Don Kişot anlatılarına duyduğum ilginin kökleri belki de onun sadece ilk roman olmasından değil, aynı zamanda edebiyat tarihinde aklın sınırlarını zorlayacak biçimde neredeyse her türlü tekniği ilk roman olarak tüketmesindendir.
Romanslardan sıyrılan romanı hem klasik bir anlatıya dönüştürmesi hem de modernizmin ve postmodernizmin tekniklerini, bizler daha adamakıllı uygulamaya cesaret edemeden asırlar öncesinden kullanması bu ilgiyi artırıyor.
Eminim ki birçok edebiyat okuru için de Don Kişot'un yeri bu ve benzeri sebeplerle bende olduğu gibi özeldir. Hâl böyle olunca Kişot anlatılarının yeri de özel olmazsa olmaz elbette.
Unamuno'nun Sis'inde beliren Kişot tartışması, Paul-Jean Toulet'nin hayal ettiği bilimperest Don Kişot'un üçüncü gezisi, bu anlatılardan yalnızca birkaçıdır.
Oysaki Kişot, Roger Garaudy'nin de Yaşanmış Bir Şiir Don Kişot kitabında belirttiği üzere bir anlatıdan çok daha fazlasıdır.
Napolyon'dan, Sezar'dan ve hatta Unamuno'nun da ifade ettiği gibi, Cervantes'ten dahi daha gerçektir şanlı şövalyemiz.
Belki de bu sebeple Toulet'de olduğu gibi ister kendisi olarak, ister Madame Bovary'de olduğu gibi bir başkası olarak, birçok defa dirilip biz okurların önüne atmıştır kendini.
Elbette "Emma Bovary ne alaka Don Kişot'la?" diye sorabilirsiniz!
Ama unutmamak lazım ki Emma'nın da deliliği, şanlı şövalyemiz gibi, kurgu okumaktan pekâlâ ileri gelmekteydi!
Ancak Madame Bovary kadar ünlü olmasa da onun gibi kendini Fransız aşk romanları ve romanslarının büyülü dünyasına kaptırmış, bu hikâyelerin arasında kaybolmuş başka bir şahsiyetimiz daha var!
Arabella.
Charlotte Lennox'un Arabella'sı.
Bir başka deyişle, Samuel Taylor tarafından devrinin en büyük kadın yazarı olarak anılan, Henry Fielding'e göreyse Cervantes'i bile aşmış Charlotte Lennox'un başyapıtı The Female Quixote ve onun baş kahramanı Arabella.
The Female Quixote, 1752'de yayımlandığında İngiliz edebiyatında büyük bir tartışma yarattı.
Roman, Bluestocking olarak bilinen, eğitimli ve entelektüel kadınların edebiyat sahnesinde önemli bir yer edindikleri ilk günlere denk geldi.
Ancak unutmamak gerekir ki bu, kadınların entelektüel faaliyetlerinin hâlâ tartışıldığı bir dönemdi.
Dolayısıyla bir kadının kaleminden çıkan dişi bir Kişot romanının belirmesi, bu tartışmanın göbeğine oturdu.
İlk eleştiriler, dönemin önemli şairlerinden Elizabeth Carter'dan geldi.
Neredeyse roman yayımlanır yayımlanmaz, Carter, kendisi gibi Bluestockings mensubu bir başka şair Catherine Talbot'a yazdığı mektupta, bu kitabı her gece kahkahalarla okuduğunu ve hayran kaldığını anlatıyordu.
Şair Susanna Highmore'un dilindeyse "dişi Kişot olmak" bir deyime dönüşerek 18'inci yüzyıl edebiyat jargonunda yerini alacaktı.
Fakat romanın süksesi, ne yazık ki çok uzun sürmedi.
Her ne kadar Anna Barbauld'un hazırladığı İngiliz edebiyatı antolojisinde tek kadın yazar olarak kendine yer bulsa da, zamanla unutuldu.
Ta ki feminist edebiyat eleştirisi ve kadın yazarların edebi mirası yeniden değerlendirilmeye başlayana kadar.
İsminden de anlaşılacağı üzere, The Female Quixote hepimizin az çok aşina olduğu Don Kişot'un, dönem İngiltere'sinde yaşayan kadın versiyonu olarak tasarlanmıştı.
Tasarlanırken de Samuel Johnson'un ciddi bir desteği olmuştu.
Romanımızın kahramanı Arabella da tıpkı Don Kişot gibi, haddinden fazla romans okumuş ve kendini 17'nci yüzyıl Fransız aşk romanslarının dünyasına kaptırmıştı.
Ancak Don Kişot'un aksine Arabella ne sağduyusunu yitirmiş ne de deliliğe kapılmıştı.
Hayır, hayır. Tam tersine kahramanımız, romanslarda prensesin, leydinin beğenisini kazanmak için şövalyelerin sefalet çektiğini ve kadınların, erkeklere bir uğurda yaşama şansı vererek onları ölümden dahi döndüren mutlak güç sahibi özneler olduğunu fark etmişti.
Böylece Arabella, tüm komedisinin içinde delilik yerine ahlaki üstünlüğü benimseyen ve bunu dünyaya taşımaya çalışan bir kahraman oluvermişti.
Romanslardan devşirdiği düzensiz, kopuk, darmadağınık anıları Arabella'nın hayal dünyasında kadınlığın ahlaki üstünlüğünde eriyordu.
Bu sayede Arabella, bir saplantıya hapsolmaktan kurtuluyordu. Karakterimiz böylece, bu ahlaki üstünlüğüyle romanın çeşitli bölümleri boyunca ev hayatına mahkûm edilmiş, tek eğlenceleri sosyetik mekânlara gitmek olan, kendilerini eğitimden ve okumaktan mahrum bırakan kadınlara meydan okuyordu.
Lennox, tüm bu çatışmaları Arabella'nın karşısına, bir dişi Sancho Panza olan kuzenini koyarak irdelemeye karar vermişti.
Arabella'nın idealleri, 17'nci yüzyıl kahramanlarının sadakat, cesaret ve saflık gibi erdemlerinden beslenirken; kuzeninin dayandığı tüm değerler, dönemin moda görgülerine uygun yaşayan, yüzeysel ve statü odaklı bir kadınlık modelini temsil ediyordu.
Arabella için ulvi bir amaç olan aşk, kuzeni için bir araç, ilişkiler bir oyun, dış görünüş ise bir güç unsurudur.
Böylelikle, Arabella ve kuzeninin bu karşıtlığı, 18'inci yüzyıl İngiltere'sindeki kadınların karşılaştığı toplumsal ikilemi de simgeliyordu Lennox'un eserinde.
Kuzeninin Arabella'ya yönelik eleştirileriyse, yalnızca Arabella'nın hayallerinin gülünçlüğüne değil, aynı zamanda onun ahlaki üstünlüğüne duyduğu kıskançlığa kaynaklanıyordu roman boyunca.
Bu çatışmadaki tarafgirliği kuran unsursa Lennox'un anlatıcıyla sürekli hikâyeye müdahale eden incelikli ironisinden başka bir şey değildir.
Yazarımız, bu ironi yoluyla Arabella'nın fantezi dünyasını, kuzeninin "gerçek dünyasından" daha geniş bir ahlaki bakış açıyla sunar.
Zira onun romans kahramanlarının dünyasında aradığı cömertlik, fedakârlık ve sadakat değerleri, kuzeninin simgelediği dönemin moda görgüleri ile her çatışmasında galip gelir.
Böylelikle trajikomik çatışmalar içerisinde Lennox, Arabella'yı yalnızca alay edilen bir figür olmaktan çıkarır ve ona ahlaki üstünlüğü bahşeder.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Belki de çağdaşı Henry Fielding'in onu Cervantes'le kıyaslaması, hatta Lennox'un Cervantes'i aştığını iddia etmesi, tam da buradaki inceliğinde yatmaktadır.
Zira Lennox, güldürü uğruna Don Kişot'u taklit etmemiş, Don Kişot'tan dönemin ruhuna bürünmüş yepyeni bir karakter yaratmıştı.
Yine de Dişi Kişot'umuzun ustalığı bu kadarla sınırlı değildir elbette. Zira Lennox, romanın yapısını kurgularken, anlatının kendi kurmaca doğasını da asla es geçmez. Tıpkı Cervantes'in Don Kişot'u gibi.
Nasıl ki Cervantes'in şövalye romansları devri çoktan kapanmışsa, Lennox'un bu eseri kaleme aldığı dönemde de aşk romansları furyası biteli 50 yıl kadar olmuştu.
Bir başka deyişle, Lennox artık bu romansların demode olduğu bir çağda onlara bir bakış atar, onları hatırlar ve onlardan bir romans olmaktan kendini belki de kurtarır.
Dişi Kişot aşk romanslarına eklemlenmek yerine yazıldığı dönemin önemli iki edebiyat temsilcisinin romanın ne'liği tartışmasını içerler.
Bir taraftan dönemin yeni romanının ev hayatına odaklanması gerektiğini savunan, karakterlerin gerçekçi ve psikolojik derinliğe sahip olmasını öneren Richardson'ın roman tekniğini Arabella'nın eve hapsolmuş, kuzeniyle ve dünyayla psikolojik çatışma yaşayan yönüyle sunarken Fielding'in tipe dayalı, komedi unsuru taşıyan yeni roman tekniğini ise hem Arabella'nın prototipliğinden hem de hikâye akışının komedi biçiminde kurulmasıyla gerçekleştirir Lenox.
Ancak bu kadarla da kalmaz. Her ikisini de kendi kurduğu ironiyle aslında aşar. Zira, Lennox, hem Cervantes'in Don Kişot'undaki metinlerarası oyunlarını dehşet derecesindeki 17'nci yüzyıl Fransız romanı bilgisine dayanarak Dişi Kişot'a harmanlarken hem de 18'inci yüzyıl İngiliz romanının gerçeklik ve kurgu arasındaki sınırlarını ironi içerisinde kendine has bir şekilde sorgulayarak yeni bir roman yapısı da inşa eder.
Tıpkı roman boyunca Arabella'nın romantik ideallerle örülü dünyası ile dönemin toplumsal gerçekliği arasında keskin bir gerilim kurulması gibi bir başka gerilimse tam burada, metnin meta-kurgusal yapısında böylelikle gerçekleşir.
Kısacası, tüm bunları ironi yoluyla yaparken Lennox'un belki de en büyük başarısı, The Female Quixote'yi yalnızca bir hiciv romanı olmaktan çıkarıp, roman türünün kendi sınırlarını eleştiren bir meta-anlatıya dönüştürmesidir.
Roman boyunca Arabella'nın romantik dünyası ve gerçeklik arasındaki gerilim, yalnızca bir bireyin yanlış anlamalarına işaret etmekle kalmaz, aynı zamanda roman türünün sınırlarını ve edebi kalıplarını da sorgular.
Arabella'nın romanslara olan düşkünlüğü, dönemin kadınlara sunduğu edebi ve kültürel normların bir yansımasıdır.
Ve Lennox, bu normları Arabella'nın maceraları aracılığıyla ince bir ironiyle eleştirir.
Böylelikle, Lennox'un Arabella'sı, tıpkı Cervantes'in Don Kişot'u gibi, kurgu ile gerçeklik arasında gidip gelirken, okuyucuyu edebiyatın sınırlarını ve toplumun dayattığı normları sorgulamaya davet eder.
Don Kişot'un roman tarihinde açtığı gedikten içeri sızan ve edebiyat geleneğinde kendine bir yer açan Arabella, Lennox'un ustalıklı ironisiyle, 18'inci yüzyıl İngiltere'sinde kadınların entelektüel varoluş mücadelesinin bir simgesine dönüşür.
Tıpkı Don Kişot gibi Arabella da çağının edebi kalıplarını altüst ederek, roman türünün dönüşümünde kilit bir figür haline gelir.
Böylece Kişot anlatılarının edebiyat tarihindeki yerinin ne denli özel olduğunu bir kez daha hatırlatır.
Ama bunu hatırlatmanın yanında Kişot anlatıları içinde kendine eşsiz bir yer de edinir.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish