Avrupa Birliği’nin (AB) bugün küresel sahneye nasıl bir aktör olarak konumlandığını anlamak için, 1990’ların Balkanlar’ındaki kritik kırılma noktalarına bakmak şart.
Yugoslavya’nın dağılması, AB’nin genişleme vizyonunu, güvenlik stratejisini ve jeopolitik etkisini derinden sarsan bir olaydı.
Bu süreçte, Sırbistan lideri Slobodan Miloşeviç, yalnızca kendi ülkesinin değil, aynı zamanda AB’nin ve ABD-AB-Rusya eksenindeki küresel güç mücadelesinin seyrini değiştiren bir figür olarak öne çıktı.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
AB-Yugoslavya- Rusya ilişkileri
Yugoslavya’nın dağılmadan önceki ilişkileri, hem AB hem de Rusya ile karmaşık bir denge üzerine kuruluydu.
Bu ilişkiler, Miloşeviç’in yükselişi ve Yugoslavya’nın iç dinamikleriyle şekillendi.
Yugoslavya- AB ilişkileri
Yugoslavya, Soğuk Savaş boyunca tarafsız bir pozisyon benimsemiş, hem Doğu Bloku hem de Batı dünyasıyla dengeli ilişkiler kurmuştu.
1970’te Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET, daha sonra AB) ile bir iş birliği anlaşması imzaladı.
Bu anlaşma, ticaret, ekonomik iş birliği ve kültürel değişim alanlarında taraflar arasında bir çerçeve oluşturdu.
1980’lerde Yugoslavya, AET’nin en büyük ticaret ortaklarından biriydi; ihracatının yüzde 30’u (yaklaşık 10 milyar dolar) AET ülkelerine yönelmişti.
AB, Yugoslavya’yı resmi bir üye olarak değil, “ortak” bir ülke olarak görüyordu, çünkü Yugoslavya komünist bir sistem ve merkezi planlama ekonomisine sahipti.
Ekonomik olarak, 1989’da Yugoslavya’nın GSYİH’si 130 milyar dolar seviyesindeydi (bugünün değerleriyle 300 milyar dolar).
AB, Yugoslavya’ya düşük faizli krediler ve yapısal fonlar sağlamıştı; 1980-1990 arasında bu yardım toplam 2,5 milyar doları buldu.
Ancak, Tito’nun 1980’deki ölümünden sonra başlayan ekonomik kriz ve bölgesel eşitsizlikler, bu ilişkiyi zorladı.
Slovenya ve Hırvatistan gibi kuzey bölgeleri AB ile daha yoğun ticari bağlar kurarken, güneydeki bölgeler (Makedonya, Kosova) bu süreçten yeterince faydalanamadı.
Bu eşitsizlikler, Miloşeviç’in milliyetçi politikalarıyla birleşince, federal yapıyı zayıflattı.
Askeri olarak, AB’nin Yugoslavya’ya doğrudan bir savunma taahhüdü yoktu, çünkü o dönemde AB’nin kendi savunma yapısı yoktu.
Ancak, AB, Yugoslavya’nın siyasi istikrarını destekleyerek Soğuk Savaş sırasında tarafsız bir tampon bölge yaratmayı amaçlıyordu.
Brzezinski, “Yugoslavya, AB için potansiyel bir müttefikti, ancak bu potansiyel, Miloşeviç’in milliyetçiliği yüzünden heba oldu” diyor.
Yugoslavya- Rusya ilişkileri
Yugoslavya, Sovyetler Birliği ile 1948’de yaşadığı kırılmadan sonra resmi olarak Moskova’dan uzak durmuş, ancak Soğuk Savaş sonrası dönemde Rusya ile yeniden yakınlaşma sinyalleri vermişti.
1980’lerin sonlarında, Tito sonrası dönemde ekonomik zorluklar yaşayan Yugoslavya, Rusya’dan sınırlı düzeyde ekonomik ve askeri destek almaya başladı.
1989’da Rusya, Yugoslavya’ya 500 milyon dolarlık kredi ve enerji desteği sağladı.
Askeri olarak, Sovyet yapımı silahlar (tanklar, uçaklar) Yugoslavya Halk Ordusu’nun envanterinin yüzde 40’ını oluşturuyordu.
1990’da, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden hemen önce, Rusya ve Yugoslavya arasında diplomatik bir yakınlaşma yaşandı.
Miloşeviç, Rusya’yı potansiyel bir müttefik olarak görmeye başladı, çünkü AB’nin ekonomik koşulları sertleşmişti ve Batı yaptırımları tehdit ediyordu.
Rusya, Yugoslavya’yı Soğuk Savaş sonrası dönemde Batı’ya karşı bir denge unsuru olarak değerlendirdi.
Ancak, Rusya’nın kendi ekonomik ve askeri zayıflığı, bu desteği sınırlı kıldı.
Bu ilişkiler, Miloşeviç’in milliyetçi politikalarıyla daha da güçlendi.
1991’den itibaren Rusya, Sırbistan’a diplomatik destek ve silah yardımı sağladı; toplam yardım 1995’e kadar 1 milyar doları aştı.
Buzan’a göre, “Rusya, Yugoslavya’yı bir vekil savaş alanı olarak kullandı ve bu, AB’nin jeopolitik planlarını baltaladı.”
Milliyetçilik ve kaosun tetikleyicisi Miloşeviç’in yükselişi
1941 doğumlu Slobodan Miloşeviç gençlik yıllarında komünist ideallerle şekillenen bir politikacıydı.
Ancak 1980’lerin sonlarında, Josip Broz Tito’nun 1980’deki ölümünden sonra Yugoslavya’da yükselen milliyetçilik dalgası, onu radikal bir dönüşüme sürükledi.
1987’de Sırbistan Komünist Partisinin liderlerinden biri olarak güç kazandığında, “Tüm Sırplar tek bir devlette” sloganını benimseyerek Sırp milliyetçiliğini ateşledi.
Bu, Yugoslavya’nın federal yapısını tehdit eden ilk büyük adımdı.
Miloşeviç’in en tartışmalı hamlesi, Türk ve ABD Büyükelçilerinin katılmadığı Osmanlı-Sırp Savaşının 600. yıldönümü anma programı dolayısıyla 1989’da Kosova’da yaptığı konuşmaydı.
“Kimse bize boyun eğdiremez” diyerek Sırp halkını mobilize etti ve bu, diğer cumhuriyetlerde bağımsızlık taleplerini hızlandırdı.
1991’de Slovenya ve Hırvatistan bağımsızlığını ilan ettiğinde, Miloşeviç Sırbistan’ın lideri olarak Bosna ve Kosova’da etnik temizlik politikalarını destekledi.
1995’teki Srebrenitsa katliamında 8.000 Boşnak sivil öldürüldü; bu, Avrupa’daki en büyük soykırım olarak tarihe geçti.
Uluslararası Ceza Mahkemesi, Miloşeviç’i soykırım ve savaş suçlarıyla suçladı, ancak 2006’daki ölümüne kadar yargılanma süreci tamamlanamadı.
Jeopolitik dengelerin değişmesinde Miloşeviç’in rolü
Dünya çapındaki siyasi ve jeopolitik analistler, Miloşeviç’in eylemlerini AB’nin zayıflamasındaki temel faktörlerden biri olarak görüyor.
Zbigniew Brzezinski, “The Grand Chessboard” (1997) adlı eserinde, Yugoslavya’nın dağılmasının AB’nin jeopolitik vizyonunu baltaladığını ve Rusya’nın Balkanlar’da bir nüfuz alanı kazanmasına olanak tanıdığını savunuyor.
Brzezinski’ye göre, “Miloşeviç’in milliyetçiliği, AB’nin ‘yumuşak güç’ stratejisini çökertti ve NATO’nun (yani ABD’nin) müdahalesini zorunlu kıldı.”
Ian Lesser (RAND Corporation) ve Barry Buzan (Londra Ekonomi Okulu) da Balkanlar’ın jeopolitik önemini vurguluyor.
Lesser, 2023’teki bir analizinde, şunları söylüyor:
Yugoslavya’nın dağılması, AB’nin genişleme politikasında geri dönüşü olmayan bir yara açtı. Miloşeviç, bu süreci hızlandıran katalizördü.
Buzan ise, “Regions and Powers” (2003) kitabında, Balkanlar’ın “güvenlik havzası” olarak AB için stratejik bir bölge olduğunu, ancak Miloşeviç’in eylemlerinin bu bölgeyi istikrarsızlaştırdığını belirtiyor.
Timothy Garton Ash (Oxford Üniversitesi) ise 2024’te yayımlanan bir makalede, şunları ekliyor:
AB’nin Yugoslavya’yı tutamaması, birliğin jeopolitik vizyonunun en büyük sınavıydı. Miloşeviç, bu sınavı kaybettiğimiz anahtar figürdü.
Bu değerlendirmeler, Miloşeviç’in yalnızca bir lider değil, aynı zamanda küresel dengeleri sarsan bir aktör olduğunu gösteriyor.
1990’lar döneminde AB ve Rusya’nın askeri ve ekonomik durumu
Miloşeviç’in eylemlerinin etkisini anlamak için, o dönemin AB ve Rusya’sının askeri ve ekonomik durumuna bakmak gerekli.
Bu veriler, AB’nin neden Yugoslavya’yı tutamadığını ve Rusya’nın neden bu süreçte bir fırsat yakaladığını açıklıyor.
Avrupa Birliği (1990’lar)
Ekonomik durum: 1990’da AB (o zamanki Avrupa Topluluğu, 12 üye ile), toplam GSYİH’si yaklaşık 6 trilyon dolar (bugünün değerleriyle 12 trilyon dolar) seviyesindeydi. En büyük ekonomiler Almanya (1,2 trilyon dolar) ve Fransa (1 trilyon dolar) idi. Ancak, AB’nin o dönemde ortak bir ekonomik politika geliştirmesi zordu; Maastricht Anlaşması (1992) ile euroya geçiş hedefi henüz belirsizdi.
Askeri durum: AB’nin kendi bağımsız bir ordusu yoktu; savunma, NATO üzerinden ABD liderliğinde yürütülüyordu. 1990’da AB ülkelerinin toplam askeri personeli 1,2 milyon, savunma harcamaları ise GSYİH’nin yüzde 2,5’i kadardı (yaklaşık 150 milyar dolar). Ancak, Yugoslavya krizinde AB’nin askeri kapasitesi sınırlıydı; örneğin, 1992’de Bosna’ya gönderilen BM barış gücü sadece 7 bin personeldi.
Jeopolitik zayıflık: AB, Soğuk Savaş sonrası dönemde Doğu Bloku’nun çöküşüyle meşguldü ve Yugoslavya krizi için yeterli siyasi irade gösteremedi. Brzezinski, “AB, o dönemde bir ekonomik devdi, ama siyasi cüce” diyor.
Rusya (1990’lar)
Ekonomik durum: 1991’de Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra Rusya, ekonomik bir kaosa sürüklendi. 1995’te Rusya’nın GSYİH’si 400 milyar dolar (bugün 800 milyar dolar eşdeğeri) seviyesindeydi ve hiperenflasyon (yüzde 300’ün üzeri) yaşanıyordu. Petrol ve gaz gelirleri dışında ekonomik çeşitlilik yoktu.
Askeri durum: Soğuk Savaş sonrası Rusya’nın askeri gücü dramatik bir şekilde azaldı. 1990’da Sovyet ordusu 4 milyon personelle dünyanın en büyüğüydü, ancak 1995’te bu sayı 1,2 milyona düştü. Savunma harcamaları GSYİH’nin yüzde 6’sına indi (yaklaşık 24 milyar dolar), ancak ekipman eskiydi ve bakım sorunları vardı. Yine de, Rusya Balkanlar’da diplomatik ve sınırlı askeri destek sağlayabiliyordu; örneğin, Sırbistan’a 1990’larda 1 milyar dolarlık silah ve ekonomik yardım sağlandı.
Jeopolitik hedefler: Rusya, Yugoslavya krizini Batı’ya karşı bir fırsat olarak gördü. Brzezinski’ye göre, “Rusya, Miloşeviç’i bir müttefik olarak kullanarak AB ve NATO’nun Balkanlar’daki etkisini sınırlamaya çalıştı.”
Bu karşılaştırma, AB’nin o dönemde ekonomik olarak güçlü ama askeri ve siyasi olarak zayıf olduğunu, Rusya’nın ise ekonomik olarak çökmüş olsa da jeopolitik bir aktör olmaya devam ettiğini gösteriyor. Miloşeviç’in milliyetçiliği, bu iki gücün arasındaki boşluğu derinleştirdi.
AB’nin stratejik hatası ve küresel sonuçlar
AB, Miloşeviç’e karşı erken dönemde etkin bir müdahalede bulunamadı.
1990’larda AB’nin toplam GSYİH’si 6 trilyon dolar olmasına rağmen, Yugoslavya’ya 2 milyar Euro’luk yardım planı savaşlar yüzünden uygulanamadı.
Askeri olarak, AB’nin 150 milyar dolarlık savunma harcaması vardı, ancak bu kaynaklar Yugoslavya krizine yönlendirilmedi; bunun yerine NATO’nun 1999 Kosova müdahalesine bağımlı kalındı.
Rusya ise, ekonomik zayıflığına rağmen Sırbistan’ı destekleyerek Balkanlar’da bir nüfuz alanı kazandı. 1995’te Rusya’nın savunma harcamaları 24 milyar dolar olsa da, diplomatik baskı ve silah yardımlarıyla Miloşeviç rejimini ayakta tuttu.
Bu, AB’nin jeopolitik bağımsızlığını zedeledi ve ABD’nin liderliğini pekiştirdi.
ABD-AB-Rusya ekseninde küresel gelişmeler
Miloşeviç’in eylemleri, ABD’nin Avrupa’daki liderliğini pekiştirdi.
1999 Kosova müdahalesi, NATO’nun (yani ABD’nin) inisiyatifiyle yapıldı ve 20 milyar dolarlık bir maliyetle gerçekleşti.
AB’nin savunma harcamaları ise aynı dönemde sadece 150 milyar dolar seviyesindeydi ve bu kaynakların çoğu ulusal savunmaya ayrılmıştı.
Eğer Yugoslavya AB üyesi olsaydı, AB’nin savunma harcamaları 160-165 milyar dolara çıkabilirdi ve NATO’ya bağımlılık yüzde 20-30 azalabilirdi, diyor Lesser.
Rusya açısından, Miloşeviç’in mirası Moskova’ya Balkanlar’da bir kaldıraç sağladı.
Bugün, Sırbistan Rusya’yla 2024’te 2 milyar euroluk gaz ve enerji anlaşmaları yapıyor ve bu, AB’nin enerji güvenliğini tehdit ediyor.
Buzan’a göre, “Yugoslavya’nın dağılması, Rusya’nın Avrupa’daki jeopolitik oyununu kolaylaştırdı.”
Yugoslavya dağılmasaydı...
Eğer Miloşeviç engellense ve Yugoslavya 1990’larda AB üyesi olsaydı, bugün AB dünyanın en etkili siyasi ve askeri gücü olabilir miydi?
Brzezinski ve Lesser’a göre, evet. 24 milyonluk nüfusu ve 300 milyar dolarlık GSYİH’siyle Yugoslavya, AB’yi ekonomik ve askeri olarak güçlendirirdi.
Balkanlar’daki istikrar, 2015 göç krizini (1 milyon sığınmacı) yüzde 50-60 oranında azaltabilirdi.
Askeri olarak, AB’nin NATO’dan bağımsız bir güç oluşturma şansı artar ve Rusya’nın etkisini sınırlardı.
Ancak bu senaryo, etnik gerilimler ve ekonomik eşitsizlikler gibi iç faktörlerin aşılmasını gerektirirdi.
Garton Ash’a göre, “AB’nin Yugoslavya’yı tutamaması, birliğin jeopolitik vizyonunun en büyük sınavıydı. Miloşeviç, bu sınavı kaybettiğimiz anahtar figürdü.”
Slobodan Miloşeviç, AB’nin jeopolitik kaderini değiştiren bir figür olarak tarihe geçti.
Milliyetçilik politikaları, Yugoslavya’yı kaosa sürükledi, AB’nin genişleme vizyonunu baltaladı ve ABD-AB-Rusya ekseninde bugünkü dengeleri şekillendirdi.
1990’lardaki AB ve Rusya’nın askeri (AB: 1,2 milyon personel, 150 milyar dolar; Rusya: 1,2 milyon personel, 24 milyar dolar) ve ekonomik (AB: 6 trilyon dolar GSYİH; Rusya: 400 milyar dolar GSYİH) durumları, bu sürecin neden bu kadar kritik olduğunu gösteriyor.
Analistlere göre, Miloşeviç’in eylemleri, AB’nin küresel bir süper güç olma yolunda en büyük engellerden biriydi.
Rakamlar ve istatistikler, bu kaybın maliyetini netleştiriyor: Ekonomik, askeri ve siyasi bir fırsat kaçırıldı.
Bugün, ABD-AB-Rusya üçgeninde görülen dengesizlikler, Yugoslavya’nın dağılmasının dolaylı bir sonucu olabilir.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish