Tasavvufun Hindistan'da gelişimi ve dini senkretizm üzerine

Dr. Duygu Çağla Bayram Independent Türkçe için yazdı

Hindistan tarihinde maneviyat veya din sıklıkla toplumun politik boyutlarıyla birlikte ele alınmıştır.

Arkeologların ve tarihçilerin İndus vadisi döneminde teokrasinin hüküm sürüp sürmediği konusunda spekülasyon yapmasına yol açan Harappan döneminden kalma bir rahip-kral heykelinin en eski kalıntılarını ele alalım.

Ya da siyasi meşruiyetlerini tesis etmek için ilahi takdiri ifade eden belirli isimler (Ashoka yazıtlarında Devanampiya Piyadasi olarak anılır; Sanskrit Devanampriya ve Priyadarshi, tanrıların sevgilisi ve başkalarına nezaketle/iyilikle bakan anlamına gelir) benimseyen antik Hindistan'daki yöneticileri ele alalım.

Peki bu dini güçler iktidar merkezlerini işgal etmeye ve böylece egemenliklerini ilan etmeye başladığında ne oldu?

Putperestlikten çok, kişinin ilahi deneyimine odaklanan Bhakti Hareketi, erken Orta Çağ döneminde Brahmanik hegemonyaya bir karşı duruş olarak ortaya çıktı.

İlginçtir ki aynı dönemde Sufizm veya tasavvuf da Mekke ve Medine'de kendi içinde büyüyen materyalizme ve dünyeviliğe bir tepki olarak ortaya çıktı.

Tasavvuf, Orta Çağ döneminde Hindistan'a ulaştığında tarihinin önemli bir aşamasına, silsilelerin (tarikatların) örgütlenmesi sürecine girmişti.

Materyalizmden ve dünyevilikten uzaklaşan Bhakti Hareketi'nin zirvede olduğu bir dönemde tasavvuf da halihazırda yerleşik siyasi merkezlerden uzaklaşan toplumda bir yer buldu.

Politikaya duyulan soğukluk, Sufileri politik nüfuz merkezlerinden uzak durmaya ve düşük kastlı Hinduların yaşadığı yerlerde kendi hankâhlarını kurmaya alan açtı.

Bugün Hindistan'da tasavvufun popüler anlamlarına gelince, genellikle Ajmer ve Delhi'deki Hoca Garib Nevaz ve Nizameddin Evliyâ'nın dergâhları ve ünlü kavvaliler (Sufi müziği) ile ilişkilendirilir.

Ancak çoğu insan muhtemelen bunların Çişti silsilesine ait olduğunu veya silsilelerin ne olduğunu ve tasavvufun yayılmasına nasıl yardımcı olduklarını bilmiyor.

Tasavvufu ve Hindistan'daki etkisini anlamak için, burada gelişen çeşitli silsileleri ve onların büyük şeyhlerini/mürşitlerini anlamak önemli, çünkü insanları ilk aşamalarda hankâhlarına çeken onlardı.

Arapça silsele sözcüğü kelime anlamıyla zincir anlamına gelir ve tasavvufta manevi soyun resmi zincirine atıfta bulunur.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Zincir yüzyıllar boyunca devam eder ancak mistik bilgeliğini müritlerine aktaran, müritlerin de bunu kendi müritlerine aktardığı ve böylece devam eden bir üstat ile başlar.

Hindistan'da gelişen 4 büyük silsile, Çişti, Nakşibendi, Sühreverdi ve Kadiri olmakla beraber silsileler, Ba-şara (Şeriata/İslam Hukukuna sıkı sıkıya bağlı olanlar) ve Be-şara (Şeriata uymayanlar) olmak üzere genel olarak 2'ye ayrılır.

Kalender veya meczub olarak adlandırılan Be-şaralar herhangi bir silsileye ait değildir, genellikle ulemalar tarafından eleştirilere maruz kalırlar ve genellikle gezgindirler.

Alt kıtadaki önde gelen pirlerin çoğu, günümüz Afganistan'ında ortaya çıkan ve taraftarları 13 ve 14'üncü yüzyıllarda Moğolların zulmünden kaçmak için Hindistan'a göç ettiğinde oraya getirilen Çişti okuluna mensuptu.

Birçoğunun yerleştiği yer Delhi'ydi ve önce Delhi Sultanlığı'nın, sonra da Babürlülerin hükümdarlığı altında, sevgi, şefkat ve açıklık ilkelerine dayanan bir inancı uyguladılar ve yaygınlaştırdılar.


Tasavvufun Hindistan yolculuğu

Müslümanların Hint yarımadasına akınlarının gerçekleştiği 3 belirgin aşama vardır.

Birinci aşama, Emevi Halifeliği'nin doğu eyaletinin valisi Haccac bin Yusuf'un teğmeni Muhammed bin Kasım tarafından 712 yılında Sind ve Multan'ın fethidir. Bu fetih uzun vadeli bir etki yaratmamıştır.

İkinci aşamada, Yemini Sultanları, Emir Sebüktegin ve oğlu Sultan Mahmud 11'inci yüzyılda Hint yarımadasına defalarca seferler düzenlediler ve özellikle ikincisi doğuda Kanauj'a ve güneyde Gujarat'taki Somnath'a kadar ilerleyerek yarımadaya derinlemesine nüfuz etti.

Üçüncü aşama Tarain Muharebesi (1191) ile başladı ve başkent Delhi olmak üzere Hindistan'da Türk yönetiminin kurulmasına yol açtı. Üçüncü aşamada bir dizi Sufi evliya Hindistan'a geldi ve yerleşti.

10'uncu yüzyıldan itibaren Sufizmin popülerliğinin Orta Asya'ya yayıldığını görürüz.

Delhi Sultanlığı'nın kuruluşu (1192), Moğol istilaları nedeniyle Orta Asya'da yaşanan huzursuzlukla aynı zamana denk geldi ve bu da Hindistan'a büyük çaplı bir göçmen gelişine yol açtı.

Bu dönemde birçok Sufi evliya da Hindistan'a geldi ve hankâhlarını kurdu.

Türk yönetiminin kurulmasından çok önce birçok bölgede Müslüman evliyalar tarafından mistik merkezler kurulmuş olsa da Delhi Sultanlığı'nın kurulmasıyla birlikte Hindistan'da Sufi evliyalar ve silsilelerin sistematik bir şekilde örgütlenmesi ortaya çıktı.

En önemli tarikatlardan ikisi Çişti ve Sühreverdi de Delhi Sultanlığı yıllarında kuzey Hindistan'a tanıtıldı ve o zamanın toplumunda önemli bir rol oynadı.

İlk Sufiler 8 ve 9'uncu yüzyıllarda Hindistan alt kıtasına gelmiş olsalar da Sufizm ancak 12'nci yüzyılda Sufi silsilelerinin (tarikatlarının) kurulmasıyla yaygınlaştı.

Bu silsilelerin 12 ve 16'ncı yüzyıllarda alt kıtada kitlelerden nasıl muazzam destek topladığına dair Güney Asya'daki İslam tarihine odaklanan Hindistan'ın tarihçileri arasında üç yaygın görüş bulunur:

İlk argümana göre Çişti şeyhleri, maneviyatları ve eşitlikçilikleri sayesinde kırsal Hindistan'da düşük kastlı Hinduları İslam'a döndürdüler.

İkinci görüş, Arap tüccarların Hindu kadınlarla evlenerek Gujarat ve Malabar'da barışçıl misyonerlik yaparken siyasi fetihlerin de Hinduları dönüştürmek için bir yöntem olduğunu söyler.

Ancak aynı zamanda bu politikanın çok başarılı olmadığı çünkü dönenlerin çoğunun dinden çıktığı ileri sürülürken buna katılmayan görüşe göre ise Delhi Sultanlığı'nın mistik kayıtlarında dinden dönme vakasına dair herhangi bir kanıtın bulunmadığı söylenir.

Ganga Jamuni Tehzeeb'e (Hindu kültürel öğelerinin Müslüman kültürel öğeleriyle senkretik füzyonu) inanan üçüncü görüş ise Hindistan'a gelip yerleşen mistiklerin yerel Hindu etkisinden yararlandıklarını ve burada benzersiz bir Sufizm biçimi geliştirdiklerini savunur.

Buna göre din alimleri sıradan insanlara vaaz vermek, genellikle yerel dili kullanmak ve sıradan insanların günlük deneyimlerinden türetilen özlü özdeyişler aracılığıyla İslam ve Sufi felsefesinin karmaşık yönlerini iletmekle meşgul oldular.


Hindistan'da karşılaştığımız en eski Sufi veli ismi Ali Hucviri'dir (d. 1071).

Bununla birlikte, Hindistan topraklarına gömülen ilk Müslümanın Hacı Rozbih olduğuna dair iddialar bulunmaktadır.

Kesin ölüm tarihi bilinmiyor ancak yerel halk hikayelerine göre Prithvi Raj Chauhan'ın 12'nci yüzyılda hükümdar olduğu dönemde Delhi'ye geldi.

Mezarı, Sanjay Van, Mehrauli'de, Delhi'nin 11'inci yüzyıldan kalma en eski kalesi Lal Kot'un girişindedir.

Ancak bu iddiayı destekleyecek yeterli yazılı kayıt bulunmuyor.

Açık kanıtlara göre Delhi'deki en eski Sufi velisi Ajmerli Hoca Muinüddin Çişti'nin halefi Hoca Kutbüddin Bahtiyâr Kâki'ydi.

Delhi'ye ulaşan ilk Sufilerden Hacı Rozbih gibi erken dönemden birçok "pīr baba" (पीर बाबा) mezarı bugün dahi saygı görüyor ve alt kıtada güçlü bir yerel takipçi kitlesine sahip olsalar da onlar hakkında pek fazla şey bilinmiyor.

Ancak Çişti silsilesi iyi belgelendiği için daha iyi biliniyor. Sufilerin urs (ölüm yıldönümü) kutlamaları yavaş yavaş dünyanın dört bir yanından binlerce kişiyi çekmeye başladı ve şu anda dahi bu çekim devam ediyor.

Hindistan'daki en popüler urs töreni, Ajmer'in Çisti evliyası, halk arasında Hoca Garib Nevaz olarak bilinen Hoca Muinüddin Çişti'nin törenidir.

Daha önce belirttiğim üzere alt kıtada Delhi Sultanlığı'nın konsolidasyonuyla birlikte hankâhlar kuruldu ve evliyaların devlet himayesi altına alınması sağlandı, yeni elverişli atmosferle Sufi tarikatları Hindistan alt kıtasında kendilerini sağlam bir şekilde kurabildiler.

Bu, birçok yeni geleneğin ortaya çıkmasına yol açtı ve İslam'ın çeşitli kolları ile çeşitli Hint dini gelenekleri arasındaki etkileşimler, en belirginleri Sufizm, Bhakti ve Sihizm olan yeni dindarlık biçimlerinin, kültlerin ve mezheplerin ortaya çıkmasına yol açtı.

Sufiler, İslam'ın kendilerini betimleyen koruyucuları ulemanın yapamadığı kabul edilebilir bir dil ve ortak zemin geliştirebildiler.

Düşük kastlı Bhakti azizleri toplumsal eşitsizliklere karşı konuşabilirken Brahmin panditleri konuşamadı.

Yüce guruların bazıları toplumsal uyumdan bahsetti, ancak onların kötü eğitimli chelaları (müritleri) konuşmadı.

Bazıları için bağnazlık hayatın yol gösterici ilkesiydi; diğerleri içinse adalet ve insanlık uyulması gereken ideallerdi.

Sufilerin sayısı artmaya başladıkça, manevi eğitimlerini resmileştirme ve meşrulaştırma ihtiyacı hissetmeye başladılar.

Bu, 12'nci yüzyıldan itibaren tarikatların veya silsilelerin yükselişine yol açtı.

Silsileler, takipçilere manevi bir hiyerarşi ve bunun içinde bir yer, ayrıca daha fazla saygınlık ve ortodoksların saldırısına karşı daha güçlü bir savunma tabanı verdi.

Ve Hindistan'da zamanla birçok Sufi silsilesi gelişti. Babür İmparatorluğu'nun sadrazamı olarak görev yapan Ebü'l-Fazl, 16'ncı yüzyıl Hindistan'ında faaliyet gösteren 14 tarikatı listeler.

Bunlardan en belirgin 4 başara silsilesi Çişti, Sühreverdi, Kadiri ve Nakşibendi'dir.

Ancak en etkili 2 tarikat sırasıyla Delhi ve Multan merkezli Çişti ve Sühreverdi'dir.

Beşara silsileler arasında, Madari silsilesinin divangân bölümü ve Resul-Şahiler Hindistan'da öne çıkan 2 tanesidir.

Çişti tarikatı, Herat'ta Hoca Abdal Çişti tarafından kurulmuş ve 1192'de Hindistan'a gelip Ajmer çevresine yerleşen Hoca Muinüddin Çişti (1141-1236) tarafından Hindistan'a getirilmiştir.

En ünlü Çişti Sufiler arasında Delhili Nizameddin Evliya ve Nasirüddin Çırağ Dehli vardı.

Öte yandan Sühreverdi tarikatı Şeyh Şehabeddin Sühreverdi tarafından kurulmuş olmasına karşın tarikatın Hindistan'daki gerçek kurucusu Şeyh Bahaeddin Zekeriya'dır.

4 ana silsile dışında Habibe, Zeydi, Bağdadi, Tusi, Sabri, Firdevsi, Şattari, Kübravi, Varsi ve Kazmiye Kalanderi gibi birçok bağımsız silsile vardı.

Hankâh ve dergahların kurulduğu topraklarda yerel yöneticiler tarafından yönetiliyordu, Sufi azizler manevi yöneticiler olarak kabul ediliyordu.

Öte yandan Nakşibendiler, yöneticilerin hayatlarının insanların hayatları üzerinde derin bir etkisi olduğu için iktidardakilerle bağlantı kurmayı ve etkileşimde bulunmayı gerekli gördüler.

Sühreverdiler krallarla kaynaştılar ve onlara manevi destek verdiler ancak düşüncelerini yeniden yönlendirmeye çalışmadılar.

Öte yandan Çiştiler aktif bir katılım aramadılar ancak yöneticileri tamamen dışlamadılar, onlardan hibe ve toprak kabul ettiler.

Silsilelerin hedefleri, yani ruhlarını Allah'ın iradesine teslim etmek ve İlahi olanla birliğe ulaşmak açısından benzerlikler olsa da çeşitli silsileler arasındaki farklılıklar ritüel uygulamalarında ve geleneklerinde ortaya çıkar.

Örneğin, Sühreverdiler namazı ve zikri ve ramazan ayında oruç tutmayı vurgularken Çiştilerin bağlılığı onları yalnızca namaz kılmaya değil, aynı zamanda zorlu çileci uygulamalara ve neredeyse sürekli oruç tutmaya yönlendirir.

Yani her silsile kendi özel yöntemlerine, ritüellerine ve tekniklerine sahip.

Örneğin, Yogilerle olan temasları Çiştileri uzuv hareketlerinin ve nefes verme ve alma ile ilişkili duruşların sıkı bir koordinasyonuyla zikir yapmaya yöneltmiştir.

Veya Hindistan'da popüler dört Sufi tarikatından yalnızca Çiştiler müzikte coşkulu ilham arar.

Sühreverdiler genellikle buna kayıtsız kalır ve bunun yerine Kur'an'ın okunmasını önerir.

Kadiriler genel olarak müziğe ve özellikle de enstrümantal müziğe karşı. Nakşibendilerin müziğe karşı tutumu daha da düşmanca.
 


Hinduizm-İslam senkretizmi

Hindistan'daki İslam'ın kalıcı bir şekilde yaşayan bir gelenek, kültürünün içkin bir parçası olduğunu anlamak önemli.

Gerçekten de Hindistan, Türk yönetiminin ortaya çıkmasından bu yana İslami eğitim kurumlarının merkezi olmuştur.

Muhammed bin Tuğluk (1325–1351) döneminde, yalnızca Delhi'de binlerce medrese kuruldu.

Jaunpur'da en az otuz medrese vardı ve Thatta'yı (bugünkü Pakistan şehri) ziyaret eden 16'ncı yüzyıl gezgini tarafından bildirilen 400 medrese söz konusuydu.

İslam yaklaşık bin 300 yıl önce Hindistan'a gelmiştir ve Hint Müslümanları yüzyıllar önce İslam'a geçen bu toprakların yerlilerinden gelmektedir.

İslam net bir şekilde tanımlanmış ve düzenli bir dini sisteme sahip bir inanç olduğu için Hinduizm daha önce Yunanlar, Hunlar, İskitler ve Sakalar ile yapıldığı gibi Müslümanları yerli nüfusa dahil etmeyi ve birleştirmeyi başaramadı.

Hindistan topraklarını fetheden Müslümanlar putperestliği ve ayrıntılı ritüel gelenekleriyle çok yüzlü Hinduizm'e karşı dini üstünlüklerine ikna olmuşlardı.

Bu iki toplum arasında yatan dramatik farklılıklara karşın er ya da geç birbirleriyle etkileşime girmeleri kaçınılmazdı.

Aslında Allah'ın Birliği kavramına özel bir vurgu yapan İslam, Tanrı'ya gerçek bağlılığa ve anlamsız ritüellerin ve boş usullerin reddedilmesine dayanan Bhakti kültünün kısmen bir katalizörü olarak hareket etti.

Hindistan'daki İslam temel ilkelerini korurken Hinduizm'in birçok özelliğini benimsedi ve böylece etkileyici bir biçimde yerel kültürle bütünleşti.

Büyük olasılıkla her iki toplum arasındaki toplumsal uyum, Hindistan'da Sufizmin yaygınlaşmasının yan ürünlerinden biriydi.

Bhakti hareketi güç kazanınca beraberinde çok sayıda eklektik inanç getirmiş ve dini ortodoksiyi kademeli olarak azaltmış olabilir.

Sufi ve bhakti hareketleri iki din arasındaki farklılıkları o kadar bulanıklaştırdı ki yakın zamana kadar bir sadguru veya pirin Hindular ve Müslümanlar arasında ortak bir takipçi kitlesine sahip olması çok yaygındı.

Ve hiçbir pir veya sadguru hiçbir zaman bir Hinduyu veya Müslümanı dininden vazgeçip başka bir din edinmeye zorlamadı.

Orta Çağ, sufi ve bhakti düşünce ve uygulamalarının birçok noktada harmanlanıp birleştiği dönemdi.

Hindu-Müslüman kaynaşması Babür yönetimi sırasında dahi gelişmeye devam etti.

Hem Babür hem de Hümayun, İslam'ı ve Hinduizm'i destekleme konusunda geniş vizyon ve eğilime sahipti. Ancak kısa yönetimleri nedeniyle pek çok olumlu adım atılamadı.

Bu yönde kararlı adımlar atan Ekber'di; iktidara gelir gelmez Cizye'yi -Hindular için hac vergisi- kaldırdı. Ayrıca hem Hindulara hem de Müslümanlara aynı şekilde davranan bir yasa çıkardı.

Mahabharat, Ramayan ve vedik edebiyat gibi Hindu destanları, Müslüman okuyucular için onun ısrarıyla Farsçaya çevrildi.

Daha sonra Şah Cihan'ın büyük oğlu mutasavvıf Dârâ Şükûh; Upanishadlar, Bhagwat Gita ve Yoga Vashishtha gibi Hindu teolojik metinlerini Farsçaya çevirdi.

Hindu ve Müslüman mistik felsefesinin karşılaştırmalı bir çalışmasını konu alan Majma-ul-Bahreyn (İki Okyanusun Buluşma Yeri) adlı bir kitap yazdı.

Hatta parmağına Sanskrit "prabhu" (efendi veya lord anlamına gelse de Hindu mitolojisinde genellikle evrenin koruyucusu Lord Vishnu ile ilişkilendirilir) yazısı olan bir yüzük dahi taktı.

Dini senkretizm sayısız senkretik kutsal yerin bulunduğu tüm ülkede yaygın olarak sergilenir.

Kuzey Hindistan'da senkretizm esas olarak Nizameddin Evliyâ ile Muinüddin Çişti türbesinin bulunduğu Delhi ve Ajmer'de kendini gösterir.

Çişti'nin hayati mesajı Hindular ve Müslümanlar arasında barışı ve dostluğu teşvik etmek ve kast eşitsizliklerini ve toplumsal adaletsizliği aşmaktı.

Vaazları ayrıca daha sonraki yıllarda bhakti hareketinin gidişatını şekillendirmeye katkıda bulundu.

Bugün dahi fiziksel belirteçler tamamen Hindistan'daki Müslümanlara özgü değil.

Örneğin Hindistan Müslümanları Pathani kurta giymeyi seviyor, ancak birçok Hindu da öyle.

Ya da Hindistan Müslümanları da çoğunlukla başını örtmeyi tercih ediyor, ancak birçok Hindu kadın da öyle, ancak başörtüsü takmıyor.

Veya Hindistan'ın senkretik kültürünün uzun zamandır bir özelliği olan ve Hindular tarafından da yaygın olarak kullanılan belirli Urduca sözcüklerin kullanımı...


Son sözler

İslam'ın kökleri Hindistan topraklarına çok derinden yerleşmiştir.

Ancak Hindistan'daki veya Güney Asya bölgesindeki İslam'ın tek tip olmadığını belirtmekte fayda var.

Uygulama ve inançta çok sayıda farklılık gösterir.

İslam'ın yöneticiler ve askerler tarafından getirildiği Kuzey Hindistan'ın aksine Güney Hindistan'da İslam, tüccarlar ve gezginler aracılığıyla yayılmıştır.

Sonuç olarak, Kuzey'den gelen Müslümanlar genellikle toplumsal çatışmalara yol açan duygu odaklı politikalar benimseme eğiliminde olmuştur.

Kuzey'dekilerin aksine Güney'deki Müslümanlar çağlar boyunca ticaret veya eğitim gibi tartışmasız alanlarla daha fazla meşguldüler.

Bu şekilde bu bölgedeki Müslümanlar arasında yapıcı gelenekler kuruldu.

Hindistan Müslümanlarının tek tip olarak düşünülmemesini gerektirecek bir başka kategorizasyon da karşımıza çıkar.

Bunu, kıyı Müslümanları ve iç kesim Müslümanları olarak ifade edebiliriz.

İkinci kategori, anıt bilincine sahip, Tac Mahal, Kızıl Kale ve Char Minar arasında yaşayan olarak tanımlanır; yani bir zamanlar yönetici elit azınlığı oluşturduklarını unutmamış olanlar.

İç kesim Müslümanlarının meydana gelen isyanlar ile ilgili olarak genellikle ödediği bedel çok ağır olurken Hinduların kıyı Müslüman ticaret topluluklarına çok az veya hiç dikkat etmemesinin önemini vurgulamak gerekir.

Hint Müslümanları hakkında sıkça gündeme getirilen bir diğer konu da bir zamanlar görkemli geçmişlerinin anılarıyla duygusal gelişimlerinin körelmesinden dolayı mevcut duruma kopuk tutumlarıdır.

Hint Müslümanlarının binlerce yıl boyunca Hindistan'ı yönetmiş olma algısı, alt kıtada Müslüman milliyetçiliğinin günümüzdeki yükselişinde de son derece önemli olmuş olabilir.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU