Aşağıda okuyacaklarınız benim Ergenekon Davası kapsamında savcının esas hakkındaki mütalasına karşı yaptığım son savunmamdan alınmış bir bölümdür.
Hemen hemen altı yıla yakın bir zamandır yürütülen ve 2012 yılı nisan ayından itibaren İnternet Andıçı Davası'nın da eklemlendiği bu dava ve diğer isimli davaların temel amacının öncelikle TSK’da bir tasfiyeyi gerçekleştirmek, askeri vesayetin kaldırılması adı altında silahlı kuvvetleri sindirmek ve pasifize etmek olduğunu belirtmek istiyorum.
Türkiye’de yapılacak köklü değişiklikler, PKK terörü dahil sorunların çözümü için yapılacaklar, dış politikada farklı yaklaşımlar, ABD/Batı’nın menfaatleri doğrultusunda bölge ülkelerine/bölgeye yönelik faaliyetler vb. için silahlı kuvvetler de daha önce belirlenen isimlerin tasfiyesi suretiyle rejimin omurgasını teşkil eden silahlı kuvvetlerin, toplumun sinir uçlarını teşkil eden önemli isimlerin tutuklanmasıyla da muhalefetin dolayısıyla toplumun baskı altına alınması hedeflenmişti.
ABD/Batı’nın Türkiye ve bölge için uygun gördüğü düzen ancak yaratılacak korku ve baskı ortamıyla oluşturulabilirdi.
Sonuçta hazırlıkları 1999'da yapılan, 12 Eylül 1980 ve 28 Şubat 1997'deki müdahalelerle oluşturulan ortamın (belki de bunu 12 Mart 1971'den başlatabiliriz) Türkiye’de yarattığı sosyal yapı bugün yürütülen davaların açılmasına imkan sağlamıştır.
Askeri müdahalelerin ve 1984 yılından beri devam eden PKK terörünün oluşturduğu zemin, ABD/Batı’nın ve onların işbirlikçilerinin Türkiye’de ve bölgede arzu edilen değişimin sağlanması için hazırlanan planların uygulanmasına fırsat vermiştir.
TSK ve onun generalleri/amiralleri, subayları, astsubayları yazılı ve görsel medyada, internet medyasında, sosyal paylaşım sitelerinde itibarsızlaştırılmış, halkına darbeci, casus, şantajcı, kendi halkının canına ve malına kasteden, ona silah doğrultan, PKK terörü ile mücadeleyi beceremeyen, büyük hatalar yapan, bazen teröristlere yardım eden suçlular olarak gösterilmiş ve büyük bir karalama kampanyası açılmıştır.
TSK personeli üretilen sahte delillerle, resmi ve yasal evrakların amaçlı yorumlanmasıyla tutuklanmış, tecrit edilmiş ve ağır ithamlarla suçlanmıştır. Sanal örgüt yaratılmış, birbirini ilk defa gören insanlar örgüt üyesi, örgüt yöneticisi olarak gösterilmiş ve TSK’yi suç örgütü olarak lanse edilmiştir.
İnsanların şeref ve onurlarıyla oynanmış, yaşamlarının büyük bir bölümünü adadıkları silahlı kuvvetlerden koparılmış, büyük bir fedakarlık ve cesaretle görev yaptıkları unutulmuş ve insanlar darbeci, suikastçı, fuhuşcu, şantajcı, casus vb. yakıştırmalarla yaftalanmıştır.
Bütün bu faaliyetlerin literatürdeki adı (açılan davalar, yapılan psikolojik harekat dahil) ordunun öznel kontrolüdür. Bütün demokratik ve medeni ülkelerde olduğu gibi ordunun demokratik kontrolünün Türkiye için elzem olduğunu kabul etmek zorundayız.
Ama silahlı kuvvetleri kendi kontrolunuza almak istiyorsanız, onun generalini/amiralini, subayını ve astsubayını itibarsızlaştırmalısınız. Bunun dünyada en çok uygulanan metodu yargının kullanılarak silahlı kuvvetlerin pasifize edilmesi, içindeki güven, itimat ve saygının ortadan kaldırılması, halk desteğinin azaltılmasıdır. Türkiye’de de yapılan budur.
Aynı metodlar daha önce hem Osmanlı İmparatorluğu döneminde, hem de Cumhuriyet döneminde uygulanmıştır. Yargı, yürütmenin (Türkiye’de yasamaya da hakim) düzenlediği tertiplere (Emniyet ve istihbaratı kullanarak) uygun davalar yürüterek bir bakıma bu faaliyetlere özellikle 1960 yılından beri maalesef alet olmuş ya da alet olmak zorunda bırakılmıştır.
Biraz önce silahlı kuvvetlerin öznel kontrol tedbirleriyle kontrol altına alınmasından bahsettim. Öznel kontrol tedbirleri doğrudan orduyu, ordunun personelini hedef alan ve onu tamamen kayıtsız şartsız iktidara bağlı kılma amacını taşıyan birkontrol unsurudur ve diktatörlerin çoğu bu yöntemi tercih etmiş ve kendi ordusunu yaratmaya çalışmıştır.
Diğer bir sistem nesnel kontrol tedbirleri olup, ordunun kendi alanındaki faaliyetlerle sınırlandırılmasıdır. Burada ordunun kendi profesyonel alanında hareket serbestisinden bahsedilebilir.
Maalesef şu anda yapılan ordunun öznel kontrolüdür. Daha önce de belirttim, bütün demokratik ülkelerde olduğu gibi ordunun demokratik kontrolü konusunda kimsenin söyleyecek lafı olamaz. Ama ülkemizde yapılan farklı bir şeydir.
Ordu’nun generalleri/amirallerini, subaylarını, astsubaylarını suçlayarak, itibarsızlaştırarak ve yargı eliyle tasfiyesini ve cezalandırılmasını sağlayarak, ordunun baskı altına alınması, pasifize edilmesi yolu tercih edilmiştir.
Umarım bu yol Türkiye’nin bekası, istikrarı, güvenliği ve halkının refahının sağlanmasında büyük sorunlara sebep olmaz.
Ordu gibi bir ülkenin omurgasını teşkil eden organizasyonlarla oynadığınız zaman, kısa sürede yerine koyamayacağınız önemli bir güç kaybıyla karşılaşırsınız. Bölgede ve dünyada itibarınız azalır, inandırıcılığınız, yaptırım gücünüz aşınır. Bunun örneklerini hem Osmanlı İmparatorluğu hem de Cumhuriyet döneminde yeterince görmek mümkündür.
Ordunun kontrolü için yürütmenin bu şekilde tertiplere girmesi, üretilmiş delillerle insanların suçlanması, itibarsızlaştırılması, önceden belirlenmiş isimlerin tutuklanması, yargılanması, tasfiye edilmesi ve adeta düşman hukukunun uygulanmasının kabul edilebilir olmadığını, eninde sonunda bu tertiplerin açığa çıkacağını ve haklılığımızın görüleceğini biliyorum.
Yakın tarihimizde silahlı kuvvetlerin siyasete yaptığı müdahaleler, onun darbeci, halkına karşı silah doğrultan, PKK terörü konusunda çözümü engelleyen bir yapı olarak gösterilmesini kolaylaştırmıştır.
Söz konusu tasfiyenin yapılabilmesi ve silahlı kuvvetlerin sindirilmesi için tertiplerin planlanması, bunların uygulamaya konmasında, silahlı kuvvetlere yapıştırılan darbeci ordu, darbeci general/amiral, darbeci subay yaftası kolaylaştırıcı bir etken olmuştur.
Ama bütün bu deneyimlerden sonra TSK'deki kontrol tedbirleri (hem yukarıdan aşağıya, hem aşağıdan yukarıya uygulanan kontrol tedbirler) TSK’de illegal faaliyetlere imkan vermez. Kişisel bazda bir takım suçlar işlenebilirse de bunlar sistem tarafından zaten tasfiye edilir.
Hele hele TSK general/amirali, subayı, astsubayının bilerek isteyerek terör örgütüne yardımı, onun faaliyetlerine göz yumması düşünülemez bile. Bunu düşünenlerin Türk Ordusunu, generalini/amiralini, subayını, astsubayını tanımadığını belirtmem gerekiyor.
Türk Ordusuna bu yaftaları yapıştıranlar, onu millet düşmanı gibi gösterenler, Genelkurmay Karargahını terör örgütü olarak görenler, TSK’nın 30 yıllık terörle mücadelesinde generalinin/amiralinin, subayının, astsubayının, uzmanının fedakarca ve kahramanca mücadelesini gözardı edenler attıkları bu iftiranın altında kalacaklardır.
Her şey önünde sonunda ortaya çıkar ve çıkacaktır. Bu tertiplerde zamanla ortaya çıkacak ve halkımız her şeyi daha iyi anlayacaktır. Tarihin akışını ve ilerlemeyi önlemek mümkün değildir. Zaman zaman duraklamalar olsa bile.
'Peki, bütün bunları biliyordun, değerlendiriyordun da sen ne yaptın' diye bir soru sorulabilir. Genelkurmay Karargahında göreve başladığım 2007 Ağustos ayından sonra bütün bu değerlendirmelerimi üstlerime ve amirlerime aktardım. En azından bunu söyleyebilirim.
İkinci olarak değineceğim konu; iddia makamının esas hakkındaki mütalaası ile ilgili genel ve kısa bir değerlendirmedir.
Esas hakkındaki mütalaa birbiriyle alakası olmayan 23 adet davanın biraraya getirildiği garip bir metindir. Metnin edebi yapısı bir yana, hukuki anlamda da bir bütünlük arzetmediğini ve kurgusunun da çok acemice çatıldığını görüyoruz.
İnsanlara ağırlaştırılmış müebbet gibi çok ağır cezaların istendiği bir yargılamada, 'Da Vinci Şifresi' gibi romanların yazarı Dan Brown’un kurgusunu beklemesek bile, iddia makamının bu konuda daha özenli davranmasını umut ederdik.
'Ben yaptım, oldu' mantığıyla hazırlanan mütalaada her türlü şüpheden uzak, somut ve inandırıcı delillere dayalı bir suç isnadı yapıldığını söyleyebilmek mümkün değildir. Nereden ve nasıl edinildiği belli olmayan kanaatlerle bir sonuca varılmaya çalışılmış, ama ortaya inandırıcı olmayan, ayakları havada bir metin çıkmıştır.
Olaylar, faaliyetler birbirine bağlanırken ne tarih ne personelin görev yeri ne de mantıki bir ilişkiye dikkat edilmiştir. Her şey iddia makamının kanaatlerine göre düzenlenmiştir.
Peki, bu kanaatler nasıl oluşmuş, nasıl bu sonuca ulaşılmıştır? Bu husus açık olmadığı gibi adeta vahiy yoluyla çıkarsamalarda bulunulduğu görülmektedir.
Sebep-sonuç ilişkisi bile dikkate alınmamış, sadece yazılmak istenen sonuç yazılmıştır. İddia makamı kovuşturma safhasını yok ya da yapılmamış farzederek, duruşmalarda sanıkların, tanıkların söylediklerini, mahkemeye gelen evrakları bile dikkate alma zahmetine girmeden iddianamede belirttiği hususları aynıyla tekrarlamıştır.
Değişen bir şey var mı, siz karar verin.
Yargı ne kadar bağımsız ya da yönlendirilmeye açık?
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish