Bütün dünyada olduğu gibi, Almanya’da da Kovid-19 pandemisi ile mücadelenin orta ve uzun vadeli sonuçlarının ne olacağı sorgulamasına yol açıyor.
Salgın sadece ekonomi için değil, Alman demokrasisi için de ciddi bir tehdit oluşturmaktadır.
Dünya tarihinden biliyoruz ki kriz dönemleri peşinden korunma ihtiyacı, istikrar arayışı ve güçlü liderlik talebini getiriyor.
Dani Rodrik’in, “krizin dünyayı bambaşka bir yörüngeye sokmak yerine, var olan eğilimleri” yoğunlaştıracağı yönündeki son derece makul varsayımından hareket ettiğimizde, otoriteryenleşme tehlikesini Almanya için abartılı bulabiliriz.
Hatta tersi yönde birçok gösterge dahi sıralanabilir.
Nihayetinde Almanya güçlü bir hukuk devleti yapısına ve köklü ve çoğulcu bir parlamenter demokrasiye sahip.
ABD ve Fransa Başkanları Trump ve Macron’dan farklı olarak Almanya Şansölyesi Merkel’in Kovid-19 salgını ile mücadele bağlamında savaş retoriği yerine son derece objektif, ihtiyatlı ve sağduyulu bir söylemi tercih ettiğini görüyoruz.
Buna rağmen Almanya’da da ilan edilmemiş, Portekiz’de olduğu gibi parlamento tarafından onaylanmamış bir olağanüstü hal sürmekte.
Sonuçta Almanya’da da siyasi erk -demokratik kurallara tam uymayan, teamüllerin dışında- olağanüstü kararlar almakta, kişi hak ve hürriyetlerini sınırlandırıcı yasaklar koymakta, halkın sosyal yaşamını kısıtlamaktadır.
Bu durum Alman demokrasisi için ilk tehdidi oluşturmaktadır.
Her ne kadar siyasi erk sahipleri içinde bulunulan olağanüstü durumu gayrimeşru bir erk gaspı ya da iktidarlarını otoriter bir zemine taşımak için bir şans olarak değerlendirmeseler de -örneğin Macaristan’da olduğu gibi– tarihteki olağanüstü hal örnekleri bize dikkatli olmayı dayatıyor.
Olağanüstü dönemlerin kendine has bir dinamiği de olağandışı uygulamaları karar vericilerde ve halk arasında bir süreklilik ve düzenlilik hissi yaratması, alışkanlıklara yol açmasıdır.
Parlamento denetiminden uzak, hızlı ve etkin kararlar almanın tadına varan yürütme mensupları, bunu olağanüstü koşulların ortadan kalkması sonrasında da devam ettirmek isteyebilmektedirler.
Zorluk ve muhalefetle karşılaştıklarında zaruri ve hızlı eylem gerekçesiyle kuvvetler ayrımını aşındırma, hukukun üstünlüğüne riayet etmeme gibi eğilimler gösterebilmektedirler.
Böylesi bir durumda toplumdan çok güçlü bir itiraz beklemek de yanlış olur. Çünkü yaşanılan karantina süreci insanları evlere hapsederken, bireyler ve gruplar arasındaki mesafeyi de büyüterek atomize bir toplum yarattı.
Kovid-19 ile mücadelenin dayanışma bilincini kuvvetlendirdiği, insanları daha dayanışmacı yaptığına dair güçlü göstergelere sahip değiliz.
Almanya demokrasisi için ikinci bir tehdit ise krizin uzaması sonucu iktidarın derin bir meşruiyet krizi içine düşebileceğidir.
Bu birçok kişiye abartılı ya da çok uzak bir ihtimalmiş gibi gelebilir. Sonuçta Kovid-19 salgınının gündemin baş köşesine oturması ile aşırı sağcı ve sağ milliyetçi-popülist aktörler ortalıktan adeta kaybolmadılar mı?
Gerçekten de sağ popülist partilerin toplumsal desteğinde önemli bir gerileme gözlemlemekteyiz.
13 Şubat’ta seçmenler nezdinde yüzde 14’lük bir desteğe sahip olan AfD’nin (Almanya İçin Alternatif) oyları 2 Nisan’daki ankette (infratest dimap) yüzde 10’a geriledi.
Buna mukabil Şansölye Merkel’in iktidar partisi Hıristiyan Sosyal ve Birlik Parti’lerinin oyları yüzde 28’den yüzde 38’e yükseldi (INSA/YouGov, 6.4.2020).
Buradan hareketle Alman toplumunun hükümetin kriz yönetiminden memnun olduğu sonucunu çıkarabiliriz.
Kaldı ki ilk bakışta Almanya’nın İtalya, İspanya, İngiltere ve Fransa gibi ülkelerle karşılaştırıldığında hem hasta sayısının artışı hem de ölümlerin “düşük” olması bakımından başarılı bir kriz yönetimi sergilediği düşünülebilir.
Ancak daha dikkatli bakınca ortaya, Almanya’daki iktidarın da aczini açığa vuran, farklı bir tablo çıkıyor.
Kovid-19 salgının bir epidemi olduğunun Çin’den gelen haberlerden ocaktan itibaren anlaşılmasına ve İtalya’daki durumun şubat sonlarından itibaren bilinmesine rağmen, Alman hükümeti ilk kapsamlı önlemleri ancak mart ortalarında aldı.
Almanya, 2012 yılında olası epidemi ve pandemilerle ilgili meclise sunulan bir rapora ve olası salgın hastalıklar konusunun 2017’deki Hamburg’daki G-20 zirvesinde tartışılmış olmasına rağmen, ciddi anlamda önlem almamış.
Bunu sağlık sistemi ile ilgili kaygılardan (yatak, yoğun bakım ünitesi ve personel sayısının yetersizliği vs) ve maske ve solunum cihazı gibi tıbbi malzemelerin eksikliğinden anlıyoruz.
Bütün bunlar kriz ilerledikçe ve sonrasında şu anki durumun tam tersine hükümet ve iktidar partileri aleyhine dönebilir.
Bundan da milliyetçi, popülist sağcı parti AfD karlı çıkabilir, çünkü şu anda Almanya’daki en güçlü muhalefet partisi ve kendini mevcut siyasal sistemin ve oturmuş partilerin karşısında konumlandırmakta.
Unutmayalım ki aşırı ve milliyetçi-popülist sağ ideolojilerde “ulus” ve “millet” canlı bir organizma olarak tasavvur edilir.
Bu “milli organizmanın” (Almanca: “Volkskörper”) yabancı unsurlardan, göç, saldırı ve salgınlardan korunması gerektiği iddiası bu tür ideolojilerin merkezinde yer almaktadır.
Dolayısıyla aşırı sağcı ve milliyetçi-popülistler dışarıya karşı milliyetçi bir içe kapanmayı, iktisadi korumacılığı, içeride ise etnik bir ayrışmayı merkezlerine koydukları söylemlerine, belirsizliğin, korkunun ve ekonomik durgunluğun hâkim olduğu toplumda ciddi bir taban bulabilirler.
Geniş önlemlerin başlaması ile gelecek korkusu içine düşen ve kendini kurtarma derdinde olan bireylerin bencil, içe kapalı dar grupçu reflekslerine şahit olduk.
Göçmenlere, mültecilere, yaşlılara ve hastalara dönük tahammülsüzlük örneklerini okuduk medyadan.
İleride Kovid-19 salgını önlemlerinin yol açtığı krizin maliyetini kimin üstleneceğinin tartışmasının başladığını düşünün.
Böylesi bir ortamda toplumsal tepkinin iktidara yönelmesini engellemek için çareyi milliyetçilikte bulabilir yönetici sınıf.
Bu da aşırı sağcı ve milliyetçi-popülist aktörler için bir başka fırsat olabilir.
Krizin derinleşmesi sonucu ortaya çıkabilecek bir otorite zaafı ise aşırı sağcı çevreleri geçtiğimiz aylarda Halle ve Hanau’da gözlemlediğimiz türden terör eylemlerine cesaretlendirebilir.
Özetle, mevcut göstergeler demokrasinin Kovid-19 krizinden güçlenerek değil, yara alarak çıkacağı yönünde.
Otoriter bir siyasal sisteme ve milliyetçi bir toplumsal yapıya geçilip geçilmeyeceği ise karar vericilerin kriz yönetimine, demokratik güçlerin etkinliğine ve biraz da şansa bağlı olacak.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish