Kentin kalabalığından bir an kurtulmak, korana belasından dolayı insan yoğunluğundan kaçmak ve kışa rağmen yaşanan yalancı bahara eşlik etmek için kendimi şehir dışına, daha fazla yükletişi olan Toroslara bıraktım.
Bıraktım ama kafamda bir yandan da küresel ısınma ve iklim değişikliği var. Hem tedirginim hem de doğanın bir çözüm üreteceğine dair umudu taşıyorum.
Ne olsa doğa, insan kadar nankör değil diye düşünüyorum içten içe.
Özlemişim gökyüzünü; sonsuz maviliğinde. Özlemişim kuşların cıvıltısını ve kayalar arasında müthiş sessizliğe gömülmeyi. Teknoloji yok, insan alabildiğince az ve doğa kışa rağmen bahar kokusunda.
En önemlisi CSM devre dışı, her şey tarih öncesi çağların renginde. Sanki zaman daha bir yavaş ve geriden sürdürüyor yürüyüşünü.
Sessiz, ürkütücü ve bir o kadar da görkemli.
Bu tarihte, bu mevsimde bunca sessizlik ve bunca uykusuzluk hiç de iyiye alamet değil. Biliyorum, hissediyorum ve görüyorum.
Bunca kuş cıvıltısı, keklik ötüşü için doğru bir zaman değil. Birçok canlı şaşkınlık içinde kışın sıcak havasında yaşama tutunmaya çalışıyor.
Orta Fırat Havzasına paralel uzanan ve giderek doğuya doğru yükselen Toros Sıra Dağlarının içlerine doğru ilerlerken, kuşların cıvıltısı ve rüzgarın vınlaması dışında bir ses yok.
Rüzgar nazlı mı nazlı esiyor ve kışın ortasında bahar kokusu yayılıyor. Doğada kimin kral olduğu belli değil. Güneş mi, rüzgar mı ya da yağmur mu? Her üçü de kararsız.
Ama güneş şimdilik baskın geliyor, kışın en sert günlerinde insanı terletecek düzeyde ısı yayıyor. Sanki kış değil, bahar kukusunda bir tuhaf mevsim yaşanıyor.
Tuhaflık sadece mevsimde değil, zamanın da tuhaflaştığı ortada. İnsanın kaygısızca gezebilmesi, maske olmadan kendini doğaya bırakabilmesi, virüs korkusundan uzak anı yaşaması müthiş bir duygu.
Bir an pandemi süresince neleri kaybettiğimiz zihnimde canlansa da, hatırlamak bile istemiyor, kendimi bu tuhaf mevsime bırakıyorum.
Neredeyse normal bir yaşamı unutmuşum. Her şeye şüphe ile yaklaşmanın derin psikozundan uzaklaşmak bana iyi bir terapi oluyor.,
Toros Sıra Dağlarının Fırat'a paralel uzanan yükseltinin değişik rakımlarında yürümek, doğada ki kaosu gözlemlemek insanı yoruyor olsa da tatlı bir huzur da veriyor.
Çok yağmur yağmasa da, doğa uyanmış, çim yeşermiş, hatta bazı yabani sarmaşık ve bitkiler havanın sıcaklığına aldanarak yaprak bile açmış.
Tuhaf bir manzara çıkmış ortaya. Bazı ağaçların kuru yaprakları hala üzerinde dururken, başka bitkiler yeşermiş, yaprak açmış.
Bu hoş bir durum olsa da, aslında doğa için bir tehlike habercisi. Bu zamana kadar yağmur fırtınalarının oluşması gerekirken, halen toprağın su ihtiyacı olduğu gibi duruyor.
Toprak suya hasret, doğa yağmur özleminde. Kar zaten son yıllarda oldukça az yağdı. Oysa bu mevsim kar mevsimidir, doğanın beyaz örtüye bürünme ve derin sessizlikte uykuya dalma zamanıdır.
İnsan doğanın içinde yürüdükçe, doğanın önemini bir kez daha anlıyor ve ne kadar tüketen bir varlık olduğunun farkına varıyor.
Bu nedenledir ki mevsimlerin değişme eğilimi göstermesi tarih boyunca tedirginlik yaratmış, bu değişim karşısında insan dehşete düşmüş. Dehşeti yaşamış ama kendi egosundan da vazgeçmemiş.
Her şeyin bir zamanı ve mevsimi var. Zamansız yeşermelerin, mevsimsiz dal budak vermenin sonu çoğunlukla hüsran olmuş. Bu yıl da sanırım doğa böylesi bir tehlike ile karşı karşıya, her şey alışılmışın dışında gelişiyor, mevsimler dengesini kaybediyor.
Bir kayma belirtisi ortaya çıkıyor. Hatta giderek baharsız bir mevsimsel döngü doğaya hakim oluyor sanki.
Küresel ısınmanın sonucu mu, yoksa doğanın kendi devinimi mi bilmiyorum; ama gerçekten doğa şaşkınlık içinde. Doğa kar boran zamanında, 20 derece sıcaklığı ne kadar kaldıracak, nereye kadar benimseyecek bilemiyorum.
Canlıların tepkisinin de normal olmayacağı açık. Hayvanlarda erken yavrulama tehlikesi, kuşların göç zamanlarının değişmesi, bazı bitki ve ağaçların sıcağa aldanıp, tomurcuklanması işin gelebileceği noktayı gösteriyor.
Niye böyle oluyor, neden iklimler değişme eğilimi gösteriyor işin uzmanları biliyor elbet. Benin gözlem dışında doğa ile ilgili bilgim lise düzeyinde. Bir iddiada bulunmam mümkün değil.
Doğa bilimciler bu olağanüstü tabloyu yorumlar, benim bir şeyler söylememe gerek yok.
Ama doğanın insan eliyle yok edilmenin sancısında olduğunu söylemek belki mümkün. Ben başka bir neden bulamıyorum. Doğa tüketim anlayışının emrinde giderek özelliğini kaybediyor.
Dağlar kazılıyor, HES nedeniyle dereler kurutuluyor, ağaçlar kesiliyor, nehir yatakları değiştiriliyor ve barajlar ekosistemi tarumar ediyor.
E bunca darbeye doğa nasıl dayansın, nasıl zamanı şaşırmasın?
Neyse ki doğa hem insandan hem de diğer bütün canlılardan daha hazırlıklı ve sabırlı. Kendini onarmasını da biliyor, kendi kendini yok etmesini de.
Dolayısıyla bu yıl geç de olsa yağmur bulutları ağırlaşıp, yeryüzünü ıslatır, dereleri doldurursa ve belki kar yağarsa, bu şaşkınlık kısa sürede biter, gerçek bahar yeniden kendini var eder.
Yok, yağmursuzluk devam ederse, vay halimize. Her şey düşündüğümüzden daha kötü ve sert geçecek.
Çünkü doğa susuzluğa asla tahammül göstermez ve derin bir hüzne kapılır. Tıpkı insan gibi... Hatta daha derin duygulara sahip olduğu da biliniyor.
Yıllar önce, Osmanlı-Rus Savaşı'nı gören, seferberlik yıllarını yaşayan ve iki büyük savaşın, salgın ve açlık yıllarının tanıklığını yapan yaşlı bir bilgeden dinlemiştim.
Kendisi Orta Fırat havzasında doğmuş, ömrünü bu bölgede geçirmiş ve büyük yıkım ve dönüşümlere tanık olmuş birisi olarak şunları anlatmıştı bana:
İki yıl üst üste kuraklık yaşadık. Hem seferberlik vardı hem de savaş. Yağmur da yağmayınca dünyanın sonu geldi diye düşündük. Hiç yağmur yağmadı, buğday yeşermedi, darı dal budak vermedi. İnsanlar kırda, bayırda toplayacak ot aradı. Ekmek kalmadı ve açlıktan insanlar öldü. Ama iki yıl sonra ise her yer suya kesildi ve kuraklık son buldu, bahar büyük bir heybetle geri döndü.
Umarım bu yaşlı bilgenin söyledikleri gerçekleşmez ve bu yıl kış mevsimi bitmeden yeterince yağmur yağar ve bahar zamanında insanlara yüzünü gösterir.
Çünkü bahar mevsimine herkesin ihtiyacı var. Bu karabasan günlerini ancak heybetli bir bahar örtebilir, coşkusuyla umuda çevirebilir.
Ben de umudu yitirmeden yabani menengiç ağaçlarından topladığım yemişleri yerken, geri dönüş yolunda gün kıpkızıl bir tonda batmaya başladığında, sanki bulutlar görülmeye başlıyordu.
Ha gayret, yağmur bulutları yeryüzünü umutla ıslatsın, doğa yeniden bahar kokusunda canlansın…
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish