Kitabı toplatılan Dr. Ulugana: Kitap toplama tavrı, en hafif deyimiyle tutarsızlıktır

Kürt tarihçi Dr. Sedat Ulugana ile kitabının toplatılmasını, hem Kürtlerin akademik dünyada geldiği yeri hem de kısa bir süre önce Ulugana tarafından yayımlanan "İhsan Nuri Paşa'nın anıları, Ağrı İsyanı Raporları" isimli eseri hakkında konuştuk

Fotoğraf: X

Polisler geçen günlerde İzmir Kitap Fuarı'nda 3 kitaba el koydu.

Kitapların ortak noktası ise isimlerinde "Kürdistan" kelimesinin geçmesi…

Üstelik kitaplar yasal ve bandrollüydü.

Kitapların polis merkezinde gözaltında tutulduğu saatlerde ise Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKB) sınırlarında Kürdistan yetkilileriyle görüşme halindeydi.

Yani devlet heyeti "Kürdistan" kelimesini ve resmi bayrağını o saatlerde kendine sorun etmezken, İzmir Kitap Fuarı'ndaki polisler için adında"Kürdistan" ibaresi olan kitaplar pekâlâ sakıncalıydı.

Dr. Sedat Ulugana'nın derleyip yayımlandığı "Dersim'in İmdadına Giden Kürdistan Fedaisi Muşlu Hilmi Yıldırım" isimli kitap toplatılan 3 kitaptan biri.

Fakat ilginç olan; 88 yıl evvel bizzat bu kitap hakkında yine toplatılma kararının verilmiş olmasıydı.

Kürt tarihçi Dr. Sedat Ulugana ile kitabının toplatılmasını bahane edip hem Kürtlerin akademik dünyada geldiği yeri hem de kısa bir süre önce Ulugana tarafından yayımlanan Kitabın adı; "İhsan Nuri Paşa'nın anıları, Ağrı İsyanı Raporları" isimli eseri hakkında konuştuk.

Lisansını Selçuk Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde tamamlayan Ulugana, yüksek lisansını ise Mardin Artuklu Üniversitesi Kürdoloji alanında yaptı.

Ardından École des Hautes Études en Sciences Sociales'den siyasi tarih alanında da doktora derecesi aldı.

Dr. Ulugana'ya göre, CHP'nin tek parti dönemi uygulamaları bu iktidar tarafından "bütün kötülüklerin anası" olarak görülürken, aynı rejimin menfur bir uygulaması olan "kitap yasaklama-toplama" tavrını göstermek hafif deyimiyle tutarsızlık.
 

Dr. Sedat Ulugana (1).jpg
Dr. Sedat Ulugana / Fotoğraf: Independent Türkçe

 

İzmir Kitap Fuarı'nda "Dersim'in İmdadına Giden Kürdistan Fedaisi Muşlu Hilmi Yıldırım isimli" kitabınız gündem oldu. İşin ilginç tarafıysa aynı kitap hakkında 1936 yılında, CHP'nin tek parti olduğu dönemde de toplatma kararının olması. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Talihsizlik elbette. Kitabın ilk baskısı 2019'da yapıldı. Ve kısa sürede tükendi. Kitap yasal lakin aynı kitabın ikinci baskısına İzmir Kitap Fuarı'nda el konuldu.

Anlayacağınız, tam Aziz Nesinlik bir hikâye.

Kitap, Muşlu Hilmi Yıldırım'ın 1935'te Suriye'de kaleme aldığı iki küçük kitabın latinize edilmiş halini, Hilmi'nin biyografisi ve öldürüldüğü yolculuğa dair belge ve bilgiler içeriyor.

Yıldırım'ın kaleme almış olduğu bu iki kitap sizin de belirttiğiniz gibi 1936 yılında Bakanlar Kurulu kararı ile yasaklanıyor.

O dönem için bu tür yayın yasakları son derece normal bir uygulama idi.

Nitekim 1930'larda resmî ideolojinin dışına taşan hiçbir yayına yaşama hakkı tanınmıyordu.

Tek parti dönemiydi, Başvekil İsmet İnönü'ydü. Haliyle İsmet İnönü'ye, Van, Muş ve Ağrı'daki katliamlara dönük bir dizi soru soran Hilmi Yıldırım'ın kitaplarına da yaşama hakkı tanınmayacaktı.

Lakin aradan 88 yıl geçti. Bugün 1930'ların, 40'ların tek parti rejimi, İsmet Paşalı yıllar deyim yerindeyse "bütün kötülüklerin anası" olarak görülürken, aynı rejimin menfur bir uygulaması olan "kitap yasaklama- toplama" fiiliyatına tenezzül etmek en hafif deyimiyle tutarsızlıktır. 
 

 

Kitap bandrollü, yayın izni de alınmış ve herhangi bir yasak da yok.  Peki sizce bu kitap neden toplatıldı? Toplatılan 3 kitabın ortak özelliğine bakıldığında ise "Kürdistan" kelimesi göze çarpıyor? 

Belirttiğiniz gibi o gün toplatılan 3 kitabın ortak özelliği isimlerinde "Kürdistan" ibaresini içermeleri.

Kitap elbette bunun için toplatıldı. Yoksa polislerin kitabı okuduğunu sanmıyorum.

Türkiye'de bir cenah herhangi bir yayında "Kürdistan" sözcüğünü görünce affedersiniz adeta arenada kırmızıyı gören boğaya dönüşüyorlar.  

Oysaki "Kürdistan" coğrafi ve idari bir terim olarak en az bin yıldır kullanılıyor.

Hatta bu terimin pro kullanımı olan "Gutia", "Curdia", "Kardukia" sözcükleri ta   milattan önce kullanılıyordu.  

Yine Edesalı Metheus, milattan sonra 1000'li yılların başında "Kürdistan" ibaresini, "Mervani Kürtlerinin yaşadığı coğrafya"yı belirtmek için kullanır.

Bu tarihten itibaren Kürdistan ibaresini hem Türk hem de komşu Arap ve Fars kaynaklarında görüyoruz.  

"Divan-ı Lügati't Türk"te (Türkçenin bilinen en eski sözlüğüdür) yine Kürdistan "Ard-ul Ekrad" (Kürt ülkesi) olarak geçer.

Örnekleri çoğaltmak mümkün. Mesela Osmanlı arşivinin dijital veri tabanında "Kürdistan" kelimesini aradığınızda karşınıza birkaç bin veri gelebiliyor.

Kısacası Kürdistan 1920'lere kadar, Kürtlerin yaşadığı muhiti tanımlamada kullanılan yaygın ve normal bir terimdir.

1920'lerin ortasında gelişen resmi Kürt inkârı ile birlikte bu kullanım da sabıkalı ve sakıncalı hale gelir.  

Oysa Kürtlerin beldelerinden bahsedildiğinde Osmanlı idaresi spesifik olarak "Kürdistan" tabirini kullanır.
 

IKB.jpg
Irak Kürdistan Bölgesi Başkanı Neçirvan Barzani, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ı 22 Nissan 2024'te Erbil'de kabul etti

 

Kitabın toplatıldığı günün akabinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve beraberindeki heyet Irak Kürdistan Bölgesi'ne bir ziyaret yaptı. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Devlet bir yandan Kürdistan demekten çekinmezken bir yandan Kürdistan diyen kitapları da toplattırıyor.

Kitaba merkezi bir kararla el konulup konulmadığını bilmiyorum.

Zira son günlerde devlet içindeki milliyetçi yapının hükümete durmadan operasyon çektiği gibi bir izlenimden bahsedilir.

Açıkçası bilmiyorum. Türkiye'deki gelişmeleri takip etsem de Türkiye'de yaşayan bir yurttaştan daha az fikre sahibim.

Lakin "Kürdistan" kelimesini kullanmaktan imtina etmemeli.

Dediğim gibi, bu "Kürdistan" son derece normal ve tarihsel-sosyolojik arka planı olan masum bir coğrafi terim.  

Bu terimin kullanımı devletin konjonktürel siyasetine bağlı kalmamalı. Bağlı kalırsa içini boşaltmış oluruz. 


Kürtler ve Kürdistan demişken bir de akademinin ve yazın dünyasının Kürtlere bakışını merak ediyorum. Akademi bugün Kürdistan ve Kürtler konusunda sizce nerede? 

Bu sorunuzu çok basit cümleler ile cevaplamak istiyorum.

Akademi gelişiyor. Her geçen yıl daha fazla Kürt akademisyen yetişiyor.

Kürt akademisi akademik birikim ve kadro bazında artık hiç olmadığı kadar güçlü bir konumda.

Lakin kurumsallaşma babında çok kötü bir durumla karşı karşıya.

Kürtler akademik Kürt çalışmalarına yeterli düzeyde ekonomik destek sunmuyorlar.

Fransa ve muhtelif devletlerin nezdindeki Kürdoloji bölümleri son derece âtıl durumdalar.

Türkiye'deki Kürdoloji bölümleri 2010'lu yıllarda umutlu çıkışlar yapıyordu. Malumunuz, KHK süreci ile o ümitler de bitti.

Mardin Artuklu Üniversitesi'ni dışarda tutarsak, diğerleri Kürdoloji bölümünden ziyade, artık birer Anti-Kürdoloji bölümü izlenimi veriyorlar.

Bunu şunun için anlatıyorum: Kürt toplumu kendi akademisini kendisi kurumlaştırmalı. Herhangi bir devlete bel bağlamamalı.

Mesela birkaç Ermeni milyoner el ele verip Kolombiya Üniversitesi bünyesinde   birkaç milyon dolara bir Ermeni Çalışmaları Enstitüsü kurdurabiliyorlar.  

Bu işler artık böyle yürüyor. Bu sermaye artık Kürtler nezdinde de mevcut.

Parasını verirsin, istediğin üniversite bünyesinde Kürdoloji kürsüleri, enstitüleri kurarsın.

Ya da vakıf üniversiteleri kurarsın. Kürt akademisi de size Kürdoloji ile hemhal olmuş pırıl pırıl kuşaklar yetiştirir.  


Bu noktada Kürt okur-yazar kitlesinin geldiği noktayı da merak ediyorum. Kürtler akademik çalışmalarda ve yazın dünyasında sizce ne durumdalar? Ne tür yeterlilik ve eksiklikler var? Diasporadaki yazın dünyasında Kürtler sizce yeterli bir üretkenliğe ve işlevselliğe sahip mi? 

Edward Said, "Diaspora edebiyatı sürgünün sığındığı bir limandır" diyordu yanlış hatırlamıyorsam. Veya buna yakın bir cümle kullanıyordu.

Yani diaspora edebiyatı, sürgün olma hali gibi sorunlu bir hali ihtiva eder.

Haliyle, Diasporadaki Kürt yazınında da sorunlu bir hâl var.

Yazarlar romanlarında, hikâyelerinde hâlâ köylerinden bahsediyorlar. Bu mekân etrafında fanteziler kuruyorlar.

"Diaspora edebiyatı", yani diğer bir deyişle "sürgündeki Kürt edebiyatı" köy anlatısını gelenek haline getirmiş.

Zira köylerinden çıkıp şehirde çatışıp Avrupa'nın soğuk ülkelerine sürgüne giden kuşağın oluşturduğu bir edebiyattır bu.

Ama idealist bir kuşaktır da bu kuşak. Çoğu zaman imkansızı başarmaya çalışır.

Kürdistan'ı sürgünde besler, sonra bohçalayıp bir arabanın üzerine sabitleyerek, göçer aşiretin nazlı kızını da yanına alıp Cinler Labirenti'ne dalar.

Tarihle hesaplaşır, Çerkes kızına aşık Fransızca öğretmenini Ağrı Dağı'na gönderir.  

Kısacası Diaspora edebiyatındaki Kürdistan anlatısı, çoğu zaman gerçeklikten uzak ve bazen distopiktir.

Ülkesinden uzak olan bir Kürt olarak hak veriyorum ve ülkemden uzaklaşmış olma halimi sevmesem de bu kuşağı seviyorum.

Lakin bu kuşak sorunlu bir şekilde hala Kürt yazınını etkiliyor. Yaşlanmayan, olgunlaşmayan bu kuşak Kürt edebiyatın her varyantına rengini veriyor.

Onun için Kürt edebiyatı hep toydur, olgunlaşamıyor. Oysa dönüşen, olgunlaşan bir dünya, bir Kürt toplumu ve haliyle mekân olarak dönüşen bir Kürdistan gerçeği söz konusu.

Olgunlaşan ama dinamizmini kaybetmeyen bir Kürt siyasi ve sosyal hareketi var. Buna karşılık bu harekete dokunmamayı ("dokunursan yanarsın" telkinini aklından çıkarmayan) ve kendine konu edinmemeyi tercih eden son derece kendi gerçeğinden kopuk, sinmiş, öfkesini Kürde yöneltmiş olan bir Kürt edebiyatı cenahı da mevcut.

Mamafih sosyal medya ve muhtelif platformlarda Kürt hareketine en çok yüklenen cenah da bu cenah...  

Toksik bir hâle bürünen bu tavır, çoğu zaman söz konusu cenahın üretimlerini de etkiliyordur zannımca.  
 

 

Kısa bir süre önce de İhsan Nuri Paşa'nın anıları, "Ağrı İsyanı Raporları" isimli bir kitap yayımladınız. Kitapta birçok yeni bilgi ve belgeyi okurlarla paylaşıyorsunuz. Kitabın ortasından sormak istiyorum: Kitaptan anladığımız kadarıyla Kürt örgütü Hoybun, İhsan Nuri'ye ve Ağrı'daki Kürt hareketine dayatmalarda bulunuyor. Mesela İhsan Nuri, Ağrı'da bir cumhuriyet ilan edip, bir de bayrak kullanıyor. Hoybun bayrağa da karşı çıkarak "Bayrağı yıllar önce çizdik, kabul edin" diyor. Bu dayatmalarına rağmen, Ağrı'ya söz verdiği yardımı da yapmıyor. İhsan Nuri şahsında Ağrı ile Hoybun'un arasındaki ilişkiyi nasıl görmemiz gerekiyor?

Çok güzel bir noktaya temas ettiniz. Bilinenin aksine, İhsan Nuri, Hoybun tarafından Ağrı Dağı'na gönderilmemiştir.

İhsan Nuri Paşa, Ağrı Dağı'na gittiğinde Hoybun daha kurulmamıştır.

Hoybun'un kuruluşunun ilan edileceği Birinci Kongre'ye katılmak için Suriye'ye beklenirken, Eylül 1927'de Türkiye hududundan içeri girip Ağrı Dağı'na gider.

Hatta Hoybun'un kuruluşunun ilan edileceği Birinci Kongre Tertip Komitesi, İhsan Nuri'nin Ağrı'ya gitmesine karşı çıkmıştır.  

Memduh Selim Bey, Şeyh Ali Rıza Efendi'ye göndermiş olduğu mektupta kendisinden İhsan Nuri'nin Ağrı'ya gitmesinin engellenmesini ve Birinci Kongre'ye katılmasının zorunlu kılınması konusunda yardım istiyordu.

1927 yılı itibarıyla, Ermeni Taşnaksütyun Partisi'nin kadro ve maddi desteği ile muhalif Kürt elitinin bizatihi (Şeyh Sait İsyanı'ndan sonra Batı Anadolu'ya nakledilmiş veyahut nakledilmek istenen aşiret reislerinin, şeyhlerin) katılmasıyla isyanın askeri ve sosyopolitik kuvveti daha da artmıştı.

Bu esnada Hoybun'u ilan etmeye hazırlanan Lübnan ve Suriye'deki kadrolar, İhsan Nuri'nin Ağrı'da topyekün bir isyan başlatmasından ve "Şeyh Sait Hareketi'nin yaşamış olduğu hazin sonun" yaşanmasından korkuyorlardı.  

Hoybun'un kurucu kadroları müstakbel isyanın olabildiğince tehir edilmesi, şartlar olgunlaşmadan Ağrı'daki kuvvetlerin herhangi bir taarruz hareketine girişmemesi taraftarıydılar.

Memduh Selim "Jin İskender" kod ismi ile İhsan Nuri'ye göndermiş olduğu mektupta bu hususu özellikle dile getirir.  

Ancak İhsan Nuri, 13 azadan oluşan "Milli Meclis" adında üst bir kurul oluşturur ve "Milli Meclis" de, 21 Kasım 1927'de hükümet kurup Ağrı Dağı'nda bir cumhuriyet yönetimi tesis eder.  

Cumhuriyetin başkenti dağın en ücra köyü olan Kurdava köyü idi. Bu cumhuriyetin bir başbakanı, cumhurbaşkanı yoktu.  

1923'e kadar Mustafa Kemal'in meclis başkanlığı ile idare ettiği bir "devlet" modeli, bir "geçiş rejimi" esas alınmıştı.

Zira "Ağrı Dağı Kürt Millet Meclisi Reisi" İbrahim Heskê Têlî en büyük mülki amir idi.

Ondan sonra "Vekil-i Şer Civîna Kurdistan" yani Kürdistan Cumhuriyeti Savaş Bakanı İhsan Nuri geliyordu.

Velakin Hoybun'un kurucu kadroları, İhsan Nuri'nin Ağrı Dağı'nda teşkil etmiş olduğu cumhuriyet projesine kati şekilde karşı çıktılar. 
 

 

Neden böyle bir tavır gösterdiler?

Memduh Selim'in alttan alan, yumuşak tavrına karşılık, Bedirhaniler doğrudan İhsan Nuri'yi uyardılar.

Memduh Selim'e göre komşu devletler hele azımsanmayacak derecede Kürt tebaasına ev sahipliği yapan İran, Sovyet Rusya gibi komşu devletler Ağrı Dağı'nda ilan edilen bir Kürt hükümetine sıcak bakmayacaklardı.

Hatta bu hükümetin ilanı Türkiye'nin Kürtlere daha şiddetli bir şekilde saldırması için güçlü bir neden teşkil edecek, ahirde Türkiye'deki Kürtlerin imha olunmasıyla sonuçlanacaktı.

Elbette Hoybun'un yegâne maksadı "Kürdistan'ın istiklali" idi lakin bunun zamanı daha gelmemişti.

Ayrıca, Hoybun'un birinci kongresinde alınan karar gereği Kürdistan ve "dünyanın geri kalan muhitlerinde yaşayan bütün Kürtler", Kürtlerin yegane teşkilatı olan Hoybun'a tabi olmak zorundaydılar.

Hoybun kati bir şekilde kendisine tabi olmayan hiçbir Kürt oluşumuna izin vermeyeceğini yüksel perdeden dillendiriyordu.

Buna karşılık Hoybun yine de Ağrı Dağı ve havalisini özerk bir bölge olarak tanıyacaktı.

Ve bayrak... "Bayrak meselesi" tartışmaya kapalı bir konuydu.

Memduh Selim'e göre, 1920'de İstanbul'da tanzim edilen bayrak Hoybun'un kuruluş kongresinde aynen kabul edilmişti. 
 

4.jpg
İhsan Nuri Paşa

 

Bu bayrak simgeleri ve İran ilişkilerini de açabilir misiniz?

Her ne kadar Memduh Selim bayrağın mezkûr tarihte ilk defa İstanbul'da tanzim edildiğini beyan etse de bayrak, dönemin İran bayrağına son derece benziyordu.

Hoybun'un "Aryan" teması bağlamında büyük umutlar beslediği ve her seferinde ırki yakınlıktan ötürü kendisine duyduğu şiddetli sempatisini dile getirmekten çekinmediği İran'la pekâlâ ulusal simge meselesi üzerinden de benzerlik kurma çabası içinde olduğu ve bu amaçla söz konusu bayrağı tanzim etmiş olabileceği ihtimalini de göz ardı etmemek gerekiyor burada.  

Zira Memduh Selim mezkûr bayrağı tarif ederken, "Bu bayrağa şîri (aslan) inşa edersek aynen İran'ın bayrağıdır denilebilir" diyordu.

Velakin tanzim edilen "Kürt bayrağı"nı güneşi arkasına alan aslanlı İran bayrağından ayıran bir diğer fark ise kırmızı ile yeşil renklerin yer değiştirmiş olmasıydı.

Yine de birbirinin tıpkısı olan bu iki bayrak renklere ve güneş sembolüne atfedilen anlamlar itibariye eski Zerdüşti inanca ve tarihsel arka planı Med-Pers imparatorluklarına dayanan ortak mitolojik öğretiye dayanıyordu.

Oysa İhsan Nuri'nin Ağrı'da teşkil ettiği yönetim için düşündüğü bayrak İslami temayı da taşıyordu.

Siyah zemin üzerinde şuleli güneş ve beyaz bir yazı düşünülüyordu.

Bayrağın rengi ve şekli kalabalıklar üstünde etkili olsun diye özellikle seçilmişti.

"Siyah peygamberlerin sancağını ve Kürt halkının kara bahtını, şuleli güneş ise geleceği ve Kürt davasının zaferini" simgelemekteydi.

Velhasıl Hoybun, "Birinci Bölge"yi teşkil eden Ağrı Dağı ve havalisini Müstakil Kürdistan'ın bir vilayeti olarak addetse de aslında Ağrı Dağı'nda tesis edilen yönetim özerk bir cumhuriyet görevi görür.

Elbette bu özerk bölgenin Hoybun'dan beklentileri yüksekti. 


Ne tür beklentileri vardı?

İhsan Nuri 1927'nin sonlarından itibaren Hoybun merkeziyle yapmış olduğu hemen hemen bütün yazışmaların değişmeyen  temalardan birisi maddi yardım beklentisidir.

Hoybun, İhsan Nuri'ye gönderdiği cevap mahiyetindeki raporlarda Ağrı'ya gereken yardımın kendileri tarafından mutlaka yapılacağını belirtir.

Lakin beklenilen yardım bir türlü gerçekleşmez, daha sonra Ağrı'ya acil ihtiyaçların temini için 50 Osmanlı altını gönderildiği yazılır ve geri kalan ihtiyaçların da "Ararat mahallinden" temin edilmesi istenir.

(İhtiyaçların yerelden temin edilmesi kararı İhsan Nuri'nin hiç arzu etmediği ve elinden geldiğince kaçındığı talan ve soygun vakalarına sebebiyet verir.)  

Aradan geçen on ay zarfında da bu elli altın gelmeyince (aslında bu elli altın hiç gelmeyecekti) öyle ki İhsan Nuri sonunda Memduh Selim'e zehir-zemberek bir mektup yazar.

Hoybun'u lakaytlıkla itham eder. Zira hem Hoybun'un muhitte teşkilatlandırılması hem de çevreye yeni "çete"lerin sevk edilmesi ve muhitte halk üzerinde tesis edilmiş olan etkinin devamı için nakdi paraya ihtiyaç vardır.

Ona göre Sovyet, İran ve Türkiye hududunun kesiştiği yerde "bağımsız bir hükümet" ile idare edilen Ağrı teşkilatı, hiçbir devletten yardım almadan bütün maddi eksikliklere rağmen ayakta kalabilmiş, Suriye'ye kapanan Hoybun'un dış mesailere (Bedirhanilerin Amerika ve Avrupa'da yapmaya çalıştıkları örgütsel faaliyetler kastediliyordu) harcadığı parayı şayet "Birinci mıntıkaya" yani Ağrı hareketine harcamış olsaydı, o gün için sonuç farklı olacaktı.

Gerçekten de Hoybun yeterli miktarda maddi kaynağa malik değildi.

Bir nevi "banka" olarak telakki ettiği Taşnaksütyun da sanıldığı kadar "zengin" değildi.

Hoybun merkezi bu sefer de İran ahalisi ve hatta İran hükümetinden yardım talep etmesini öneriyordu.

Ağrı ile Hoybun arasındaki ilişkilerin kopma noktasına geldiği 1928 sonbaharında, İhsan Nuri finans meselesinin çözümü için Kürtlerin bir çeşit vergiye tabi tutulmasını, Hoybun merkez heyetinden bazı yetkin şahısların her haneden senelik gelirine göre "avarız", yani bir çeşit zorunlu vergi almasını ve toplanan hasılatın teşkilata aktarılmasını öneriyordu.

Zira bir an önce finans meselesi çözülmeliydi. Şayet mesele çözülmezse ilan edilen Af Kanunu ile birlikte dağdan ayrılanların sayısı artacak, bu da Ağrı teşkilatının iyice zayıflamasına sebep olacaktı.
 

 

Sonrasında neler oluyor?

Ermeniler 1930 yılının baharına kadar İran üzerinden Ağrı Dağı'na lojistik destek sağlarlar.

Lakin isyanın Ağrı muhitini aşarak Van, Erzurum, Muş ve Bitlis gibi çevre vilayetlere de sirayet etmesiyle birlikte Türkiye Cumhuriyet hükümeti sert askeri önlemler alır ve Ağrı Dağı'nı tamamen kuşatır.

Kuşatmanın gittikçe şiddetlendiği günlerde Hoybun Ağrı Dağı'na mektup göndermek dışında pek bir şey yapmaz ya da yapamaz.

Hoybun Dış ilişkiler Temsilcisi namı ile mektubu kaleme alan Kamuran Ali Bedirhan, Irak ve Suriye sınırındaki birkaç başarısız askeri girişimi abartarak nakleder.

Kamuran Beye göre;

Irak hududuna yakın olan mıntıkalardaki kuvvetler 15 Temmuz 1930 tarihinden itibaren Van Gölünün sahillerine kadar olan mıntıkaları işgal  görevine memur edilmişlerdir. Gever (Yüksekova) kazasının Oramar nahiyesi bu kuvvetler tarafından işgal edilmiş orduya mühim darbeler vurulmuştur.

Barzan ve Şemdinan mıntıkalarına (Irak arazisinden) giren 800 süvari içerideki harekâta yardım etmektedirler. Botan, Hevirkan, Tur-Abidin, Mazı Dağı, Viranşehir, Siverek, Urfa civarındaki aşiretler genel merkez azasından Celadet Ali Bedirhan, Haco Ağa, Cemil Paşazade Ekrem ve Kadri Beyler, Milli Aşireti Reisi İbrahim Paşazâde Mahmut Bey, Berazi Aşireti Reisi Mustafa Şahin ve Bozan Beyler kumandasında Siirt, Bitlis, Sason, Hazro, Silvan, Malatya, Harput, Dersim istikametinde 3 Ağustos 1930 gecesinden beri ilerlemektedirler.

Suriye'de iyi teçhiz edilmiş bin Kürt içeriye girmiş, Cemil Paşazade Mehmet Bey Diyarbakır'a doğru yürüyormuş ve Ekrem Bey kumandasında bulunan kuvvete eşlik etmekte, Mirdêsî Aşireti Reisi Osman Sabri Ağa Dersim'de çalışmaktadır.


Oysa bütün bu askeri girişimlerin içinde sadece "Oramar İsyanı" etkili olabilmişti.

Şeyh Ahmed Barzani ve Mela Mustafa Barzani'ye bağlı kuvvetler Oramar nahiyesindeki askeri birliği yedi gün boyunca kuşatmış, kuşatma altındaki birliğin yardımına gelen Şemdinli'deki Hudut taburu ağır kayıplar vermişti.

Lakin 28 Temmuz sabahı başlayan ağır hava bombardımanı sonucu, Barzani birlikleri Oramar nahiyesindeki kuşatmayı kaldırarak akşamüzeri geri çekilmek zorunda kalmışlardı.

Haco Ağa ise Nusaybin civarındaki küçük bir hudut karakoluna baskın yapabilmiş, Berazi aşireti kuvvetleri Suruç hattından içeriye girememiş, Dersim'e giden Osman Sabri yarı yolda geri dönmek zorunda kalmıştı. Celadet Ali Bedirhan, Cemil Paşazade Ekrem ve Kadri Beyler, Milli Aşireti Reisi İbrahim Paşazade Mahmut Bey ise yerlerinden dahi kıpırdayamamışlardı.

Kamuran Ali Bedirhan'ın bu mektubu ağır bir kuşatma altında bulunan İhsan Nuri Paşa ve Ağrı kuvvetlerine umut aşılamaktan başka bir gaye taşımıyordu.
 

 

Kitapta Ermeni Devrimci Federasyonu ile Kürtler arasındaki ilişkiler de enteresan. Görebildiğim kadarıyla isyan eden Kürtler, Ermeniler ile hareket ediyor. Kullandıkları haberleşme-posta ağının da Taşnaksütyun tarafından sunulduğunu görüyoruz. Kürt-Ermeni ilişkileri nasıldı?

Açıkçası iyi bir durumda olduğunu görüyoruz. Bilinenin aksine isyanın banisi sadece Hoybun değil.

Ermeni Devrimci Federasyonu-Taşnaksütyun da taşın altına elini koyuyor.

Ağrı İsyanı'ndaki Ermeni iştiraki sadece Beyrut'u mesken tutmuş olan zengin eşrafın sağladığı nakdi yardım ile sınırlı değil.

Sizin de belirttiğiniz gibi isyanın dibindeki İran şehri Maku'dan Beyrut'a kadarki lojistik ve posta ağını yöneten Ermeni cenahın kendisidir.

Yine, Kürt -Ermeni ortak direnişinin fikir babası Rupen Ter Minasyan, kendisini "Ağrı Meclisi" (Orijinal ismi ile "Ciwata Agirî") olarak tanımlayan isyan karargahının İran'daki yetkili temsilcisi olarak seçilecek.

Dahası Ardeşir Muradyan, Kara Vahan ve Baron Apram (Kürtler kendisine "İbrahim Paşayê Fileh" -Ermeni İbrahim Paşa diyordu) bizzat Ağrı ve Zilan'da bulunacaklardı.


Peki, Ermenilerin Kürtlere aktif şekilde yardım etmelerinin nedenleri neydi?

Bilindiği üzere Taşnaksütyun Ermenistan'ın Sovyetleşmesinden sonra Ermenistan'dan kovulur.  

Sovyet yönetimi Taşnakları "Emperyalizmin işbirlikçileri, şoven ve milliyetçi" kompradorlar olarak lanse eder.

Bu süreçten sonra Taşnaksüyun'un etkili kadroları dünyanın çeşitli muhitlerine dağılırlar.  

Sovyetlerde bir Ermenistan var, doğrudur ama bu Ermenistan artık Taşnaksütyun'un Ermenistan'ı değildir.

Onun için bir nevi sürgünde olan Taşnaklar için artık hedef "Batı Ermenistan" dedikleri Van, Bitlis, Erzurum gibi şark vilayetlerinin kurtarılması ve bu muhitte bir Ermenistan'ın tesis edilmesidir.

Lakin asıl sorun şu: bu muhitlerde artık Ermeni varlığı yok. Bu muhitlerde daha çok Kürtler yaşıyor. Kürtlere rağmen bu hedefin gerçekleştirilmesi imkansıza yakındır.

Bunun için Kürtlerle birlikte mücadele etme fikri Taşnaklar için mantıklı bir fikirdir artık.

Taşnaksütyun'un bazı kadroları bu fikri gönülsüz olsa da bir "zorunluluk" olarak görürken, Rupen Terminasyan, Garo Sanunnian, Ardeşir Muradyan gibi sosyalist kadrolar için bu fikir "enternasyonalist devrimci" olmanın da gereğidir.

Kürt halkına el uzatmayı bir görev olarak görme gibi bir yaklaşım da söz konusu. Birinci Dünya Harbi'nin hemen sonrasında Sevr Barış Konferansı'nda Ermeni delegasyonu (Nubar Bogosyan ile Mehmet Şerif Paşa birlikte hareket etmişler) taraflar arasında belli bir konsensüs mevcut zaten.  


Kürt şeyhler ve Ermeniler arasında ilişkilerin güçlü olduğunu da görüyoruz…

Taşnaksütyun, Şeyh Said isyanından hemen sonra, öncelikle Kürtleri bir araya getirmeye çalışıyor.

Bağdat'ta Şeyh Said'in oğlu Şeyh Ali Rıza ile toplantılar gerçekleştiriyorlar. Lakin başka bir pürüz ortaya çıkıyor.

Suriye'deki Bedirhaniler, "Kürt davasının asıl temsilcisi biziz" deyince işler çığrından çıkıyor.

Ali Rıza Efendi geri çekiliyor. Bu noktaya kadar "Ağrı Dağı'nda bir isyan husule getirme" projesi aslında Şeyh Said Efendi'nin mahdumu Şeyh Ali Rıza'ya ait. İhsan Nuri'de kendisine bağlı hareket ediyor.

Bu süreçte Şeyh Ali Rıza, Taşnakların İran'daki mühim kadrolarından biri olan Doktor Roben Stephanyan ile düzenli yazışıyor.

"Bedirhan sülalesi 100-200 yıldır Kürdistan'dan ayrılmış durumda. Halk üzerinde artık bir etkileri yok. Asıl etkili olanlar şeyhlerdir" mealinde bir telkinatta bulunuyor.

Aynı telkinatı Şeyh Said'in ailesinden Şeyh Mehdi de yapıyor. Kürdistan'daki sosyo-politik dönüşümün anlaşılmasını yani Mirliklerin artık olmadığını, Halidi-Nakşibendi şeyhlerin, mirlerin yerini aldığını anlatmaya çalışıyorlar.

1926'da Bedirhaniler ile Şeyh Said Efendizadeler arasında pürüz çıkınca toparlayıcı ve uzlaştırıcı figür olarak devreye Memduh Selim giriyor.

Selim 1927 sonbaharında "Hoybun" isimli bir Kürt örgütünün kuruluş kongresi için tarafları uzlaştırmayı başarsa da Şeyh Said Efendizadeler örgütten geri çekiliyorlar. İkinci aşama (ki bu da pürüzdür) örgütteki Ermenilerin rolüne dairdir.

Ermeniler bu örgütte nasıl bir rol alacaklar? Taşnaksütyun kendisini Kürt davasının hamisi olarak görüyor zaten.

Hatta iç yazışmalarda, sanırım Levon Paşa ile Şahan Natali arasında geçiyordu.

"Bu örgütü halkımızın çıkarlarına göre yönlendirebiliriz", "bize yakın olan adamları örgütün etkili mekanizmalarına yerleştirebiliriz" gibi ifadeler var.

Yani Taşnaksütyun'un bir kanadı Hoybun'u paravan bir örgüt olarak kullanma eğilimindedir.

Sanırım Kürtler bu niyeti seziyorlar, Ermenilerin sınırlı şekilde Hoybun içinde etkin olmaya izin verseler de daha çok finansal kaynak aktarımı, lojistik destek ve uluslararası politik network oluşturma konularında yardımcı olmalarını yeterli görüyorlar. Örgütün işleyişine karışmalarını pek istemiyorlar. 

Hâl böyle olunca Taşnaksütyun'un Beyrut bürosu Hoybun'u finanse etme, Bağdat, Tahran, Tebriz büroları Ağrı'ya lojistik destek sağlama, Boston ve Paris büroları da Amerika ve Avrupa devletleri nezdinde Kürtler lehine kamuoyu oluşturma işlerini üzerlerine alıyorlar.

Lakin şöyle bir husus var: Kürtler Ermenilerden çok şey bekliyorlar. Ermenistan'ı kurmuş olan Taşnakların ekonomik ve politik manada hala güçlü, organizeli olduğunu sanıyorlar.

Ermeniler de bu beklentinin farkındalar, ellerinden geldiğince Kürtleri hayal kırıklığına uğratmamaya çalışıyorlar.

Mesela İhsan Nuri, Taşnaksütyun'un Ağrı'daki Kürt Hareketi için telsiz radyo sistemi, Amerika'dan, Avrupa'dan son model silahlar hatta keşif için bir uçak dahi alabileceğini düşünüyor.

Oysa işin rengi başka. Karşımızda eski halinden eser kalmayan, bölünmüş, finansal sıkıntılar ve kadrosal disiplinsizlik sorunları ile boğuşan bir Taşnaksütyun var.

Zorlasalar belki de bu bu levazatımın alımı için Ermeni diasporadan gerekli parayı toplayabilirlerdi.

Lakin her ne kadar Kürtler ile bir antlaşma imzalamış olsalar da (ki bu antlaşmada müstakbel Batı Ermenistan ile Kürdistan'ın sınırları dahi neredeyse kesinleşmişti) Kürtlerin bağımsızlıklarını elde ettikten sonra kendilerini yüz üstü bırakmayacakları ne malumdu...

Ama yine de belirli şartlar altında ellerinden geldiğince Ağrı'daki isyan karargahına ve merkez komite Hoybun'a yardım ediyorlar.  
 


 

Ermeni İttihat ve İhtiláliye Komitesi'nden Rupen Paşa ile İhsan Nuri Paşa arasındaki mektuplar da ilginç. Rupen Paşa'ya göre Ermeniler, Kürt katliamını Ermeni katliamının bir devam olarak görüyor. Bu yüzden Rupen Paşa uluslararası kamuoyundan, Sosyalist Enternasyonal'den çeşitli taleplerde bulunuyor ama karşılık alamıyor. Bunu nasıl okumak lazım? 

Esasen temmuz ayında, Zilan vadisinde icra edilen katliama kadar psikolojik üstünlük Ağrı Dağı'ndaki isyan karargahının lehinedir.

Lakin katliamdan sonra sahadaki psikolojik üstünlük orduya geçer. Bu esnada Rupen Ter Minasyan bu korkunç katliamları yabancı kamuoyuna anlatabilmek için Milletler Cemiyeti ve Sosyalist Enternasyonal'e başvurur.

Kürt katliamını, 15 sene evvel icra edilen Ermeni katliamının devamı ve Panturanizm siyasetinin tatbiki olarak gören Rupen Paşa'nın o gün söyledikleri son derece düşündürücüdür.

Diyor ki;

Van'da icra edilen katliamlar ve tarafınızdaki şiddetli çatışmalardan haberdar olarak dış temsilciliklerimize bilgi vermişim. Uluslararası kamuoyuna ve Sosyalist Enternasyonal ve söz konusu mesele ile alakadar olan devletlere müracaat etmelerini arkadaşlarımdan rica etmişim.

Kürt katliamları Ermeni katliamların devamını ve Panturanizm davasının icrası olduğunu belirterek Türk ve Rus askerlerinin topraklarımızdan uzaklaşmaları ve Ermeni, Kürt müttefik ve bağımsız devletlerin kurulması hususunda bize taraftar olmalarını talep etsinler.


Dönemin ruhu böyle aslında. Hem Rupen Ter Minasyan hem de Hoybun'un belli başlı kadroları meseleyi bu şekilde görüyorlar.

Ermeniler, Kürtler ve Ermeniler'e dönük asıl tehlike olarak gördükleri Turanizme karşı Aryanizm'i güçlü tutma gibi bir idealleri var. 

Örneğin, Biroyê Heskê Têli, İran Şahı'na gönderdiği mektupta Ağrı'daki Kürt mücadelesinin İran devletinin güvenliğine dönük "kârlı bir iş" olduğunu, Türkiye'nin amacının Turanizm ülküsü dahilinde Azerbaycan ile arasında mâni teşkil eden Maku'dan Erzurum'a kadar olan Kürdistan parçasını ortadan kaldırmak olduğu belirtiyordu.

Kürtlerin hedefe konulmasının sebebinin kendilerinin Farslarla "emizade", yani amca çocuğu olması hasebiyle "akvam-ı İraniye", yani Aryan kavmine mensup olmalarına ötürü olduğunu savunuyordu.  

Bedirhani Celadet ve Kamuran ise daha açık bir şekilde İran'ın toprak bütünlüğüne zeval gelmeyeceğini yani Kürtlerin kurtuluşunu gaye edinen Hoybun'un İran tebaası olan Kürtleri kapsamadığını ima ederek, İran'la anlaşmamanın Ermenilerle vuku bulan anlaşmazlığın neticesine (Ermeni soykırımı) eşdeğer sonuçlar yaratacağını belirtiyordu.

Kısacası 1915'te Ermenilerin başına gelenler Kürtler için güçlü bir örnek teşkil ediyordu.

Elbette Batılı devletlerin desteği kendileri için önemliydi lakin yanı başlarında yer alan İran'ın desteğinin daha yaşamsal olduğunun farkındaydılar.

Çünkü Batılı devletlerin dindaşları olan Ermenileri korumadığını veyahut koruyamadığını görmüşlerdi.

Nitekim Batılı devletler Ermeni kırımını aratmayan Zilan Katliamı'na dair tek bir söz dahi söylemediler.

Mesela dönemin Fransa Dışişleri Bakanlığı iç yazışmalarında Zilan katliamını yan detay minvalinde, "Kürt isyancılara karşı askerî harekât icra eden ordunun bu esnada Van Gölü kuzeyinde 5 bin kadar sivil Kürdü katletmesi" olarak görür.

Bu 5 bin Kürdün (bu arada gerçek rakam en az on beş bindir) katledildiği askeri operasyonda kullanılan uçaklar Alman Junkersleri, Fransız Breguetleri ve İngiliz Letovları idi. 


Peki bugün İhsan Nuri Paşa'yı ve dönemini anıları eşliğinde nasıl değerlendirmek lazım? Kendisinin Balkan Savaşları'ndan İran'daki ölümüne kadar olan macerasını siz nasıl yorumlarsınız? 

"Cemşit" kod ismini kullanan İhsan Nuri Paşa'nın Ağrı Dağı'na gelişine kadar (yıl 1927) Biro ve adamlarının eylemleri devlet cenahınca "adli vakalar" olarak değerlendirilir.

Ancak İhsan Nuri Paşa artık bu vakalara politik bir misyon yükler.

"Adli vakayı politik vakaya dönüştürme sürecinin koordinasyon dönemi" olarak adlandırabileceğimiz bu süreçte yani 1927-1930 yılları arasında, başkaldırıyı düzenli askeri nizam ile tanıştırır.

Bir cumhuriyet dahi tesis eder. Resmiyetteki ismi ile "Civata Agirî Kurdistan" - bazen de "Civîna Agirî Kurdistan"( Ağrı Kürdistan Cumhuriyeti-ya da Fransızcası ile " Republique Kurde d'Ararat")  dönemin Kürt entelijansyasının hayali ve özlemi  olan Kürt devletinin, yakın doğunun en yüksek mecrası olan Ağrı Dağı'nda  vücut bulmuş hayalidir. 

Bu ütopyayı gerçekleştiren ise İran'ın tarihsel kahramanı Cemşid'in ismi ile anılan İhsan Nuri'dir.

Tabi öncelikle İhsan Nuri Paşa, "Hoybun Fevkalade Askeri Komiseri" unvanı ile Hoybun'un yol haritasını uygulamakla memurdu.

Eskiden konforlu sayılabilecek bir yaşama sahip bu otuzlu yaşlardaki genç subay, Kürtlerin Mustafa Kemal Atatürk'ü olmaya adaydır lakin elindeki bakiye, Mustafa Kemal'in elindeki Osmanlı bakiyesi ile hiçbir şekilde boy ölçüşemeyecek kadar zayıftır.

Sonuç olarak askeri edinimleri ile geleneksel bir Kürt isyanını modern bir çerçeveye sokmaya çalışan İhsan Nuri Paşa, 1930 sonbaharında İran'a sığınmak zorunda kalır.

Bunu bir "yenilgi" olarak nitelendirmeyen İhsan Nuri Paşa, bundan sonra kültürel ve siyasi çalışmalara yönelir.  

İran'da elbette rahat bırakılmaz. Dönemin İran'ının istihbarat örgütü olan SAVAK tarafından gece gündüz gözetim altında tutulan İhsan Nuri Paşa'nın faaliyetleri son derece kısıtlı imkân ve mekanlarda gerçekleşir.

Bu imkân ve mekanların sağladığı koşullarda belki de daha fazlasını yapamazdı.

Hoybun ve onun sahadaki modern- milliyetçi aklını temsil eden İhsan Nuri Paşa'nın politikleştirdiği Ağrı İsyanı, Kürt tarihinde önemli bir momenti teşkil eder.

Denilebilir ki Ağrı'ya kadarki Kürt isyan silsilesindeki milliyetçilik damarı, 18'inci yüzyılın başlarında vefat eden Kürt bilgin ve edip Ahmedê Xanî'nin banisi olduğu pro-milliyetçi aksı aşmaz.

Lakin İhsan Nuri'yle birlikte modern milliyetçi bir aksa giren Kürt İsyan silsilesi, günümüz Kürt hareketinin de temelini oluşturur.


Son olarak siz bu çalışmayı yaparken nasıl bir yol izlediniz?

İhsan Nuri anılarını ikisi Kürtçenin Kurmanci lehçesi, biri de Farsça ve kısmen de Kürtçenin Sorani lehçesi üzere üç nüsha şeklinde yazmış.

Eyüp Barzani tarafından çalışılan Farsça ve Soranice (Arap alfabesi) nüshanın "Ağrı Dağı İsyanı" bölümü 1983 yılından itibaren Paris Kürt Enstitüsü bünyesinde çıkarılan Hêvî Dergisi'nde dizi şeklinde Latinize edilerek Kurmanci olarak yayımlanmıştı.

Bu dizi daha sonra 1992'de Türkçeye çevrilerek yukarıda da belirttiğim gibi sorunlu bir şekilde yayımlandı.

Bu nüsha (bu nüshayı "Farsça-Sorani Nüshası" olarak adlandırdım) 2019 yılında yine Eyüp Barzani tarafından diğer kısımları ile beraber Fransızcaya çevrilerek kitap olarak 2019'da Cenevre'de basıldı.

Kürtçenin Kurmanci lehçesi ile kaleme alınan "Bi Serhatiya Min" ve Ağrı İsyanı'nın son 3 ayını anlattığı isimsiz nüsha.

Bu nüshayı "Ağrı İsyanı Kurmanci Nüshası" olarak adlandırdım. Bugüne kadar çalışılmamıştı. Bu iki nüshayı iki yıllık bir çalışma ile nihayet yayımlayabildim.

İhsan Nuri Paşa bu nüshaları gramer açısından son derece hatalı ve ağdalı bir Kurmanci ile kaleme almıştı.

Bazı cümleleri okumak son derece zordu. Bu nüsha, yeterli bir Kürtçe, Osmanlıca dil bilgisine ve bahsedilen tarihi vakalara aşina olmayı zorunlu kılıyordu.

Yakın Kürt tarihine iyi kötü aşina olmam bu çalışmanın sahih bir şekilde yapılmasını mümkün kıldı.

Bu çalışmada daha önce hiç yayımlanmamış olan "Bi Serhatiya Min" nüshasını temel aldım.

Yine, daha önce hiç yayınlanmamış olan "Ağrı İsyanı Kurmanci Nüshasını" ve Eyüp Barzani tarafından yayımlanmış olan "Farsça-Sorani Nüshası"daki ilgili yerlerle karşılaştırmaya çalıştım. Böylece ortaya bu eser çıktı.

Ömrüne birden fazla isyan sığdıran İhsan Nuri Paşa'nın anıları sadece Ağrı İsyanı‘nı değil, Kürt tarihinin  saklı kalmış bir çok hususunu açıklığa kavuşturuyor.

1920'den 1970'lere kadar, yarım asırlık bir zaman dilimine projektör tutuyor.

Tabi kitapta bir de Raporlar var. Bu raporlar ve yazışmalar da ilk defa günışığına çıktı.  

Bu raporlar inanın yakın dönem Kürt tarihinin yazımının yönünü değiştirecek bilgiler içeriyor. O derecede önemli belgeler bunlar.

Sonuç olarak bu anı ve raporları ilk defa muntazam bir şekilde, tek bir sözcüğüne müdahale etmeden elimden geldiğince aslına sadık kalarak yayınladım.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU