Almanya tehdidi yeniden mi yükseliyor?

Bülent Güven Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Christian Lue/Unsplash

ABD'li stratejist Eliot Cohen, Alman Handelsblatt gazetesine Trump'ın başkan olmasından sonraki dönemde ABD ve Avrupa arasındaki ilişkilere yönelik verdiği mülakatta, ABD'nin Avrupa'dan çekilecek olmasıyla oluşacak güvenlik boşluğunu artık Almanya'nın doldurması gerektiğine vurgu yaparak, Almanya'nın yeni konumunu anlatmak için Almanlara şu cümleyi kuruyor:

Siz Almanlar tarihten izin almıştınız, o izin sona erdi.


Cohen bu anlamda, Almanya'nın artık daha fazla silahlanması ve bu silahlanmış Almanya'nın Avrupa'nın güvenliği konusunda daha büyük bir rol üstlenmesi gerektiğini belirtiyor.

Evet, Almanlar gerçekten de II. Dünya Savaşı'ndan sonra askeri güç anlamında Batı dünyasındaki müesses nizam tarafından "izne çıkarılmıştı."

Bunun nedeni, Almanya'nın sebep olduğu I. ve II. Dünya savaşlarıydı.

II. Dünya Savaşı'ndan sonra Almanya, Sovyetler Birliği ve ABD'nin başını çektiği Batı dünyası tarafından ikiye bölünerek kontrol altına alınmaya çalışıldı.

Batı ittifakının kontrolünde olan Federal Alman Cumhuriyeti'nin 1954 yılına kadar ordu kurmasına müsaade edilmedi.

Ancak Sovyet tehdidi arttıktan sonra, bu tarihten itibaren Alman ordusunun yeniden kurulmasına izin verildi.

Fakat buna rağmen, Almanya'nın Avrupa'da İngiltere ve Fransa gibi nükleer bir güç olmasına izin verilmedi.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Almanya'nın yeniden silahlanmasını görünürde gündeme getiren olay, Ukrayna savaşı ile Rusya'nın Avrupa'ya yönelik agresif ve yayılmacı politikasının dışında, Trump'un seçilmesiyle birlikte ABD'nin -aslında Obama döneminden itibaren- önceliğini Çin'i sınırlama ve dengeleme amacıyla askeri gücünü Pasifik'e kaydırması ve Avrupa'dan daha hızlı çekilmek istemesi, Almanya'yı silahlanmaya zorluyor.

Almanya, bu yeni durumdan vazife çıkararak Ukrayna savaşının hemen ardından, yıllık 70 milyar avro olan askeri harcamasına ek olarak 100 milyar avroluk bir ek bütçe oluşturarak silahlanma sürecini hızlandırdı.

Trump'ın Avrupa'yı muhtemel bir Rus saldırısına karşı korumayacağının işaretlerini vermesi, başta Almanya olmak üzere hemen hemen tüm Avrupa ülkelerinin savunma amaçlı daha fazla askeri bütçe oluşturmalarına yol açtı.

Fakat Almanya bu anlamda, hem tarihî sorumluluğunun farkında olarak hem de muhtemel bir Rus savaşında hedef ülkelerden biri olacağı gerçeğinden yola çıkarak, askeri harcamalarını astronomik boyutlarda artırmaya karar verdi.

23 Şubat'ta yapılan seçimlerden sonra, mayıs ayında Friedrich Merz başkanlığında kurulacak yeni Alman hükümeti daha göreve gelmeden, Almanya'nın borçlanmasını engelleyen anayasa maddesinde değişikliğe giderek askeri harcamaların önünü sınırsız şekilde açtı.

Yeni anayasaya göre Almanya, GSYH'nin yüzde birini aşan askeri harcamaları için sınırsız borçlanabiliyor.

Buna göre Almanya, önümüzdeki 10 yıl içinde, şu anki yıllık 70 milyar avro olan askeri harcamasını yıllık 160 ile 180 milyar avro arasına çıkarmayı hedefliyor.

Yani Almanya, önümüzdeki 10 yıl içinde mevcut yıllık askeri harcamalarının dışında 1 ila 1,5 trilyon avro arasında ek harcama yapacak.

Almanya ve Avrupa, Trump'ın tutumu nedeniyle bu askeri harcamaları ABD'den savunma sanayi ürünleri almak yerine, kendi savunma sanayisini geliştirerek yapmak istiyor.

Bu bağlamda Avrupa'da, Fransa ve Almanya'nın merkezinde olduğu askeri konsorsiyumlar oluşturularak Avrupa'yı savunma sanayisinde ABD'ye daha az bağımlı hale getirmek istiyorlar.

Almanya, kendi içinde de başta Rheinmetall olmak üzere savunma sanayi şirketlerinden alım yaparak bu şirketlerin daha da güçlenmesini destekliyor.

Ayrıca savunma sanayi alanında faaliyet gösteren start-up'ları destekleyici ekonomik ve siyasi önlemler de alıyor.

Bugün gelinen noktada, silahlanmış bir Almanya'nın, geçmişte olduğu gibi, Avrupa'da yeni ve daha büyük savaşlara yol açma tehlikesi söz konusu olabilir mi?

II. Dünya Savaşı'ndan sonra Konrad Adenauer liderliğinde yeniden kurulan ve 1990 yılında Sovyetlerin kontrolündeki Doğu Almanya ile birleşen Batı Almanya'nın savaş sonrası dış politikası üç temel ayak üzerine oturuyordu.

Bunlardan ilki, agresif tutumundan dolayı yol açtığı I. ve II. Dünya savaşlarına benzer bir savaşın bir daha yaşanmaması için "kendini sınırlamak" (Selbstbeschränkung), ikincisi NATO şemsiyesi altında güvenliği ABD liderliğindeki Batı ittifakına teslim ederek Batılı değerlere entegrasyon (Westbindung) ve üçüncüsü ise Avrupa ülkeleri ile Avrupa Birliği'ni geliştirerek Avrupa'nın entegrasyonunu sağlamaktı.

Almanya'nın dış politikada başarılı bir şekilde uyguladığı bu politikanın yanında, iç politikada da kendi tarihiyle açıkça yüzleşen bir toplumdur.

Hâlâ Alman eğitim sisteminde ve medyasında Nazilerin yol açtığı zulümler açık bir şekilde dile getirilmektedir.

Bu perspektiften bakıldığında Almanya'nın tekrar silahlanması, Avrupa açısından ve geçmişte Almanlardan çok çekmiş Polonya, Çek Cumhuriyeti, Fransa gibi ülkelerin endişelenmesini gerektirmemelidir.


Fakat tarihî perspektiften bakıldığında, bu gerçekten böyle midir?

Almanya, 1871 yılında diğer Avrupa ülkelerinden farklı olarak millî devlet oluşumunu gecikmeli şekilde gerçekleştirip Alman Birliği'ni kurduktan sonra, o dönemin Avrupa'nin başat iki büyük ülkesi olan İngiltere ve Fransa ile rekabet etmeye başladı.

Ayrıca, yıkılacağını öngördüğü Ortadoğu'daki Osmanlı topraklarına göz diken Almanya, Ortadoğu'ya giderken Balkanlardaki Ortodoks varlığından dolayı Rusya'yı kendisine engel olarak görüyordu.

Bu nedenle Rusya ile de gerginlik yaşamaya başladı. Almanya, bu emperyal hedeflerinden dolayı Avusturya'yı araç olarak kullanarak Saraybosna'daki Avusturya prensinin bir Sırp milliyetçisi tarafından vurulmasını gerekçe göstererek Birinci Dünya Savaşı'nı başlattı.

Bu savaştan 4 yıl sonra yenilerek çıkması Almanya'yı frenlemedi.
 


Almanya, hem I. Dünya Savaşı'nda imzalamak zorunda kaldığı şartları revize etmek hem de Hitler ile birlikte yarım kalan emperyal politikasını gerçekleştirmek için II. Dünya Savaşı'nı başlatarak, I. Dünya Savaşı'ndaki ana rakipleri İngiltere, Fransa ve Rusya ile tekrar savaşarak daha büyük bir yenilgi aldı ve parçalandı.

Belirtildiği gibi, Almanya II. Dünya Savaşı'ndan sonra tarihiyle samimi bir şekilde yüzleşerek şimdiye kadar pasifist bir politika takip etti.

Fakat Almanya'nın bu pasifist tutumu, Avrupa içinde Almanya'ya karşı olan şüpheyi ve ihtiyatı tümüyle ortadan kaldırmadı.

Askerî ve siyasî açıdan güçlenmiş bir Almanya'nın Avrupa'nın başına "bela" olacağı endişesi her zaman canlılığını korudu.

Nitekim bu endişeli tutumu, 1990 yılında iki Almanya'nın birleşme sürecinde müşahede etmek mümkündü.

İki Almanya'nın birleşmesi gündeme geldiğinde, birleşmeye en fazla karşı çıkan iki ülke İngiltere ve Fransa idi.

Nüfusları 60 milyon olan Avrupa'nın Almanya'dan sonra en büyük bu iki ülkesi, birleşme ile Almanya'nın nüfusunun 80 milyona çıkacağını ve bunun da Avrupa içindeki dengeleri sarsacağı varsayımından yola çıkarak iki Almanya'nın birleşmesine direndiler.

Almanya bu direnci bir yandan ABD'nin desteğiyle, diğer yandan ise Maastricht Anlaşması ile kendi para birimi Deutsche Mark'tan vazgeçerek Avrupa para birimi avroya geçişi kabul ederek aştı.

Almanya, birleşme sonrası izlediği politika ile kendisine karşı oluşabilecek endişelere yol açacak politikalardan uzak durdu.

Dış politikada agresif bir tutum takınmadığı gibi, Soğuk Savaş döneminde 460 bin olan asker sayısını 180 bine ve askerî harcamalarını da GSYH'nin yüzde 4,5'inden yüzde 1,2'sine düşürdü.

Yani, askerî açıdan tehlike arz etmeyecek bir konuma getirdi kendisini.

Almanya, II. Dünya Savaşı'ndan sonra olduğu gibi Soğuk Savaş sonrasında da tüm gücünü ekonomik kalkınmaya verdi.

Bugün nüfusu 82 milyon olmasına rağmen, 350 milyonluk ABD'den ve 1,4 milyarlık Çin'den sonra dünyanın üçüncü büyük ekonomisine sahip.

Ayrıca, NATO şemsiyesi altında ABD'nin sunduğu güvenlik hattı sayesinde askerî harcamalarını kısarak son 30 yılda yaklaşık 3 trilyon dolar da tasarruf etti.

Fakat gelinen noktada Almanya'nın bu modeli, ABD'nin Avrupa'dan çekilmek istemesiyle çöktü.

Almanya, agresif Rusya'ya karşı hem kendini hem de fiilen Fransa ile birlikte başında bulunduğu Avrupa'yı korumak için yukarıda tasvir edildiği gibi askerî harcamalarını artırmak zorunda kaldı.


Almanya'nın askerî açıdan yüksek düzeyde silahlanmaya başlaması, aşırı sağ ve içinde neonazi unsurlar barındıran AfD'nin yükselişiyle paralellik göstermektedir.

Kısa süre önce yapılan seçimlerde oyların yüzde 20,8'ini alarak ana muhalefet partisi konumuna gelen AfD, şu an anketlerde yüzde 26 ile birinci parti olarak görünmektedir.

Sosyolojik gerçeklik, AfD gibi Nazi artığı bir partinin önümüzdeki yıllarda en azından iktidar ortağı olacağını göstermektedir.

Bunun örneğini Avrupa'da İtalya, Avusturya gibi ülkelerde görmek mümkündür.

Aşırı derecede silahlanmış bir Almanya'nın, Nazi ideolojisini benimsemiş bir parti tarafından yönetilmesinin, Almanya tarafından kanlı iki dünya savaşına maruz bırakılmış komşu Avrupa ülkeleri tarafından nasıl karşılanacağını tahayyül etmek için kahin olmaya gerek yoktur.

Böyle bir senaryonun gerçekleşmesi, Trump'ın Batı ittifakına vurduğu darbeden sonra Batı ittifakına öldürücü ikinci bir darbe olur.

Böyle bir durum hem AB'nin hem de NATO'nun sonu olur.

Zaten AfD, parti programında hem NATO'dan hem de AB'den çıkmak istediğini açıkça belirtiyor.

Böyle bir senaryonun gerçekleşmemesi için Friedrich Merz başkanlığında kurulacak Hristiyan Demokratlar ve Sosyal Demokratlar arasındaki koalisyon, bu anlamda hem Almanya hem de Avrupa için son şans.

Merz, bu kritik dönemde ya partisindeki seleflerinden biri olan Konrad Adenauer gibi Almanya'yı yeniden kurgulayarak Avrupa içinde tutacak, ya da başarısız olursa Hitler'e iktidarı devreden dönemin başbakanı von Papen gibi olacak.

Böyle bir senaryoda başta Avrupa'nın diğer başat ülkeleri olan İngiltere ve Fransa'da aşırı sağ partiler için iktidar yolu açılır ve bu durum küresel anlamda da kaosa yol açabilir.

Fakat Merz hükümeti başarılı olur ve bu başarı sonucunda Avrupa, kendisini ABD'ye rağmen Rusya, Çin, Hindistan gibi küresel güçlerin yanında iç entegrasyonunu tamamlayarak beşinci bir güç hâline getirirse, savunduğu demokratik değerlerle tüm dünya için müsbet bir model olabilir.

Hem Avrupa'daki, Almanya merkezli olarak tasvir edilen bu durum, hem de dünyadaki diğer menfi gelişmeler, insanlığın kritik bir eşikte bulunduğunu ve bu durumun -üzülerek belirtmek gerekir ki- tüm insanlık için felaketlere yol açabileceği gerçeğinden yola çıkılması gerektiğini göstermektedir.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU