Psychedelic ve asi; BaBa ZuLa'nın "İstanbul Sokakları"

Maaz İbrahimoğlu Independent Türkçe için BaBa ZuLa'nın kurucularından Murat Ertel ile konuştu

Fotoğraf: Tankut Kılınç

Türkiye'nin en psychedelic ve en sıra dışı müzik gruplarının başından gelen BaBa ZuLa'nın yeni albümü çıktı.

Grup, ülkenin en temel sorunlarını yer yer trajik ama çoğunlukla protest ve ironik bir şekilde dile getiriyor.  

Kendine has psychedelic müzik tarzıyla "İstanbul Sokakları"nı anlatan grubun albüm kapağında ise çizgi roman karakteri Abdülcanbaz var. 
 

BaBa ZuLa 4
Fotoğraf: Instagram - @babazula

 

Avrupa turnesine çıkan grup, önceki günlerde Hollanda'nın Amsterdam, Rotterdam, tilburg şehirlerinde konserler verdi.

İlk konserini Amsterdam Melkweg'de veren BaBa ZuLa, hem Türkiye'den hem de farklı ülkelerden gelen müzik dinleyicilerine yine unutulmaz bir gece yaşattı.
 


Adeta eski zamanın asi ve kalenderi dervişleri olarak sahneye çıkan grup, "Bu dünyada günün var mı, bu dünyada kaç günün kaldı" diyerek seslendi.  

"Basına özgürlük", "hayvanlara merhamet", "üniversitelere özerklik" gibi temaları dile getiren grup, haksızlıklara, talana ve sömürüye karşı sazıyla- sözüyle haykırdı. Gelen dinleyicileri mest etti.

Aynı zamanda Hollanda doğumlu Kürt sanatçı Meral Polat da BaBa ZuLa'nın sahnesinde konuk sanatçı olarak yer aldı.

Sahnede kendine has tarzı ve enerjisiyle BaBa ZuLa ile bütünleşen Polat'ın performansı beğeni topladı. 
 

BaBa ZuLa 8
Fotoğraf: Instagram - @babazula

 

4 yıl sonra "İstanbul Sokakları" albümüyle karşımıza çıkan BaBa ZuLa ile hazır fırsat bulmuşken söyleştik.

Grubun kurucularından Murat Ertel, bu albümle İstanbul'un 4 yanını ve 4 yönünü anlatmaya çalıştıklarını söyleyerek albümün de "4x4'lük bir yapısı" olduğunu belirtiyor.

Ertel'e göre BaBa ZuLa ünlü karikatürist Turhan Selçuk'un çizdiği Abdülcanbaz'ın yolunda… 
 

BaBa ZuLa 7
BaBa ZuLa'nın kurucularından Murat Ertel, Independent Türkçe için Maaz İbrahimoğlu'nun sorularını yanıtladı / Fotoğraf: Instagram - @babazula


"İstanbul Sokakları"ndan başlamak istiyorum. Albümünüzde İstanbul'daki sokak çalgıcısından kuşlarına, boğazdaki martıların sesinden anonslara kadar birçok farklı şey duyuyoruz. Siz bu albümde bu farklı seslerle kimlerin sesi olmak istediniz?

Bu albümde en çok yaşadığım, doğduğum, büyüdüğüm kent olan İstanbul'un sesi olmak istedim.

Herkes bu şehrin sokaklarının sesi olmak istedi. Tabii aynı zamanda buradan hareketle, ilk önce Türkiye'ye yayıldık sonra da dünyaya yayıldık.

Buranın sesi olduğumuzu düşünüyorum. Albümün 4x4 şarkılık bir yapısı var.

Taksim geleneğinde önemli ve kaybolmakta olan bir müzik türü olduğunu düşünmekteyim.

Bu taksimlerde İstanbul'un 4 yönünü anlatmaya çalıştım. İnsanlar bu albümü dinlediklerinde kendilerini mekansal bir yolculuk içinde bulsunlar istedim.

Dinleyen herkesin İstanbul'a ışınlanmasını arzuladım. 
 


8 yıl evvel yaptığımız söyleşide, egemenlerin Türkiye'deki dinsel, cinsel ve etnik sorunları kullanarak halkın menfaatine olan şeyleri manipüle ettiklerini söylediniz. Özellikle egemen sınıfların tabu haline getirdikleri konularla yarattıkları baskı ortamını eleştirdiniz. Bugün ne tür sorunlar görüyorsunuz? Sorunların mahiyetinde bir değişme var mı?

Sorunlar çok fazla değişmiyor. Aslında baktığınızda yalnızca bu sorunların olmadığını da algılıyorsunuz.

Mesela gelir dağılımında eşitsizlik, adaletsizlik var. Yine zengin bir azınlığın doğayı ve insanları sömürmesi, direnen ve gerçeği arayan insanların üzerinde otoriter yapıların baskı kurmaları gibi sorunları her yerde görmek mümkün aslında…  

Ve bu sorunlar hem gitgide daha görünür oluyorlar, öbür yönden de daha alışıldık birtakım olgulara dönüşüyorlar.

Irkçılıktan din sömürüsüne kadar her şey tam hızıyla devam ediyor. Hatta gizil gibi olsa da çok güçlendiğini söylemek mümkün. 
 

BaBa ZuLa 2
Fotoğraf: Instagram - @babazula

 

Albümdeki "Arsız Saksağan" şarkısında en çok vurguladığınız şey "zam üstüne zam, zam üstünde saksağan" kısmı… Ekonomik krizin ve enflasyonun herkesin canını yaktığı bir yerde siz sanatçı olarak durumu nasıl görüyorsunuz?

"Arsız Saksağan"da tabii ekonomik sorunlar da önemli ama zam yapılan şeyler aslında büyük sorunlar. Artan birtakım gerilimler var.

Bunlardan biri de üniversitelerin özerklikten uzaklaşması artıyor. Bu bir tür zam, bir artış. Genelde kötülükler, olumsuzluklar artıyor. Koylara yapılan oteller pıtrak gibi artıyor.

Yandaşların sömürüleri, vampirlik dereceleri artıyor. Yani çıldırtıcı şekilde olumsuz birtakım şeylerin arttığını görüyoruz.

Buna ekonomik olarak da bakmak mümkün. Yani işte hiperenflasyon gibi kavramlarla karşılaşıyoruz. Aynı zamanda hiper-vampirizm, hiper-sömürü gibi şeylerle karşılaşıyoruz.

Öte yandan madenciliğin gitgide daha geniş alanlara yayılması gibi konuların hem kendi coğrafyamız İstanbul'da hem Türkiye'de arttığını görüyoruz. Hatta tüm dünyada örneklendirebiliyoruz.
 


"Yalanlara dolanlara vampir gibi yandaşlara, doktorlara sağlıkçılara kadınlara kıyanlara, nükleer santrallere, sulara yapılan HES'lere, kırmızı akan derelere vatandaşa küfürlere…" diyerek aslında birçok kronik sorunu da anlatıyorsunuz. Tüm bu politikaların altında sizce neler yatıyor? 

Sömürü düzeni yatıyor. İnsanlar sömürdükçe daha da sömürüleri geliyor. Bunu anlayabilmiş değilim.

Ne kadar zengin olmalılar? Bir yer ne kadar sömürülebilir? İşçiler-köylüler ne kadar sömürülebilir? Bu herhalde bir tutku, hırs, doymazlık, oburluk gibi…  

Doymanın dışında bir oburluk alışkanlığı halini alıyor.  İhtiyacınızdan daha fazlasını alıyorsunuz ve ihtiyacından daha fazla olanını sömürmeye başlıyorsunuz.

İhtiyacınızdan daha fazla paranın peşinde koşuyorsunuz. Tüm bunları yapmak için eşitsizlik, adaletsizlik, dengesizlik olması gerekiyor ki bir kısım insanlar ekside olsun, sizler de artıda olunuz.

Orwell'in ya da başka bilim kurgu yazarların dediği gibi 1984'teki gibi, zeki insanlar- zeki olmayan insanlar, çalışan sınıf-sömüren sınıf gibi ayrımlar söz konusu… Bütün bunların arasında bu düzenin dışına çıkıp birtakım güzellikleri yaşamak da mümkün.

Bunun farkında olmak da mümkün tabii. Bunca karanlık içinde bilinçli olmak ve seçimler yaparak güzelliklere doğru gitmek de mümkün. Onu da unutmamak gerekir.  
 

BaBa ZuLa 5
Fotoğraf: Instagram - @babazula

 

BaBa ZuLa psychedelic tarzındaki ısrarla artık hem Türkiye'de hem de dünyada özgün ve özgür müziğiyle biliniyor. Bir dönem elektro-saz üzerinden size çeşitli eleştiriler de vardı. Hatta bir kısım insanlardan pavyon müziği gibi şeyler bile duydum. Oysa bugün alt-orta sınıfların önemli bir kısmı o müzikleri dinliyor. Sizin tarzınızla o müzik kalitesi düşük eserlerin ruhuna asalet enjekte edildiğini düşünüyorum. Jazz müziğin, punk müziğin dönüşüm hikâyelerine benzemiyor mu bu durum? 

Ben kültürel- coğrafi sanata çok inanan bir insanım. Bir yerde eğer doğmuşsam, o coğrafyanın kültürünü yol gösterici bir miras olarak alıyorum.

Bu kültürel miras din, dil, ırk ya da cinsiyet tanımıyor. Müzik bütün bunları aşıyor ve bir yerde de birbirine bağlıyor. Yani bu coğrafyada kim olduğunu bilmediğiniz bir takım iyi insanların izlerini, hayvanların, bitkilerin izlerini buluyorsunuz.

Bu da bizim kültürümüzü oluşturuyor. Bu da çok heyecan verici bir şey. Bu coğrafyanın enstrümanlarından bir tanesi de saz ya da bağlama…  Ve elektro olanı ne kadar aşağılansa bile bence çok heyecan verici ve inanılmaz bir enstrüman.

Gerçekten aşığım ben elektro saza ve çok seviyorum. Ve yenilikçi, deneysel ve devrimci bir tavırla yaklaşıyorum bu müzik enstrümanına. Benim için bu müzikler özellikle çok etkili. Hem BaBa ZuLa'da hem de ondan önce Zen'deki tavrımın bana has olduğunu olduğunu düşünüyorum.

Yani bu enstrümanda benzeri yaklaşımlar dışında özgün, tamamen bana ait bir takım izler taşıdığımı düşünüyorum. Yaklaşımım da gerçekten bu. Ve gitgide insanlar tarafından kabul görmeye başladı. Bu da hoşuma gidiyor. Eskiden çok eleştiri aldığım bu durumu artık reklam filmlerinde filan da görmeye başladım.

Bu da gerçekten Blues ve Jazz ile ilişkilendirilebilir. Gerçek Jazz'ın ilk önce aşağılandığını, kerhane ve cenaze müziği olduğunu biliyoruz. Keza Blues da öyle... Ama sonra yükseldi ve beyaz insanlar Afro-Amerikan kökenli müzikleri dinlemeye başladılar.

Ama daha da yükselirse Jazz'ın ölümü gibi, Blues'un ölümü gibi böyle bir şey de söz konusu olabilir. Bakalım ne olacak?
 


Sizin müziğinizde, özellikle de son albümde de bayağı metafor kullandığınızı görüyoruz. Bir söyleşide de metafor için şöyle bir yorum yaptınız: Metafor kendinizi tehlikeye atmadan her şeyi söylemenize olanak sağlıyor. "34 Oto Sanayi" albümünüzde bunu gördük. Şarkı sözlerindeki bu çoğulcu anlamı nasıl yorumlamak lazım? Otoriterliğin sınırları sanatçılara ne kadar uzakta? 

Metaforlar, zulacılık bizim sanatımızın, sözümüzün ortasında. Bunlar olmazsa zor olur hayat bizim için. Ne dediğimizin gerçekten düşünülerek anlaşılması gerekiyor.  

Direkt böyle söylersek olmaz. Onca yıl müzik yapabilmemizin nedeni bu. Yoksa Grup Yorum gibi söz söyleyip müzik yapsaydık ondan sonra o kültür evlerine kapıyı çalmadan tankla girdikleri gibi herhalde bize de benzer muamelelerde bulunurlardı.

Tüm dünyada böyle. Victor Jara'yı da biliyoruz. Yurdumuzda Cem Karaca'yı da biliyoruz. Zülfü Livaneli'yi de biliyoruz. Bu insanların nasıl yurtlarından uzakta, sürgünde hayatlarını sürdürmeye çalıştıklarını biliyoruz. Örnekler çoğaltılabilir.

Otorite pek müziği sevmiyor. Çünkü müzisyenler-sanatçılar, politikacılardan daha etkili olabiliyorlar. Bu etki politikacıların ömürleri gibi onlu yıllara değil yüzlü yıllara dayanabiliyor. Biz yüzlerce, binlerce yıl önceki şairlerin, türkülerin hala söylendiğini ve dinlendiğini biliyoruz.
 


"Yaprakların Arasından" şarkınız da bana çok ilginç geldi. Mealen, rüzgarın yapraklar arasından süzüldüğünü ama gökdelenlerin arasından rüzgarın yolunu bulamadığını anlatıyorsunuz. Gözlerimin önüne gökdelen kente dönmüş Esenyurt'taki gökdelenler geldi. İstanbul Sokakları'na baktığınızda kentin halini nasıl görüyorsunuz? 

Aslında burada İstanbul da bir metafor. Yalnızca İstanbul için söylenmiş bir şey değil bu. İstanbul'da deneyimlediğim bir olgu olsa da bütün dünya büyük şehirlerinde yaşanabilir bir durum.

Bu hakikaten bir gerçek. Bu iklim krizinde, kuraklıkta, güneşin altında çok daha tehlikeli şeylerin yaşanabileceğini biliyoruz. Onun da bir uyarısı bu şarkı.

İstanbul ve dünya aslında daha büyük bir kaos içinde. Bu kaos bazen çok pozitif de olabiliyor. Ama genelde büyük bir karışıklık ve inanılmaz bir sorun da yaratabiliyor. Sürprizi çok. Bu sürprizlerin bazıları hoş sürprizler değil, acı sürprizler.
 


"Yok Haddi Yok Hesabı" şarkınızda yine paraya odaklanıyorsunuz ve milyarların sahiplerine karşı haykırıyorsunuz. Her şeyin satılık bir değere dönüştüğü yerde, paranın geçmediği günlere işaret ediyorsunuz. Yani milyarder sermaye sahiplerini milyarlarını keyifle harcarken yoksul sınıfların ömürlerini harcamasına sanırım isyan ediyorsunuz. Ayrıca şarkıda bir tasavvufi-kalenderi bir bakış açısı da var sanki? 

Bu epey isyankâr bir şarkı. Yani monotip bir sisteme, kalıplara, insanları dijitale, birtakım rakamlara ve değerlere hapseden, kendi aralarında kurdukları durumun aslında bir oyun olduğuna işaret eden ve insanları düşünmeye doğru yönlendiren bir şarkı.

Burada özellikle başka şeylerin de olduğunu bize hatırlatan Esma Ertel'in söylediği bölümler var. Benim söylediğim bölümlerde daha bir kara mizah ve sistemin içinde kaybolmuşluk ve kaybolmuşluğun getirdiği panik ve bilinmezlik var.

Esma'nın sözlerinde yani kadın vokalde ise bambaşka değerlerden söz ediliyor. Esas kalenderilik burada. Benim sözlerimde metafor ve mizah var.  
 


"Çarşı Pazar Bağlama Taksimi" parçanız enteresan... Baştan sona sokağın sesi… Ancak siyaset kurumunun kulak vermediği çarşı-pazara sizin trajik-acıklı bir sesle kulak vermeniz biraz ironik değil mi? 

Evet, ironi var. Geçen pazarda iki adamı konuşurken duydum.  Patates eskiden bu kadar pahalı değildi gibi bir şey söylüyorlardı. Hakikaten bu eskiden pazara giderken fileler dolduran bazı insanların artık yapamadığı bir şey haline geldi.

Bizim stüdyomuz sanayide ve bütün araba tamircileri kendi rakılarını kendi üretiyorlar. İnsanlar çuvallar içinde balkonlarında patates yetiştiriyor. O eski çarşı ve pazarlar, eski alışveriş keyifleri nerede kaldı diyebilen bir kitle var.

Fakirler, yoksullar artıyor ve çocukların arasında da yoksulluk artıyor.  Aç çocuklar var gerçekten. Bütün dünyada da böyle, Türkiye'de de böyle... Dünyaya bakacak olursanız gerçekten aç insanlar, aç çocuklar görürsünüz. Büyük göçler, büyük hareketler var.

Bunlar egemenler tarafından acımasızca yönetilmeye çalışılıyor ve bu planlar yapılıyor. Bunları görebiliyoruz.

Çarşı ve pazar dediğimiz şey insanların temel hakları arasında. Yani nasıl ki barınma hakkı varsa, beslenme hakkı da var.   

Bunlardan bahsettiğimizde çocukları da düşünmemiz gerekiyor. Çok yakın bir zamanda çocukların beslenme ve barınma hakları daha da tehlikeye girebilir.

Tabii bu taksimin yalnızca bu yönleri yok. Eski o güzel çarşı ve pazarların havaları da insanın aklına geliyor. İstanbul'un çarşı ve pazarlarını hüzünle anabiliyoruz. 
 

 

Ve yine döndük Abdülcanbaz'a… Dayınız Turhan Selçuk'un can verdiği bu efsane karakterin çalışmalarınız üzerinden de epey yeri var. Albümünüzü de Abdülcanbaz'ın maceralarında yer alan İstanbul çizimleri ile tasarladınız. Neden böyle bir tasarıma gittiniz? Bir de Abdülcanbaz'ı günümüz dünyasında nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Benim için Abdülcanbaz ve Turhan Selçuk çok önemli. Onu yalnızca dayım olarak görmüyordum. Abdülcanbaz'ı yalnızca bir resimli roman karakteri olarak görmüyordum. Hala da öyleyim.

Çocukluğumdan beri dayım benim için Abdülcanbaz, o da benim için dayımdı. Ben dünyaya, tarihe bakış açımı Abdülcanbaz ile yönlendirdim. O diğer resimli romanlardan çok daha farklıydı.

Yalnızca kas gücü ya da güçlü olmak, hep yenmek, başarılı olma düsturu değildi. Haksızlığa karşı çıkan bir insandı. Kötü adamlar genelde insanları sömüren, kadınları sömüren insanlardı.

Halkları sömüren insanlardı. Abdülcanbaz ise zalimlere karşıydı. Zalimler kendisinden daha güçlü olsa bile Abdülcanbaz isyan etmekten kaçınmazdı.

Benim idealimdi. Turhan dayım da böyle bir karakterdi. Öyle yaşadı ve öyle öldü. Kimse onu zapt edemedi. Ne işkenceler ne tehditler ne mahkemeler... Hiçbiri onu yıldırmadı.

O gerçekten kalemiyle savaştı. Ben de aslında müziğimle haksızlıklara karşı savaştığımı düşünüyorum. BaBa ZuLa da böyle bir yolda.

Arkadaşlarım var. Yalnızca felsefi olarak değil aslında görsel olarak da bir tür Abdülcanbaz karakteri çizdiğimi düşünüyorum.  
 

BaBa ZuLa 6
Fotoğraf: Instagram - @babazula

 

Abdülcanbaz'ın genelde başında fesi ya da serpuşu varsa benim de ona benzer efe şapkam var. Abdülcanbaz'ın bıyığı yukarı doğru, benimse aşağı doğru.

Gerçekten Abdülcanbaz'dan çok etkilendim. Bu etki yalnızca çocukluğumda olan bir etki değil. Günümüzde de sürüyor. Hakikaten çok önemli.

İstanbul'u anlatırken de Turhan Selçuk'un inanılmaz, dünyada eşi benzeri görülmemiş bir karikatürist olduğunu ve İstanbul'u en iyi anlatan çizerlerden biri olduğunu düşünüyorum.

Sanatta dürüst ve samimi olmak çok önemli bence. Çok uzaklara bakmaya gerek yok.

Ben bir sanatçı olarak bu dünyada en çok babam Mengü Ertel'den ve dayım Turhan Selçuk'tan etkilendim. Onları kaybetmek benim için çok ağırdı. Beni çok üzen bir şeydi ama onlara duyduğum sevgi ve saygı tabii ki devam ediyor.

Kendi işlerimizde onların eserlerini de kullanarak onları günümüzde yaşattığımıza inanıyorum. Mesela bu albümün benim için en güzel yanlarından birisi Turhan Selçuk olan dayımın yanı başımda yaşamaya devam etmesi.

Bu benim için çok kıymetli, sihirli bir şey. Turhan Selçuk aramızda şu an. Onu tanımayan insanlar, kuşaklar görüp hayran oluyorlar ve bizim müziğimizle birleşiyor.

Bu dünyada bulunulacak en güzel, en değerli şeyler; sevgi, aile, aşk, dürüstlük, kahramanlık gibi şeyler. Bütün bunların hepsi benim için bu albümde birleşiyor. Bu yüzden mutlu oluyorum ben.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU