokratik bir düzenin çatısı altında güvence altına alınmasını, fırsat eşitliğini, hakça bir paylaşımı ve konumu gereği dezavantajlı olanların devlet tarafından etkin bir şekilde korunup kollanmasını esas alan sosyal demokrasi, sorunları, bu konularda o tarihe kadar başat sözleri söylemiş olan "komünizm" sapağına hiç girmeden, yine çok partili demokratik kapitalist düzen içinde çözüme kavuşturmanın bir yolu olarak, Avrupa'nın politik arenasında kendisini ilk kez 1950'lerde göstermeye başladı.

Hareketin doğal lideri de Avrupa'nın başına bütün bu savaş badirelerini açmış olan Almanya'ydı. 

Hakça paylaşım fikrinin demokratik düzen içinde bir karşılığı olmaya çabalayan sosyal demokrasiye, uç sol, yani Marksist-Leninist temelde örgütlenmiş bir devlet ve toplum düzenini savunan kesimler ise hiçbir zaman sempatiyle bakmadılar; bilâkis böyle arayışlar o çevreler tarafından "vahşi kapitalizmin cürufları" olarak görülüp aşağılandı. 

Buna karşılık, programsal karşılığını Almanya'nın (Türk işçilerinin de öteden beri pek sevip desteklediği yabancı dostu partisi) SPD'de bulan söz konusu hareket, bireyi değil kurumları ve güçlü aileleri muhatap alan ABD ve İngiliz kapitalizminden zerre kadar saygı görmemesine rağmen, iyice sıkışmış durumdaki emekçi kitlelerin verdiği destekle gitgide büyüyecek, önce 1960'lar ve 70'lere damgasını vuran "Alman mucizesi"nin, ardından da İskandinavya'da bugün artık herkesin gıpta ve saygıyla izlediği "insan" odaklı müreffeh demokrasilerin temel harcını oluşturacaktı.


Aynı hareketin, Türkiye'de 1960'ların ortalarından itibaren toplumsal karşılık bulmaya başlamış yansımalarına yeniden dönecek olursak…

Sosyal demokrasinin ülkemizde darbe sonrasındaki yeniden toparlanış çabalarına ilk büyük muhalefet, ne kadar ilginçtir ki, darbe sonrası CHP'nin darbe öncesi CHP ile isim benzerliği dışında en ufak bir ideolojik yakınlığının bile kalmadığını savunan Bülent Ecevit'ten gelecekti.

CHP'nin liderlik koltuğunu 1972'de partinin ezelî ve ebedî millî şefi İsmet İnönü'ye düzenlediği başarılı bir iç operasyonla ele geçirip bu yapıyı tarihinde ilk kez "görevi, ülkede katı Kemalizm bekçiliği yapmakla sınırlı bir devlet organizasyonu" kimliğinden çıkaran Karaoğlan, kendi yönetimini, 1965'den itibaren istikrarlı bir şekilde savunageldiği üzere, "ortanın solunda bir politik hareket" olarak lanse ederken, o güne kadar tek partili dönemin jakobenist ruhuyla hareket eden kadrolarına da yepyeni bir istikamet göstermişti.


Ecevit'in, özellikle 12 Mart 1971 Askerî Muhtırası'ndan sonra ayyuka çıkan bu ideolojik dönüşüm mücadelesi, Türkiye'nin sağ çevrelerinde hiçbir zaman hak ettiği saygıyı görmemiş, lâyıkıyla da taçlandırılmamıştır.

Oysa onun, kendisine sonsuz güvenip âdetâ "prensi" gözüyle bakan Kurtuluş Savaşı kahramanı İsmet İnönü ile ilişkilerinin bir daha hiç düzelmeyecek şekilde bozulması, partiyi o güne kadar aralarından su sızmamış olan Türk Silahlı Kuvvetleri ile "hasım" konumuna sokması, 12 Mart'ta Muhtırası'nda Demirel Hükûmeti'nin uğradığı haksızlık ve aşağılamaya karşı geliştirdiği tepkiselliğin gözü kara birer sonucuydu.

Ecevit, Türk demokrasisini 1960 darbesinden bu yana resmen ipotek altına almış durumdaki askerî vesayete net bir ayar çekilmediği takdirde, o gün iktidardaki Adalet Partisi'ni parmağında oynatan apoletli jakobenlerin yarın CHP'ye de aynısını yapmayacaklarının en ufak bir garantisi olmadığının bilincindeydi. 


Silahlı Kuvvetler'in 12 Mart tarihinde yayımladığı Muhtıra'dan hemen sonra Demirel Hükûmeti istifa ettiğinde, CHP'nin tutumu konusunda parti içinde önemli görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştı.

İsmet İnönü, kolayca anlaşılabilecek eski asker refleksleri içinde, ordunun müdahalesine açıkça ve sert ifadeler eşliğinde karşı çıkılmasını uygun görmüyordu.

Ecevit ise Muhtıra'nın yalnızca Demirel'e değil, aynı zamanda CHP içindeki "ortanın solu" hareketine de gözdağı vermek üzere yürürlüğe konulduğunu söyleyerek, partisinin askerî yönetim tarafından oluşturulan yeni hükûmete katkı sunmasına karşı çıktı ve 21 Mart günü genel sekreterlikten istifa etti.


Bu noktadan sonra, ikili arasındaki ipler de bütünüyle kopacaktı. Ecevit ile yoğun bir mücadeleye giren İnönü, 4 Mayıs 1972'de toplanan 5'inci Olağanüstü Kurultay'da, "Ya Ben, Ya Bülent" sözleriyle, orduya karşı izlediği müsamahakâr politikanın CHP yetkili organları tarafından onaylanmaması durumunda istifa edeceğini açıkladı.

Kurultay'da Parti Meclisi için yapılan güven oylamasında Ecevit yanlılarının 507'ye karşılık 709 oy ile güvenoyu alması üzerine, CHP'yi politik arenada kendi ideolojisini kitlelere sunup onların desteğini talep eden gerçek bir parti olarak değil, öteden beri "Kemalist devrimin temel ilke ve devrimlerinin bekçiliğini yapmakla yükümlü bir tür gözlemci kuruluş" olarak gören, partisini o günlere kadar hep aynı mantıkla yönetmiş bulunan İnönü'nün, artık iyice yorulmuş durumdaki bu ideolojik perspektifi de tarihe karışıyordu.


8 Mayıs 1972'de istifa eden İsmet İnönü'nün yerine, genel başkanlığa 14 Mayıs 1972 tarihinde Bülent Ecevit seçildi. Böylelikle, İsmet İnönü de Türk politika tarihinde parti içi mücadele sonucunda değişen ilk genel başkan olmuştu. 

Associated Press kameramanının 12 Mart 1971 Muhtırası'ndan hemen sonra Ankara'da yapmış olduğu şu kısa çekim, iki lider arasında, olup bitenlere bakıştaki derin uçurumu beden dilleri üzerinden ortaya koyması açısından önemli bir tarihsel değere sahip…

İnönü, o tarihlere kadar manevî oğlu pozisyonundaki Ecevit'in tercümanlığında Türk ve dünya basınına açıklama yaparken, her zamanki müsamahakâr tutumu içinde, Muhtıra'yı alttan alıp haklılaştırıyor.

Onun cümlelerini İngilizce'ye çeviren Ecevit'in ise söylenenlere inanmayışı, oldukça sıkıntılı görünen beden dilinden dışarıya aynen yansımakta…
 


Aralara zorunlu olarak kondurduğum tarihsel bilgileri noktalayıp, Türk sosyal demokrasisinin 12 Eylül 1980 sonrasındaki toparlanma sürecine bir kez daha geri döndüğümüzde, vaktiyle bu yolu açan politikacı konumundaki Bülent Ecevit'in o tarihten itibaren ise -özünde öyle olmasa bile şeklen- aynı yola barikat döşeyen bir tutum içine girdiğini görmekteyiz. 

Evet, 1970'lerin başından itibaren CHP'yi "Türkiye'nin BAAS'ı" olmaktan çıkarıp İskandinavya tarzı bir sosyal demokrasi düşüncesine yönelten lider olarak, Ecevit, "CHP'den bundan sonra artık sosyal demokrasi düşüncesi falan çıkmaz" diyerek, 14 Kasım 1985'te, kendisi o sıralarda siyasal yasaklı olduğundan dolayı, eşi Rahşan Ecevit eliyle Demokratik Sol Parti'yi (DSP) kurduracaktı.

1987 yılı Eylül ayında düzenlenen referandumda geçmiş dönemin liderlerine konulan politika yapma yasakları kaldırılınca da aynı sonbaharda partisinin başına geçti ve 2006 yılındaki vefatına kadar DSP genel başkanlığı görevini sürdürdü.

Türk sosyal demokrasisi de temel olarak CHP ve DSP'nin temsilinde, fakat zaman zaman politik çizgileri sosyalizm sınırlarını zorlayan daha küçük, "butik" partilerin sahneye çıkıp bu iki başrol oyuncusundan rol çaldıkları, her durumda iç çatışmaları, kavgaları, ideolojik çekişmeleri bol bir hareket olarak bugünlere kadar kıra döke geldi. 

41,4 oranındaki oyu bir milât kabul edersek, o günlerden bu yana sürüp giden 40 küsur yıllık gelişim serüveninde Türk ılımlı solunda bir sürü doğuş, ölüş, birleşme, parçalanma, kimi zaman sulh ile, kimi zaman da sansasyonel boyutlara ulaşan parti içi darbeler eşliğinde gerçekleşmiş lider değişiklikleri görüyoruz.

Lâkin, aynı harekette 1977 genel seçimlerinden bu yana bir daha asla göremediğimiz bir şey var ki o da oy oranlarının istikrarlı bir şekilde artışı…


CHP, o tarihten bu yana izlediği politikalarla hem oy oranı, hem de kendisini sahiplenen toplumsal çevreler açısından sürekli küçüldü, küçüldü ve en sonunda -seçim sonrası çizilen grafiklerde de dramatik bir şekilde görülebildiği üzere- kıyı kentlerinde emekliliklerini yaşayan, çoğu asker ve memur kökenli Ortodoks Kemalist ailelerin partisine dönüştü.

Öyle ki, oy oranlarının belirlediği o tür tablolarda ortaya çıkan genel manzara, söz konusu partinin Karadeniz'de, Orta Anadolu'da, Doğu ve Güney Doğu Anadolu'da etkinliği artık büyük ölçüde ortadan kalkmış bir harekete dönüştüğünü gösteriyor.

Ülke çapındaki etki bölgesi, Antalya dolaylarındaki sahil hattından başlayıp Çanakkale boğazında sona eren dar bir kıyı şeridi, oradan sonrasında da avuç içi kadar bir Trakya bölgesi…


Öte yandan, CHP'nin öteden beri hayli kırılgan görünümdeki "sosyal demokrat" kimliği, 1990'larla birlikte yalnızca yurt içinde değil, yurt dışında da iyiden iyiye sorgulanmaya başlandı.

Hatırlanacağı üzere, partinin uzun yıllardır saygın bir üyesi olduğu Sosyalist Enternasyonal'de bir ara "CHP'nin artık sosyal demokrat değerleri savunmaktan bütünüyle uzaklaşıp devlet despotizmine çanak tutan bir yapıya dönüştüğü" suçlamasıyla üyelikten çıkarılmasını savunan hatırı sayılır miktarda üye de ortaya çıkmıştı.

Bu yöndeki homurtular özellikle Deniz Baykal'ın genel başkanlığı süresince birçok kez gündeme geldi. 


Yaşanan vahim küçülmenin nedenlerini sosyolojiyle, tarihle, mantıkla açıklama işini, Türkiye'de sosyal demokrasi hareketini hiçbir zaman soğukkanlı bir şekilde tahlil edememiş milliyetçilik ve dindarlık motifli sağcı entelejansiyanın vicdanına bırakırsak, onlardan dinleyeceğimiz nefret dolu, sloganik yorumlar bizi hiçbir şekilde sağlıklı bir noktaya götüremez.

Çünkü meselenin analizi, üstüne basa basa ve temcit pilavı gibi tekrarlanarak telaffuz edilen "1923'den beri halka kan kusturan Allah'sız kitapsız CE-HA-PE zihniyeti" retoriğinden çok daha üst düzeyde, hem politik, hem de bilimsel açıdan daha elit bir bakış gerektiriyor ki bu da CHP'yi 1930'lardan itibaren kafalarında bir tür "kurumsal Deccal"e dönüştürmüş olan kesimlerde hiç mi hiç olmayan bir vasıftır.


Bülent Ecevit, uzun ve çalkantılı politik kariyeri boyunca, kendisinin ve ailesinin adını akçeli işlere bulaştırmama konusunda ödünsüz bir şekilde sergilediği titizlikle, dost düşman herkesin saygısını kazanmış, bu anlamda örnek ve ışıltılar saçan bir liderdi.

Ancak, CHP'nin sancılı tarihi, onun, yıllar yılı üzerine titrediği bu "dürüst lider" imajını korurken sergilediği başarıyı, yol arkadaşlarını seçerken ise kesinlikle tekrarlayamadığını gösteriyor. 

Onlar arasından, bu ölümlü dünyaya, içinde yer aldığı / alacağı bütün politik yapılarda mutlaka "genel başkanlık" görevini üstlenmesinin âdetâ tanrısal bir buyruk olduğu ön kabûlüyle gelen bir isim, Deniz Baykal, Ecevit'in 1970'ler boyunca hep sorunlu olmuş ve başını ağrıtmış CHP üst yönetimindeki gelmiş geçmiş en büyük karın ağrısıydı.  

"Hırs", politikacı sınıfının tanımlamasını yaparken hiç kuşkusuz ki pek nadiren karşılaştığımız, dahası politikacılarda "defo" olarak görülebilecek bir kişilik özelliği değil…

Bilakis, politik liderlerde olmaması ya da gerekenden daha az olması "iddiasızlık" gibi büyük sorunlara dahi yol açabiliyor. 

Fakat söz konusu politikacı Deniz Baykal olunca, politik arenada doğal bir avantaj ve olumlu bir özellik olarak görülen "hırs"ın, geride kalan 50 yılda Türk sosyal demokrasi hareketinin gelişip güçlenmesinin önündeki en ciddi takozlardan birine dönüştüğünü görmekteyiz. 

Şöyle ki, yetiştiği aile ortamı ve sosyal çevre itibarıyla proletarya ve sorunlarıyla en ufak bir teması bile olmayan, su katılmamış bir orta-üst sınıf Beyaz Türk görünümündeki Baykal, ilk kez 1968'de genç bir hukuk fakültesi akademisyeni olarak CHP yönetiminin dikkatini çekmişti.

Parti yönetimiyle genç Baykal arasındaki köprüleri kuran vesile ise, onun 1965 seçimlerinde CHP'nin yenilgisinin nedenlerini analiz ettiği, sonradan doktora tezine dönüşecek olan akademik bir makaleydi. 

Dönem, Ecevit'in İnönü'yü alttan alta sürekli işleyerek CHP'yi "devrimlerin yılmaz koruyucusu jakoben devlet partisi" görünümünden sıyırıp, "emekçi sınıfların dostu, hakça bir gelir paylaşımını savunan Avrupa tipi bir sosyal demokrat parti"ye dönüştürme çabaları içinde olduğu hassas bir zaman dilimiydi.


Baykal ise Ecevit'in yanında saf tutup bu radikal dönüşüme etkin destek sunmak yerine, CHP'ye katılımından itibaren parti içinde kendi hikâyesini yazacak adımlar atmaya özen gösterdi.

1973 seçimlerinde CHP'nin Antalya milletvekili seçilmesinden ardından, 1974 CHP-MSP koalisyonunun kuruluşundaki katkıları bir kenara bırakılırsa, genel başkan Ecevit'in bu köklü harekete usul usul giydirmeye çabaladığı yeni giysinin önünde hep engel oluşturdu.

Baykal'ın o tarihlerden bu yana gözlenen en tipik özelliği, içinde bulunduğu politik yapılarda iş başında bulunan yönetimleri asla beğenmemesi ve düzelmenin ancak kendisinin yönetime gelmesiyle mümkün olabileceğine dair saplantılı inancıydı.

Bu inanç doğrultusunda, Ecevit'in, özünde son derece zor bir iş olan "CHP'yi katı Kemalist bir devlet partisinden işçi sınıfının sesine kulak veren özgürlükçü bir sosyal demokrat partiye dönüştürme" hedefinde, parti içinde ona ve kurmaylarına karşı yürüttüğü liderlik mücadelesiyle daima baş ağrıtageldi.

"Karaoğlan"ın Kıbrıs Barış Harekâtı sonrasında patlama yapan toplumsal karizmasının en büyük rolü oynadığı 1977 seçimlerinde, memleketi Antalya'dan yeniden milletvekili seçilmesinin yanı sıra enerji ve tabiî kaynaklar bakanlığı koltuğuna da oturan Baykal, o süreçte liderine ilk büyük golünü atarak ATAŞ Rafinerisi'nde Başbakan'dan habersiz şekilde bir kamulaştırma hamlesi yapmaya kalkıştı. 


1979'da partide Ecevit'e karşı adaylığını açıklayan Erol Çevikçe'ye verdiği açık destek ise günümüzde, Baykal ile Ecevit arasındaki iplerin bütünüyle koptuğu bir diğer dönüm noktası olarak hatırlanmaktadır.

Ecevit'in oylamada Çevikçe'yi açık ara farkla ezip geçmesinden sonra CHP içindeki itibarı hızla düşmeye başlayan Baykal, o noktadan sonra da parti içinde (tıpkı günümüzde Muharrem İnce'nin CHP içinde oluşturduğuna benzer) bir çıbanbaşı olarak lideri yıpratacak her türlü eyleme girişecekti.

Bunlardan biri, 1980 yılında, o günlerde CHP açısından belki de uzlaşılması en imkânsız parti olan MHP ile bir koalisyon kurulması yönünde yaptığı girişimlerdi. 

Partiye girdiği 1968 yılından CHP'nin de ülkedeki diğer bütün politik örgütlenmeler gibi derin dondurucuya kaldırıldığı 12 Eylül 1980'e kadar bitmez tükenmez danslarıyla Ecevit'in sıtkının sıyrılmasına yol açan bu benmerkezci politikacı, benzeri tavırlarını darbe sonrası demokrasinin yeniden inşâsı döneminde de sürdürecekti.

1984 yılında saflarına katıldığı SODEP (Sosyal Demokrasi Partisi) kısa süre sonra Halkçı Parti ile birleşince, Baykal da Sosyal Demokrat Halkçı Parti adını alan bu bileşik hareketten Eylül-1987'de bir kez daha Antalya milletvekilliğine seçildi.


Ondan sonra da 9 Eylül 1992 tarihinde eski partisi CHP'ye geçip onun genel başkanı olana kadarki bütün zamanını SHP lideri, merhum İsmet İnönü'nün fizik profesörü oğlu Erdal İnönü'yü devirmeye çalıştığı salvolar yapmakla geçirdi.

Olağan ve olağanüstü kurultaylarda Erdal İnönü'nün karşısına üç kez çıkan Baykal, her üç girişiminde de yenilgiye uğrayınca, kendisinden beklendiği üzere parti içi kronik muhalefetin odağına dönüşecekti. 

Politik kariyerinin neredeyse tamamını Türkiye'de kör topal ilerlemeye çalışan sosyal demokrasi hareketini (etkin olduğu bütün dönemler ve bütün partilerde) duraksatmaya harcayan Baykal'ın bu alandaki "olgunluk dönemi" eserleri ise hiç kuşkusuz ki 1992 yılında CHP genel başkanı olmasından sonra ortaya çıktı.

CHP'yi bir tarafta ordunun, diğer tarafta İsmet İnönü'nün, bir başka tarafta da parti politbürosunu oluşturan arkaik simâların olanca itiraz ve baskılarına rağmen, 1970'ler boyunca son derece sistematik ve bilinçli bir çabayla geniş halk yığınlarının ekonomik, siyasal, kültürel, insanî ihtiyaçlarına kulak veren demokratik sol bir parti kimliğine kavuşturabilmek için kelle koltukta mücadele etmiş olan Bülent Ecevit, üzerinde büyük emeklerinin bulunduğu partisinin, 12 Eylül 1980 sonrasında, yasakların kaldırılışından sonra siyasal arenaya referandumla geri dönen ardılını ise daha ilk gününden itibaren kararlı bir tutumla reddetmişti.

Partinin içinin yerli ve yabancı güçler tarafından boşaltıldığını, bu koşullarda artık orada kafasında planladığı demokratik sol mücadeleyi veremeyeceğini defalarca dile getiren eski genel başkan, söz konusu yola kendisi ve eşinin kurduğu alternatif partide devam edeceğini açıkça beyan etmişti.

Bugün, yakın tarihimizin o günlerine geri dönüp inceleyenler arasında, Ecevit'in bunları söylerken kafasındaki tek gerçeğin, eşiyle birlikte takındığı kör bir inat olduğunu, sırf bu yüzden CHP'yi başsız bırakıp böldüğünü ileri sürenler var.

Ben ise onun CHP'ye yönelik bu katı reddiyeyi kararlılıkla sürdürüp, inadına inadına kendi partisi DSP üzerinden ilerlemesini kesinlikle o türden bir çocuksu itiş kakışa bağlamıyorum.

Cumhuriyet dönemi politika sahnesinin gelmiş geçmiş en büyük kurdu olan İsmet İnönü'nün çırağı olacaksın, dört kez başbakanlık yapacaksın, üç kez suikast atlatacaksın, Cumhuriyet'in ilk savaş ilânının altında imzan yer alacak, nice kozmik sırra vâkıf bir adam olacaksın; sonra da darbe nedeniyle yarım kalan politik mücadeleni irrasyonel bir inada kurban edeceksin. 


Ecevit, CHP 1992 yılında kendi özgün adıyla yeniden açılırken, partisi DSP'yi o yapıyla birleştirip, kurulacak ortak yapının genel başkanlığına aday olduğunu açıklasaydı, o günlerin kudretli partisi ANAP'a karşı güç ve oy arayışları içinde, bu teklifi hiç kuşkusuz ki CHP bünyesinde halay çekilerek karşılanırdı.

DSP liderinin bin bir zorluklar eşliğinde yeni bir parti kurarak kendi işini bu denli yokuşa sürerken hiç kuşkusuz ki bir bildiği vardı; fakat onun bildiklerini bizler bilmiyorduk.

Bundan sonra da öğrenebileceğimizi hiç sanmıyorum. 1992 yılındaki gelişmeler, Türkiye'nin sosyal demokrasi serüveninde daima büyük bir soru işareti olarak kalacaktır. 


Öte yandan, olaylar bu yönde gelişirken, politik kariyeri boyunca dahil olduğu partilerin liderleriyle sürekli sürtüşme hâlinde ilerlemiş olan Baykal'ın önünde, bu kez öyle aman aman bir engel de kalmamıştı.

Temmuz 1992'de, kapatılan siyasal partilerin yeniden aynı adla açılmasına izin veren yasadan yararlanarak SHP'den CHP'ye geçti, son derece tecrübeli bir kulisçi olduğundan dolayı, 9 Eylül 1992 tarihinde toplanan parti kurultayında da hiç zorlanmadan CHP'nin genel başkanlık koltuğuna oturdu. 

Bana sorarsanız, bu tarih, Türk demokrasisinin iniş çıkışlarla dolu tutunma serüveninde, CHP'nin zaten yol boyunca pek çok tehdit ve yara almak pahasına oluşturulmuş sosyal demokrat parti kimliğinin de diri diri toprağa gömüldüğü tarihtir.

12 Eylül'den sonra, Necdet Calp, Aydın Güven Gürkan, Prof. Dr. Erdal İnönü, Murat Karayalçın gibi sahici sosyal demokrat liderlerin ellerinde, ordu vesayeti, parti içi baskılar ve radikal dönüşümlerden rahatsız olan kentli küçük burjuva bir seçmen kitlesine rağmen 1920'lerdeki ilk kuruluş kimliğinden sancılı bir şekilde kopup, zorlu, fakat ülke için alabildiğine faydalı bir ideolojik dönüşüm yaşayan CHP, o gün bu dönüşüm sürecine son vererek, Deniz Baykal eliyle yeniden fabrika ayarlarına dönmüş oldu. 


Daha önce de belirttiğim gibi, hayatı boyunca bir güne bir gün işçi sınıfı ve ezilen etnik kimliklerin çektiği çilelerle yüzleşmemiş bir beyaz Türk olarak, Antalyalı Baykal için, partinin bir dönem yürürlükte bulunan Fransız taklitçisi sert laiklik savunusuna yeniden ve şehvetle sahip çıkmak, bu harekete Ecevit tarafından kan revan içinde eklemlenmeye çalışılan sosyal demokrat kimlikten çok daha ön planda olageldi.

Öyle ki CHP genel başkanlığı sonrası döneminde çok ciddi bir iktidar iddiası da taşımayan, hiç Başbakanlık yapmamış Baykal açısından TBMM'de ana muhalefet partisi kimliğiyle, her dönem mâkûl bir miktar milletvekilini muhafaza ederek kesintisizce yer almak ve "sisteme hakemlik yapmak" yeterliydi.

Onun kafasında CHP'ye biçmiş olduğu rolün bundan daha ötede, kurucu, geliştirici, dönüştürücü bir sosyal demokrat kimlik olduğunu hiç sanmadım, şimdi de hiç sanmıyorum.

Kendisi istediği kadar aksini iddia etsin, yarım asırlık politik kariyerinde, kritik dönemlerdeki duruşu ve yapıp ettikleri, bu can sıkıcı gerçeği gözlerimizin önüne fazlasıyla seriyor. 


Öte yandan, uzun yıllar boyunca yalnızca sosyal demokrat ve sosyalist kesimler değil, etnik kimlik itibarıyla Kürt ve Alevî unsurlar için de vazgeçilmez bir sığınak olan CHP'nin bu kesimlerin güvenini yitirip onlar tarafından süratle terk edilmeye başlanması, yine Baykal sonrası dönemin somut bir tezahürüdür.

CHP, 1992'den sonra, Kürt seçmenlerin ezici bir bölümü ve Alevî seçmenlerin kaygı verecek düzeyde bir dilimini büyük bir hızla başka partilere kaptırdı.

Rakip partilerin, sonraki yıllarda bu konu her açıldığında CHP'ye yönelttikleri "Yürekleri yiyorsa Diyarbakır'a, Tunceli'ye, Hakkari'ye, Şırnak'a gitsinler" şeklindeki alaycı eleştirilerinin, aynı süreçte (oralara artık gerçekten de gidemez duruma gelmiş) Baykal ve kurmaylarını üzdüğünü ise doğrusu hiç gözlemedim.

(Bir sonraki makalede devam edecektir.)

* * *

 

Bizim için demokrasi bir insan onuru meselesidir. Demokratik bir düzen, politik özgürlükleri, görüşlerimizi özgürce ifade etme hakkını, eleştirme ve görüşleri etkileme hakkını korur. Yanı sıra da sağlık ve çalışma, eğitim ve sosyal güvenlik haklarını güvence altına alır.

İnsanlar, Tanrı öyle emrettiği için değil, onları gerçekten yapmak istedikleri için iyi şeyler yaptıklarında yeryüzünde dengeli bir durum bulacaklardır.

Olof Palme (1927-1986)

'Sosyal demokrasi' ideolojisinin kurucu ideologlarından
İsveç Başbakanı (1969-1976) / (1982-1986)
İsveç Sosyal Demokrat Partisi (S/SAP)'nin efsanevî lideri (1969-1986)

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU