Halit Refiğ’in 1986 yapımı “Teyzem” filminin senaristliğiyle başladığı sinema yolculuğuna iki kadının imkansız aşkını konu alan “Aşk, Büyü, vs.” ile devam eden usta yönetmen Ümit Ünal, hem filmleriyle hem de çok yönlü sanatçı kimliğiyle Türkiye sinemasında çok özel bir yere sahip.
56. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde SİYAD En İyi Film, Jüri Özel Ödülü ve En İyi Kadın Oyuncu ödülleri alan “Aşk, Büyü, vs.” filminin usta yönetmeni Ümit Ünal ile festival sonrası buluşup hem çok konuşulacak filmini hem de festivalin ödül töreninden sonra yaşanan tartışmaları Independent Türkçe için konuştuk.
- “Aşk, Büyü, vs.” iki kadının yıllara yayılan imkansız aşkı üzerinden sınıfsal engellere temas ediyor. Sinemamızda çok sık rastlanmayan bir filme imza attınız. Senaryoyu yazarken nelerden beslendiniz?
Tabii ki hikayelerin tam olarak nasıl, nereden doğduğunu bilmek imkansız. Aklımızda, kalbimizde biriken bir sürü şey birbirini tetikliyor sonra da içten içe dünyaya gelmek, canlanmak için dürtüyor insanı.
Bazen bir görüntü, bazen bir diyalog parçası, bazen bir ses ya da bir mekan... Her konuda olduğu gibi aşklarda da adaletsizlikler, haksızlıklar var.
Yaşanan bir aşk yüzünden haksızlığa uğramış birini ve yıllar sonra onu “kurtarmaya” gelmiş bir diğerini hayal ettim.
"Peki, aralarındaki aşk ne kadar gerçek?
Gerçekten 20 yıl gibi uzun bir zamana dayanabilmiş mi?
Peki ya inandıkları aşk gerçek değilse, her şey bir büyüye dayalı bir yanılsamadan ibaretse?"
Böyle sorulardan yola çıktım ve yavaş yavaş hikayenin detayları şekillendi.
- Filmleriniz edebiyatla ve özellikle şiirle kol kola yürüyor. “Aşk, Büyü, vs.”de karakterlerin şiirle ve kitaplarla kurdukları ilişkide de bunu görüyoruz.
Çok konuşkan, bol diyaloglu filmler yazıyorsunuz. Bir yazar olarak sinemanızın ‘edebi’ hallerine dair ne dersiniz?
Bazı sinemacılar sinemadan beslenir. Tarantino mesela, filmleri başka yüzlerce filmin parodisi.
Ben önce hayattan sonra edebiyattan besleniyorum. Diyalog yazmayı ve insanları uzun uzun konuşturmayı da seviyorum.
Ama “edebi” diyaloglardan özellikle kaçınıyorum. Doğal bir dil yakalamaya çalışıyorum.
Bazı filmlerimin bu kadar çok konuşuyor olmasının, anlatımı diyalog ve oyunculuk üzerine yüklememin temel nedeni kısıtlı bütçeler.
Çok param olursa, çok çeşitli mekanlarda geçen görsel tarafı çok daha ağır basan işler de yapabilirim.
Resim yapıyorum, fotoğraflar çekiyorum, bunlarla üç sergi açtım, satış bir başarı ölçüsüyse çok da başarılı oldular. Yani görsel açıdan bir eksiğim yok. (Gülüyor)
“Filmlerde cinselliğin kullanımı her zaman suistimale açık olmuştur”
- “Aşk, Büyü, vs.”de, hem kadınlar arasındaki aşkı hem de toplumsal baskıyı abartıdan uzak, daha içe dönük bir dille perdeye taşıyorsunuz.
Sömürüye müsait bu konularda daha sakin ve öfkeden uzak bir dil yakaladığınızı düşünüyor musunuz?
Tüm filmlerimde konuya serinkanlı yaklaşmaya ve seyirciyi manipüle etmekten kaçınmaya çalışıyorum.
Seyirciyi akılcı ve samimi bir sohbete, dertleşmeye davet ediyorum. Bu filmde de öyle.
Filmlerde cinselliğin kullanımı her zaman suistimale açık olmuştur. Bazı yönetmenler sevişme sahnelerini ticari amaçlarla seyirciyi tahrik etmek için kullanır.
Ben bir yemek sahnesi, bir iş toplantısı ya da kahvede çay içip sohbet etmeyi gösterir gibi, bir insan ilişkisinin herhangi bir boyutunu işaret ederek kullanmaya çalıştım hep.
- Senaryosunu yazdığınız “Teyzem” ve yönetmenliğini yaptığınız “Nar”, “Sofra Sırları” ve “Aşk, Büyü, vs.”de ana karakterler hep kadınlar oldu.
Hayatın kıyısında kalan ve isyan eden bu güçlü kadınları yazarken heyecanlandıran ne?
İlk senaryomdan beri kadınların hikayelerini anlatıyorum daha çok. Bu, kendimi onların dünyasına yakın, maço erkek dünyasına uzak hissetmemle alakalı olabilir.
Ama yazdığım karakterlerin tümü beklenen cinsiyet kalıplarının dışında, kenarda kalmış insanlar. Sıradan kadın ve erkeklerden çok, farklı insanları yazmayı seviyorum.
- “Aşk, Büyü, vs.” Büyükada’da geçiyor. Kapalı, masalsı ve şiirsel bir mekan olarak kullanıyorsunuz adayı. Hikayeyi yazarken ada fikri hep var mıydı?
Evet ben neredeyse dört yıldır adada yaşıyorum. Hikayeyi ve senaryoyu tamamen buraya göre tasarladım.
Günlük yürüyüşler sırasında adanın yokuşları, merdivenlerinde filmin sahneleri tek tek gözümün önünde canlandı.
Büyükada'nın kendine özgü bir kültürü var. Küçük bir alanda her kesimden insan bir arada. Bir başrol gibi filmin temelinde yer alan bir mekan oldu.
- “Aşk, Büyü, vs.” iki kadın arasındaki cinselliği ve tutkuyu daha sözel ve kapalı gösteren bir film.
Netflix’teki dizilerin bile “eşcinselliği teşvik ettiği” söyleminin olduğu bir zamanda, bu filmi yaparken baskıdan çekindiğiniz oldu mu? Kendinize otosansür uyguladınız mı?
Çekinmedim dersem yalan olur. Ama anlattığım hikayeden fedakarlık etmedim, kendime engel olmadım.
Filmin asıl konusu iki kadın arasındaki cinsellik değil. Asıl konu sınıfsal eşitsizlik yüzünden birinin hayatının mahvolmuş olması, diğerinin hayatına kaldığı yerden devam etmesi.
Cinselliğe de gerektiği kadar ve istediğim kadar yer verdim filmde. Bu “eşcinselliğe teşvik” ya da özendirme konusunu konuşmak gerek.
Özetle; kimse “özendiği” için eşcinsel olmaz. Cinsel davranışımız doğuştan gelir, genlerimizde yazılıdır.
Özenerek sigaraya başlayabilir, vejeteryan olabilir, belli bir marka içeceği içmek ya da belli bir modaya uygun giyinmek isteyebilirsiniz.
Ama cinsellik o kadar basit bir şey değil. Kökleri çok daha derinde olan, değişmesi imkansız bir şey.
Bir heteroseksüel zorla ya da özendirerek eşcinsel yapılamayacağı gibi, bir eşcinsel de zorla ve baskıyla cinsel kimliğinden vazgeçemez. Ama cinsel kimliği baskılanan biri mutsuz olur, hastalanır.
Ülkemiz cinsel suçların korkunç yaygın olduğu bir ülke. Sadece eşcinsellik değil, cinsellikle ilgili her şey daha çok konuşulmalı, daha görünür olmalı ve tartışılmalı.
- “Aşk, Büyü, vs.” ve daha önceki fimlerinizde büyü, fal ve maneviyat da öne çıkan temalar arasında…
Sinemamızda ideolojik sınırlara hapsolmuş “metafizik” dünyaya dair neler söylemek istersiniz?
Benim metafizik inançlarım yok. Fakat ruhlar, hayaletler, büyü, fal vs. gibi konuları, genelde inanç meselesini bir edebi/sinemasal tema olarak ele almayı seviyorum.
Tüm işlerimde gerçeküstü durumlar, rüyalar, hayaller, fiziksel açıdan imkansız haller var.
Karakterlerimi ve seyirciyi inançları açısından ikilemde bırakmayı, inançlarını sorgulatmayı seviyorum.
- Filminiz 56. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde gösterildi ve çok sevildi. Siyad En İyi Film, Jüri Özel Ödülü ve En İyi Kadın Oyuncu ödüllerini aldı.
Festival sizin için nasıl geçti? Ulusal yarışmanın geri dönmesine dair ne dersiniz?
Film seyirciyle ilk kez Antalya'da buluştu. Daha önce 40 kişilik bir ekip gösterimi yapmıştık sadece.
Gördüğümüz tepki beni çok şaşırttı ve mutlu etti. Filmin son jenerik yazıları çıkmaya başlayınca dev bir alkış koptu, bravolar yükseldi.
Açıkçası bugüne kadar hiçbir filmimin gösteriminde böyle bir coşkuyla karşılaşmamıştım. Gösterim sonrası bizi kutlayan insanların gözlerinde gördüğüm pırıltı her şeye değerdi.
Filmin duygusunu seyirciye aktarmayı başarmışım demek ki. Gösterimin ardından festival güzel geçti. Bir sürü röportaj yaptık, festival ekibince çok güzel ağırlandık.
Antalya'nın 2 yıl ara vermesi büyük talihsizlikti. Geri dönüşü bence çok hayırlı oldu.
- Festival son gününe kadar çok coşkulu ve güzel geçerken, ödül töreninde sonra jürinin kararları nedeniyle büyük tartışmalar yaşandı.
Eleştirmenler ve seyirci tarafından geçer not almayan Bozkır filminin 11 ödül alması çok tartışıldı. Jürinin kararlarına dair ne dersiniz?
Yarışmanın jürisini ve kurallarını kabul edip yarışmada yer almış biri olarak sonuçlar hakkında konuşmam doğru olmaz. Üstelik Bozkır göremediğim dört filmden biri.
Kararlara itiraz hakkım yok. Ama defalarca jüri üyesi olmuş ve iki kez jüri başkanlığı yapmış biri olarak şunları söyleyebilirim:
Sanatçı işini yaparken öznel olmak zorundadır, nesnel sanat olmaz. Ama jürilik gibi bir “kamu görevi” üstlendiğinde nesnel olmaya gayret etmelidir.
Kimi sanatçılardan kurulu jüriler bunu başarır, kimi feci şekilde sınıfta kalır.
Geçmiş yıllarda Antalya'da Reha Erdem'in en güzel filmlerinden “Korkuyorum Anne” yerine bir daha hiç film yapmayan bir genç yönetmenin başarısız ilk filmine büyük ödül verildiğini gördük.
Başka bir yıl Nuri Bilge'nin Cannes'dan ödülle dönen “Üç Maymun” filminin sıfır ödül aldığını da gördük. O yılların tepkisel ödüllerini kimse hatırlamıyor, ama “Korkuyorum Anne” ve “Üç Maymun” hala büyük.
Festivaller şenliktir, evet ve her şenlik yeri gibi gürültü ve kalabalık hakimdir oralarda. Ama sanatta asıl olay gürültü ve kalabalık değil, sükunet ve teke tek insan ilişkisi. Zaman her işin gerçek değerini veriyor.
- Yeni film ve kitap projeleriniz var mı? Neler yapıyorsunuz bu aralar?
Yarıda kalmış bir kitap var. Bekliyor, çünkü bugünlerde benim için sinema yine öne geçti.
Yapımcılarla görüştüğüm iki film projesi de var. Hangisi öne geçer bilemiyorum. Yakında haber veririm umarım.
© The Independentturkish