İddialı olmak istemem ama bence Kürtçe yazmak, Kürt yazarı olmak, Kürtçe kitap sahibi olmak kutsal bir şeydir.
Çünkü özellikle Türkiye'de yaşayan Kürtler (ahval iyi olsaydı Türkiye Kürdistan'ı diyecektim, normal olsaydı Kuzey Kürdistan diyecektim, ama demiyorum, başımı belaya sokmak istemiyorum. Ne diyordu adaşımın oğlu: "Coğrafya kaderdir." Lakin o bilmiyordu, Kürtler için coğrafya kader değil, kederdir.) kendi anadillerinde tek bir gün formel eğitim görmeden yazar, şair, gazeteci, bilim adamı vs. olabiliyorlar.
Başka milletlerin birçok üniversite mezunları bile birkaç cümleyi bir araya getirip doğru düzgün bir şey yazamazken, Kürtlerde ilkokulu bile kendi anadilinde okuyamamış olanlar, başka dillerde eğitim görüp başka dillerin kelimelerinin karşılıklarını kendi dillerinde arayıp bulup hikaye, öykü, roman vs. yazıyorlar.
Peki, bu kutsiyeti haiz bir çaba değil de nedir?
Üstelik bu kutsal vazifelerini, doğdukları yerde ifaya kalkıştıkları anda, soruşturma ve kovuşturmaya maruz kalıyorlar.
Düşünün bundan 30 yıl öncesine kadar bile, annenizin, nine veya halanızın size anlattığı bir hikayeyi kaleme alsaydınız, düğünlerde söylenen bir şarkıyı yazıya dökseydiniz ve Allah muhafaza yüce devletin güvenliğinden sorumlu bir çalışanı bunu elinizde görseydi, sizi "ülkenin bölünmez bütünlüğüne yönelik" bir çabanın içerisindeki bir insan olarak addedebilir ve cumhuriyet savcılarına görünmenizin memleketin hayrına olduğuna kanaat getirebilirdi.
Ondan sonrası meçhul. Zira cumhuriyetin çeşit çeşit savcıları vardı ve böyle bir yazıyı görmezden gelen biri olabileceği gibi, memleketi şak diye birkaç parçaya bölmeye yarayacak şarkı sözlerinin getireceği büyük belayı savuşturmak için hemencecik sizin toplumdan izole edilmenize dair bir dosya hazırlatabilirdi.
Ondan sonrasını ne siz sorun ne de ben söyleyeyim. Hapishanelerimizin tarihiyle ilgili yüzlerce kitap var.
Hayatımız bu türden hikayelerle geçti değil mi?
Eğer siz; dilinize, kültürünüze, şarkı ve hikayenize aşina iseniz ve bütün bunları anlatmanın ve yazmanın yasak olduğunu fark etmişseniz ve yaşınız da bu acayiplikleri görecek kadar olgunsa muhakkak ki siz de bu badirelerden geçmişsinizdir.
Madem kendi memleketinizde, kendi dilinizle okuyup, yazıp ve yayınlayamıyorsunuz, o zaman size gurbetin yolları görünüyor demektir.
Peki, nereye?
Gittiğiniz yerde kafanızın rahat olacağını biliyor musunuz?
Gittiğiniz yerde onurunuza, gururunuza bir saldırı olmayacağını biliyor musunuz?
Memleketinizde yapamadığınızı oralarda yapabilecek misiniz?
Firat Ceweri, biliyor olmalıydı ki, gidişinden 35 yıl sonra bir gazeteye verdiği röportajda neden İsveç'e gittiğini şöyle anlatıyordu:
Yaklaşık 200 yıldır İsveç herhangi bir savaşa katılmadı, barış içinde yaşıyor. Bu durum İsveçlilerin demokrasi anlayışlarını artırdı ve bu anlayış bir sisteme dönüştü, bu sistem dünyanın geri kalanı tarafından biliniyor. Dünya hep savaşlar içinde oldu ve hala devam ediyor. Bolşevik İhtilali'nden sonra birçok muhalif yazar yönünü İsveç'e çevirdi. Daha uzaktan Batlık ülkeleri, Polonya, Macaristan ve Balkan Ülkeleri'nin yazarları İsveç'e yerleşti. Çin ve Arnavutluk'tan yazarlar geldi. İkinci Dünya Savaşı'nın ardından Nazi zulmünden kurtulan birçok yazar İsveç'e sığındı. Yunan, Latin Amerika ve Türkiye cuntaları yazarların bu ülkelerden göçmesine neden oldu ve bu yazarlar İsveç'e yerleşti. Kısacası totaliter ve fundamentalist sistemlerin zulmünden kaçan yazarlar özgürlüğün yolunu İsveç'te gördü ve bugün İsveç yüzlerce dünya yazarına ev sahipliği yapıyor.
Tarihin en eski kentlerinden biri olan, Amin Ma'luf'un "Işık Bahçelerinde" anlattığına göre Nakkaşlığı ile dünyaya nam salmış, hoşgörü ve hümanist felsefesi ile bütün insanlığa umut olmuş, daha Şeyh Bedrettin doğmadan yüzlerce, Marks ortaklıktan bahsetmeden iki bin yıl önce "yarin yanağından gayrı ortak olmalıdır her şeyimiz" diyen Mani Peygamberin şehri; efsanelerin, hikayelerin, destanların ve onlarca milleten geri kalan binlerce şarkının tepelerinde akislendiği Mardin şehrinden görülen, Nisibin, Nisibis, Kürtçe adıyla Nisêbîn ya da şimdiki adıyla Nusaybin bilinen bir şehir daha var o uçsuz bucaksız ovada.
Mardin'in kazası olabilir ama daha çok orası Mardin, Musul ve Şam'ın kavşak noktası ilim ve irfan merkeziydi. Cizre hükümet merkezi olsa da Nusaybin kozmopolit bir dinsel merkezdi.
Nusaybin'in tarihi İranlı Şah Firoz'un 3. Konsül'den sonra kovulan Piskopos Nesterius'un öğrencilerine kol kanat germesi ve burada bir okul açmalarına müsaade etmesiyle canlanmış ve günümüze kadar ki tarihi kayıt altına alınmış ender şehirlerimizden biridir.
Miladi 457'de kurulan bu mektepten 300 yıl sonra Yunan ve Roma klasikleri bu okul vasıtasıyla Arapça'ya çevrilecek ve insanlığın elindeki temel kaynakların birçoğu bu okulun sayesinde günümüze ulaşacaktır.
İşte bu okul ve daha sonra civarında kurulan İslam medreseleri Nusaybin'in kültürel zenginliğinin bir belgesi olacaktır.
Tarihi Nusaybin kenti Bağdat Demiryolunun açıldığı güne kadar şimdi Suriye'de kalan bir çok yerleşim yerinin merkezi iken, demiryolundan sonra Serxet-Hatüstü ve Binxet-Hataltı diye yapay bir bölünmeye tabi olmuştur.
Daha sonra kurulacak Türkiye Cumhuriyeti bu yapay bölünmeyi tabii hale getirecek ve vatandaşlarının topraklarını Fransa'nın egemenliğine terk edecekti.
Hat Üstü ve Hat Altı'nda kalana vatandaşlarının bir daha bir araya gelmemesi içinde bereketli Mezopotamya düzlüklerine mayınlar ekecekti.
Bereketli ve sulak arazilerde bin bir çeşit sebze ve meyve ekileceğine mayınlar ekilince de gelip gidenler o korkunç mayınlara bastılar.
Kimi hepten öldü ve kendinden kurtulurken yüzlercesi topal, çolak, kör ve sakat oldular.
Her topalın, çolağın ve sakatın ayrı bir hikayesi, farklı bir şarkısı oldu.
Binxet denilen yer görünüyordu, aha orasıydı; ama gidilemiyordu.
Oradakiler buradakilerin hasretiyle, buradakiler de oradakilerin hasretiyle yanıp tutuşuyorlardı. Bu hasret şarkı oluyor, stran ve hikaye oluyordu.
İşte bu hikayeler arasında Firat Cewerî, 1959'da, Mardin'in Nusaybin ilçesinde dünyaya geldi.
İlkokul, ortaokul ve liseyi memleketinde okudu. Daha çok genç iken edebiyatla tanıştı ve Nusaybinli olmanın hamuruyla, okumaya, araştırmaya meyletti.
Binlerce şarkı ve hikayeyle büyüyen biri olarak, başkalarının hikayelerini okudukça, şiirlerini gördükçe kendi iç sesini duyar oldu.
Kendi şiirlerini ve şarkılarını yazmaya heves etti. O heves ettikçe şiirler söylemeye, hikayeler anlatmaya; şiir ve hikayelerini dinleyecek birilerine de ihtiyaç duydu.
Zaten onun gençlik yılları Türkiye'de sağ ve sol denen yüzlerce grubun pıtrak gibi çıktığı yıllardı.
Onun memleketinde de epeyce bir örgüt vardı. Ama o daha çok sesine kulak verecek birilerini arıyordu ve kendisi bir grup arkadaşıyla beraber kültür sanat derneği gibi bir oluşumun öncülüğünü yaptı.
Lakin heyhat, o arkadaşları ile beraber kültür, sanat ve edebiyat yapmak için kurmaya çalıştığı teşkilatın, "vatanın bölünmez bütünlüğüne" yönelik bir organizasyon olduğunu bilmeyecek kadar saftı.
1980 yılında olacak ve onun gibi binlercesinin ağır işkencelerden geçeceği darbe olmadan İsveç'e gitti.
İsveç tam da aradığı yerdi. Kendi memleketinde kendisine yasak her ne var ise yeni memleketinde o şeyleri yapmak için teşvik ve destek vardı.
Üstelik manevi desteğin yanındaki maddi destek ise onu hem heyecanlandırıyor hem de gururlandırıyordu.
Kendi memleketinde uğruna hapishaneye girmeyi göze aldığı hikayelerinin bu yaban ellerde para etmesi, teşvik edilmesi ve destek görmesinden daha mutluluk verici ne olabilir ki?
Lakin bir sorunu vardı, ne yapmalıydı?
Bu soru 25-30 yıl öncesine kadar Kürtçe yazınsal faaliyetinin en önemli sorunuydu.
Özellikle de Kürt medrese çevrelerinden gelmeyen seküler Kürt edebiyatçıları için sorundu.
30 yıl öncesine kadar denebilir ki hiçbir Kürt edebiyatçısının kendi dilinde bir idolü, taklit edeceği bir ustası yoktu.
Cegerxwîn, Qedrican ve Sebri Botani gibi büyük modern şairler, Celadet Ali Bedirxan gibi çok yönlü aydın ve entelektüeller vardı; ama onların eserleri ortalıkta yoktu.
Yayınlanması, satılması örgüt üyeliğine eş değer bir terör suçuydu.
Onun içinde Firat Cewerî gibi bu yola baş koyan insanlar her ne yapacak ise kendisi yapmalı ve her nereye gidecek ise de kendisi gitmeliydi.
Gerçi İsveç'teki "Marifet iltifata tabiidir" ortamı ziyadesiyle uygundu yapmak istediği şeyleri yapmaya. İsveç'teki Kürt kolonisi geliştikçe yeni ihtiyaçları da ortaya çıkıyor, anadilde eğitim verilmesi daha çok insanın orayı tercih etmesine sebep oluyor, orada yazınsal faaliyetler artıyor ve yeni kurumsallaşmalara ihtiyaç hissediliyordu.
Cewerî'de bütün bu faaliyetlerin ortasında, Cegerxwîn ve Mehmet Uzun gibi daha çok tanınan yazar ve şairlerle ilişkilerini geliştirerek yeni ilişkiler ediniyordu.
Firat Cewerî bütün Kürtçe yazanlar gibi doğal ve tabii olarak şiirle başladı yazın hayatına. Ama kısa bir süre sonra öyküye ve ardından romana yöneldi.
Bu yıl onun sanatsal faaliyetlerinin 40'ncı yılıydı ve bu 40 yılda tam 40 eser verdi.
Öykü, roman, deneme, günlük vb. konuların yanı sıra birçok çeviride yaptı Kürtçe'ye.
Yeni ilişkilerinden biri de Celadet Ali Bedirxan'ın ailesi ve özellikle de kızı Prenses Sinemxan'dı.
Onun vasıtasıyla hem Celadet Bey'in hayatına nüfuz ediyor hem 1932'de yayınladığı Modern Kürt Edebiyatını en önemli almanağı ve antolojisi olan Hawar dergisinin bütün sayılarını toparlayarak İsveç'te yeniden yayımladı.
Hawar dergisinden aldığı coşkuyla o derginin daha modern ve daha derli toplu bir versiyonunu Nûdem adıyla yayımlamaya başladı.
1992'den 2000 yılına kadar toplamda 40 sayı olarak yayınlanan Nûdem dergisi en önemli ve değerli Kürt edebiyat dergilerinden biridir.
Diğeri ise Nûbihar'dır. Bu dergide yıllar boyu yayınlanan öykülerin yanı sıra başka derlemeler de yaparak Fırat Cewerî, en büyük Antolojiya Çîrokên Kurdî- Kürt Öykü Antolojisini oluşturdu ve yayımladı.
Nûdem dergisi ile beraber Nûdem-Werger adıyla Nûdem-Çeviriyi'de yayımlamaya başlıyor ve gücünün yettiği kadar dünya edebiyatından değerli yazarların eserlerini Kürtçe'ye kazandırıyor.
Bu meyanda John Steinbeck, Anton Çehov, Dostoyevski, Astrid Lindgren, Hemming Mankell ve Yaşar Kemal'den yaptığı çeviriler belki de adı geçen yazarların Kürtçe'ye ilk çevirilerdir.
Fırat Cewerî'nin velud ve çalışkan bir yazar oluşu onu Kürtlerin önemli bir kısmının çok hoşuna giden siyasete mesafeli olmasına sebep olmuş.
Sanırım o da, Kürt olmanın, Kürtçe yazmanın başlı başına büyük ve önemli bir siyaset olduğunun farkına varmıştır ki, siyasetini halkın genel menfaatleri ve insanlığın temel değerleri üzerine inşa etmiştir.
Genel olarak Kürt toplumu, onların siyasi örgütleri tarafından küçük siyasi keşmekeşliğe maruz bırakıldığı için bağımsız ve objektif yazarlarının ve değerlerinin çok farkında değil.
Ama Fırat Cewerî bu cendereyi de kırmış ve edebiyata aşina Kürt kitlesi içinde saygıya değer bir konumdadır.
Bu meyanda her siyaset onun bağımsızlığına ve tarafsızlığına önem veriyor.
2000 yılından bu yana eserleri ve çevirileri çok rağbet görüyor ve değişik yayınevlerince yayımlanıyor.
Ayrıca bir yazarı en gururlandıran ve ona kariyerinin doğru yolda olduğunu ispat eden etmenlerden biri de, eserlerinin başka dillere çevrilmesidir.
Ceweri, bu şerbeti de tatmış ve hemen bütün eserleri Türkçe'ye, bir kısmı Farsça'ya ve bir kısmı da İsveççe'ye çevrilmiştir.
Dediğim gibi 40 yılda 40 eseri olan Firat Ceweri'nin bütün eserlerinin tam listesi diyarname.com sitesindeki, kendisiyle ilgili bir makalede var.
Bazıları ise şunlardır:
Gırti - Mahpus; Kevoka Spi - Beyaz Güvercin; Çand,Huner û Edebiyat - Kültür,Sanat Ve Edebiyat; Gotinen Navdara - Tanınmışların Meşhur Sözleri; Lı Mala Mîr Celadet Ali Bedırxan - Mir Celadet Ali Bedirhan'nın Evinde; Ez ê yekî bikujim - Birini öldüreceğim; Maria Melekek Bû, Maria Bir Melekti; Lehî - Sel.
Fırat Cewerî, 40 yıllık yazın emektarlığında birçok kez değişik ödüllere de layık görülmüş.
Ancak benim tahminimce onu en mutlu eden ödül, birkaç ay önce Kürdistan Bölgesel Hükümeti Kültür Bakanlığı'nın kendisine verdiği Altın Kalem ödülüdür.
Bu vesile ile biz de kendisini tebrik ediyor, yakışıklı prensin daha uzun yıllar kendi diline, halkına ve insanlığa faydalı işler yapması umuduyla sağlık ve sıhhat dileriz...
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish