Gösterime girdiğinden bu yana büyük bir ilgi odağı olan "Bir Başkadır" dizisi aslında neyi kaybettiğimizi bize hatırlatıyor. Bir Başkadır aslında bir ilk değil.
Dizi kategorisinde daha önce de Ümmü Burhan yönetmenliğinde Türkiye'nin 1950-1960 arası Demokrat Parti dönemini anlatan "Hatırla Sevgili" (2006-2008) ile Aydın Bulut yönetmenliğinde 1970-1980 aralığını anlatan "Bu Kalp Seni Unutur mu?" (2009-2010) dizilerini izlemiştik.
Özelikle "Bu Kalp Seni Unutur mu" 12 Eylül darbesinin sosyolojik travmalarını ana tema olarak seçtiğinden tüm çeşitliliğiyle Türkiye'deki kimlikleri yansıtması açısından Bir Başkadır'a benzer bir etki yaratmıştı.
Sinema yapımı olarak ise İslamcılık, tarikat-sermaye ilişkisi temalarını işleyen ve gerçekçiliğe "yaklaşan" bir yapıt olarak karşımıza 2005'te Özer Kızıltan'ın Takva filmi çıkıyor.
Takva, tarikat yapılarının sosyolojisine ışık tutsa da yine de dışarıdan bir eleştiri olarak kaldı.
Bahadır Boysal'ın Leman dergisinde çizdiği 'Büşra' karakteri ise 2010'da beyaz perdeye taşınmıştı.
Filmde 'öteki'nin yaşadığı yalnızlık farklı açıdan sorgulanmıştı. Karakterin yaratıcısı Bahadır Boysal'a göre "Büşra İslami hassasiyetleri yoğun zengin bir ailenin tek kızı. Zeki ve inançlı bir kız olan Büşra alışkın olduğu değerleri sorgularken birtakım çelişkiler yaşıyor"du.
Yani sonuç itibarıyla yine bir ötekiyi başka bir öteki anlatıyordu. Ve film başroldeki Büşra'nın başörtüsünü çıkartmasıyla sonlandıyordu.
Dolayısıyla alt metindeki egemen dilin "ötekiyi teslim alma" şeklinde açığa çıkması kaçınılmazdı.
Bir Başkadır'a dönersek; niteliksizliğe alıştırılmaya çalışılan izleyicinin aslında nitelikli sanata hasret olduğunu da gösteriyor bu ilgi.
Dizi biraz İran sineması, biraz Nuri Bilge Ceylan sineması tadında. Sıradanlığın anlatısının romantik bir gerçekçilik ile tasviri izleyeni etkiliyor.
Siyasi liderin, tarihi kahramanın/padişahın, mafyanın idealize edilen kaslı seksi erkeğin ya da cinselliği öne çıkarılan kadının değil; eve döndüğünde makyajını silenin, sokakta yürüyen sıradan insanın, yani sınıfsal, dini, siyasi aidiyetimiz ne olursa olsun, senin, benim, bizim hikayemiz bu.
En azında böyle bir iddiaya sahip.
Sıradanlık o kadar doğal biçimde yansıtılıyor ki diyaloglar, mekanlar ve karakterler izleyende ayna etkisi yapıyor.
Diyalogların iyi bir gözlem sonucu inşa edildiğini görüyoruz. Örneğin Hocaefendi karakterinin doğal gül-yapay gül örneği Nureddin Yıldız Hoca'nın bir vaazından alınmış.
Rezidans, varoş evi, orta sınıf apartman dairesi dekor değil doğrudan mekanlarımızın kendisi.
Anlatı Türkiye sosyolojisinin yüzeysel bir okuması. Toplumda farklı kesimler ve o kesimlerin farklı katmanları var.
Anlatıda ise bu katmanlar yeteri kadar hikayede yer bulamamış.
Örneğin temel ilişki ağının seküler-dindar/zengin-fakir çelişkisi-ilişkisi üzerine kurulmasına rağmen sekülerler arasındaki alt katmanlar (liberal, sosyalist, Kemalist, orta sınıf milliyetçi vb.) ile dindarlar arasındaki farklı katmanlar (İslamcı başörtülü öğrenci, eğitimli orta sınıf İslamcı, elit muhafazakar vb.) anlatıda yer bulamamış.
Elbette sonuçta bir diziden Türkiye'nin tüm toplumsal kesimlerini içermesini beklememiz gerekmez, ama "Bir Başkadır" gibi iddialı bir adın, en azından bu katmanları da kapsaması gerekirdi.
Dizinin aşamadığı bir diğer eşik ise toplumdaki gri alanları, melez kimlikleri görmeyişi. Anlatıdaki karakterler çok keskin hatlarla ayrıştırılmış.
Oysa modernlik özellikle son dönemde melez kimlikleri çoğalttı. Sokakta başörtülü ama seküler, seküler ama dindar pek çok renkle karşılaşabiliriz.
Bu eksikler seküler-dindar karşılaşmasını, gerilim etkileşim ve kesişimlerini yüzeysel bırakıyor. Çünkü dizideki gerçekçilik bu yüzeyselliği hak etmiyor.
Biliyor ve yaşıyoruz ki Türkiye'deki sekülerler sadece yalılarda ve rezidanslarda yaşamıyorlar ve tümü de iyi eğitimli üst sınıfta konumlanmıyor.
Öte yandan dindarlar da sadece varoşlarda eğitimsiz temizlikçilerden ibaret değil.
Orta sınıfta yoğunlaşan ve iktidar partisinin de oluşturduğu atmosfer ile adına prekerya dediğimiz, genelde yaratıcı sektörler içerisinde (reklam, yazılım, program, oyun... vb.) çalışan, diğer sektörlerde de (kitap çevirisi, yarı-zamanlı eğitim görevliliği vb.) kısmen görülen, proje bazlı veya süreli çalışanlar grubu içerisinde de büyük oranda dindar kesimden insan mevcut.
Dizide elbette muhafazakar çevrede öbeklenen Meryem karakteri mevcut; ama üniversite mezunu olup muhafazakarlıktan öteye geçerek, İslamcı ideolojiye sahip ya da liberal vs başka dünya görüşlerine sahip dindar kadınlar da var.
Ama onları simgeleyen bir karaktere yer verilmemiş olması alt metinde halen yaşayan bir oryantalizme işaret ediyor.
Başörtülüyseniz ya varoş yoksulu ya da sonradan görme zenginsiniz diye bir şey yok.
Yeni nesil dindar gençlerin ne o ne bu parantezinin dışında geliştirdikleri bir orta sınıf kültür de mevcut.
Dizide ustalıkla kurgulanan karakterler arası simetri ise diğer başarı unsuru:
- Psikiyatristin aynı zamanda danışan olması,
- Danışanının psikiyatristi iyileştiren bir unsura dönüşmesi, sosyal refahın artmasına rağmen mutsuzluğun farklı sınıflarda benzeri pskolojik sorunlar şeklinde tezahür etmesi.
- Danışan olan psikiyatristin kendi psikiyatristi tarafından yüz üstü bırakılması ile kendisinin başörtülü danışanını yüzüstü bırakma gerilimi arasındaki simetri.
Karakterlerin yüzleri:
Temizlikçi - Kızkardeş,
İdeal seksi erkek - Kadınların aşağıladığı değersiz erkek
Üst sınıf psikiyatrist - Ortasınıf Kürt ailenin küçük kızı
Dini otorite hocaefendi - Ailesine söz geçiremeyen baba vs.
- Önyargıların aksine ilişkiler daha sıcak ve samimi olsa da dindar ve yoksul ailelerde huzur ve mutluluğun olmaması.
- Önyargıların aksine sağlık, spor, yoga gibi tüm çabalara rağmen zengin sınıf içinde aile ilişkilerinin kopukluğu, ilişkilerin cinsellik/haz ve çıkardan öteye geçememesi gibi gerçeklerden ötürü huzur ve mutluluğun olmaması.
- Eğitimsiz dindarın maneviyatı küçümsenirken zengin psikiyatristin Peru'daki Şaman'da ve Uzak Doğu Yogasında maneviyat araması.
- Hizmetçi yoksul başörtülü - Dominant zengin başörtülü abla
Bu yazı yazılırken ben 30 değerlendirme yazısına rastlamıştım. Elbette bu farklılıkların bastırıldığı, görülmek istenmediği bir atmosferde tek katmanlı da olsa böylesi gerçekçi bir anlatıya duyulan hasreti gösteriyordu.
Diziye yönelik hem seküler hem dindar kesimlerden eleştiriler de geldi. Ancak Cumhurbaşkanı'nın da belirtmek zorunda kaldığı muhafazakarların kültürel iktidar kuramama gerçeği de önümüzde duruyor.
O sebepten dindar, muhafazakar ya da İslamcı kökeni olmayan bir aklın mümkün olabildiğince empati kurma çabasının da sonuçta bir başkasının hikayesini anlama-anlatma ile sınırlı kalacağını da görmek gerek.
Peki, 18 yıldır iktidarı elinde tutan, bunun son 10 yılında her geçen gün daha da güçlenen muhafazakar iktidarın sanatçıları, yazarları, tiyatrocuları, yönetmenleri nerede?
"Tek Parti dönemi baskıları" merkez-çevre ilişkilerinde 80 öncesi gençlik çatışmaları gibi yakın tarihe dair pek çok hikaye anlatılmayı bekliyor.
Peki, "mahalle sineması"nda durum ne?
Muhafazakarlar, Yücel Çakmaldı'dan Birleşen Yollar (1970), Mesut Uçakan'dan Yalnız Değilsiniz (1990) ve İsmail Güneş'den The İmam (2005) filmlerinin ötesine geçebilmiş değil.
Murat Akser'in sınıflamasıyla yer yer İslamcılığa kayan ama genellikle muhafazakarlıkta konumlanan dindarların kendi sinema tecrübelerini şöyle özetleyebiliriz:
- Milliyetçi dönem: (1970-1975) Bu dönemde vatan ve bayrak ön plandadır. 'Mümin Türk' olmak önemlidir. Değerlerin yozlaşması engellenmelidir.
- İslami dönem: (1989-1995) Başörtüsünün bastırıldığı dönemde artık tüm İslam alemi olarak birleşip ayağa kalkma sorunsalı öneçıkmıştır. Gelenekselcilik gene mevcuttur. Mazlum olma fikri ön plandadır. Bu aynı zamanda modernleşme ile siyasal söylemsel bir hesaplaşmadır.
- Gelenekselci dönem: (2005-2015) Daha uluslararası olan Gülen cemaati ile ilintili ılımlı ve nostaljik bir sinema türemiştir. Fethullahçılardan bağımsız olarak İsmail Güneş'in filmleri bu dönemde yüksek maliyetletle devlet tarafından desteklenmiş Oscar aday adayı olarak ülkemizi temsil etmiştir.
Tüm bu dönemlerde de Beyaz Sinema'da sanatsal nitelik ve gerçekçilikten uzak içe kapalı söylem inşa edilmiştir.
Dolayısıyla da 2015'lerde sonlanan bir tepki-propaganda çabası olarak tanımlanabilir.
Bu sebeple de toplumun tüm kesimlerine ulaşabilen ve etki uyandıran yapıtlar üretememiştir.
İslamcıların hikayesinin doruğa çıktığı 28 Şubat mağduriyetlerinden ise yüzlerce hikaye, tiyatro ve dizi senaryosu çıkar.
Ama bu konu zenginliğine rağmen bu yaşanmışlıkların siyasi rantından halen dahi faydalananların yapabildikleri tek şey tüm olanaklara sahip olunmasına rağmen Selçuklu ve Osmanlı'ya dair siyasi tarihi popüler diziler çekmekten öteye gidemiyor.
O diziler de tarihi gerçekçiliği yansıtmak yerine anakronizmi içeren güncel siyasi mesajlara araç kılınmak için kurgulanıyor.
Sonuç olarak Meryem, Peri, Sinan üçgeninde çizilen; Gülbin, Ruye, Ali Sadi Hocaefendi, Melisa gibi diğer karakterlerin hikayeleriyle genişleyen anlatı, ayna etkisi sebebiyle ilgi-etki odağı oldu.
Beykoz-Tokatköy, Mecidiyeköy-Gültepe, Ataköy-Şirinevler arası sınıfsal etkileşimleri, çelişkileri ve simetrik benzer psikolojileri yansıtması açısından yüzeyzel ama başarılı bir çalışma Bir Başkadır.
Tüm başarısına; Meryem, Büşra'yı bir adım fazlasıyla yansıtabilmesine rağmen 'madun' olan başörtülü yine konuşamamış.
Ne diyordu Spivak;
Ataerkillik ile emperyalizm, özne-kuruluşu ile nesne-oluşumu arasında kadın figürü, saf bir hiçlikte değil, şiddetli bir gel-git içinde, gelenek ile modernleşme arasında sıkışmış 'üçüncü dünya kadınının' yerinden oynatılmış tasviri içinde kaybolur. 1
Sesi, sözü elinden alınmış olanın, özne oluş süreci ve sözünü bedeniyle söylemesi Müslüman toplumlarda başörtüsünün bir kimlik olarak öne çıkmasıyla mümkün oluyor.
Spivak, sözü elinden alınana 'madun' diyor. Ama halen 'başörtülü madun' kendi "konuşamıyor" empati ya da karalama ile de olsa onun yerine öteki onu tüm "doğallığı" ile konuşturur gibi yapıyor.
O yüzden gerçekliğe en yakın dizide de başörtülü imgesi ya hizmetçi ya sonradan görme bir zengin ya da Hoca babasının zoruyla örtünen bir lezbiyen.
Bunlar gerçek dışı mı; elbette hayır. Ama özellikle bu karakterlerin görülüp odaklanılması tesadüf değil.
Lakin ana teması olan seküler-muhafazakar gerilimi ekseninde yaşanan ortak mutsuzluk hali tam da birbiriyle ortak mekanlarda bulunup "birbirleriyle yaşayamayanların" kendilerini var edememe hali.
Kendilerini var edebilenler birarada/birbirleriyle yaşayabilirler; ama herkes kendi bağlamında bir boşluğun içinde "yalnızlık" çekiyor…
1. Madun Konuşabilir mi?, Gayatri Chakravorty Spivak, Dipnot Yayınları, Çev: Emre Koyuncu, s: 8. Baskı, 2020.s. 107
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish