Karbon ticareti merkezli hazırlanan ve ilk dört maddesi Meclis’ten geçen İklim Kanunu Teklifi, 15 Nisan Salı günü (dün) komisyona geri çekildi.
Peki, neden İklim Kanunu Teklifi tepkilerle karşılaştı?
Bu işin özü nedir?
Öncelikle hemen şunu söyleyelim. Bu kanunun amacı "iklim değişikliğiyle mücadele" olarak ifade edilse de aslında ekolojik koruma ile ilgili bir kanun değildir.
Çünkü;
- Ormanların, suların, biyoçeşitliliğin korunmasına dair somut hiçbir mekanizma içermiyor.
- Toplumun tüketim alışkanlıkları, üretim yapısı, kentleşme politikaları gibi iklimle doğrudan ilişkili alanlara müdahale etmiyor.
- Hiçbir yerde ekosistem odaklı planlama yer almıyor.
Peki bu kanun ne yapıyor?
Bu kanun, doğayı korumayı değil; karbonu fiyatlamayı merkezine alıyor.
Bu kanun üzerinden, küresel ölçekte emisyon farkı bahanesiyle, adeta gelir transferi yapılacak.
Bu kanunla, Türkiye gibi ülkeler kendi sanayicisini denetlemekle yükümlü kılınıyor.
Elde edilecek gelirler Avrupa Birliği kasalarına ya da çok uluslu yeşil fonlara yönlendiriliyor.
Sonuçta bu kanun, yeşil görünümlü bir finansal hükümranlık mekanizması oluşturuyor.
Peki, bu olay nedir ve nasıl başladı?
AB, 2026’dan itibaren ithal edilen ürünlere, karbon ayak izine göre vergi uygulayacağını açıkladı.
Avrupa Birliği, dünyanın ilk ve en büyük karbon piyasası olan AB ETS’yi 2005 yılında kurdu.
Yani bizim alel acele getirmeye çalıştığımız sistemi 20 yıldır çalıştırıyor. Test ediyor.
Bu sistem, enerji üretimini, ağır sanayiyi ve havacılığı kapsıyor.
2026’dan itibaren bina, ulaşım ve deniz taşımacılığını da kapsayacak.
Yani adım adım tüm alanlara yayılacak.
AB, ETS’ni uyguluyor ama homojen değil. Bazıları hızlı, bazıları yavaş gelişiyor.
Lakin Türkiye henüz sistemini kurmadan, bu kanunla, kendi sanayicisini yükümlülük altına sokuyor.
Üstelik bazı Avrupa ülkelerinin bugün bile hâlâ tanıdığı muafiyetleri de henüz müzakere etmeden, uygulamaya geçmek istiyor!
İşin özü aslında şudur.
Avrupa Birliği, dünya ticaretindeki üretim yarışında geri kalma riskini gördü.
Bunu dengelemek için gümrük duvarları öremezdi. Çok tepki çekerdi.
Onun yerine bir çeşit finansal silah üretti.
AB diyor ki: Ben pahalı üretirken, Çin, Hindistan ve diğer ülkelerden ucuz ürünler geliyor. Benim üreticimi ve işçilerimin işini tehdit ediyor. Ben şimdi bir karbon emisyon sistemi oluşturuyorum. Benim üreticim karbon emisyonuna para öder, diğer üreticiler para ödemezse bu haksız rekabet olur. Bu aynı zamanda benim merkez ekonomi (metropol) olma özelliğimi de tehdit eder.
Bu yüzden 2026’dan itibaren Türkiye dahil diğer ülkelerden gelen ürünlere karbon vergisi koyacağım.
Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması (SKDM) ile dışarıya vergi uygulayıp farkı kapatacağım.
Kendi üreticilerime de bir müddet ücretsiz karbon tahsisatı vereceğim.
Peki, bu bizi ülke olarak nasıl etkiliyor?
Türkiye, Avrupa Birliği ülkelerine 100 milyar doları aşkın ihracat yapıyor.
Dolayısıyla bu karar, Türkiye ihracatçısının rekabet gücünü tehdit ediyor.
Bundan dolayı ülkemiz büyük sanayi kuruluşları (özellikle ihracat yapanlar), karbon yönetimi yapmazlarsa AB pazarlarını kaybedeceklerini biliyorlar.
Bu da içeride hükümete “biz bu işe hazırız, sistem kurulsun” baskısı oluşturuyor.
Ayrıca, bazı uluslararası finans kuruluşları (Dünya Bankası, Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası vb.), artık iklim dostu projelere fon sağlıyor.
Türkiye, yeşil tahvil, iklim finansmanı ve döngüsel ekonomi araçlarına da ulaşmak istiyor.
Bu durumda Türkiye ne yapıyor?
Madem vergi koyulacak, o zaman bu vergiyi biz alalım, içerideki işletmeler de karbonlarını azaltmaya başlasın, diyor.
Bunun için ETS sistemi kurup, karbon tahsisatlarını satacak.
Süreç nasıl ilerleyecek?
İklim Değişikliği Başkanlığı, yıllık ulusal emisyon üst sınırını (CAP) belirleyecek.
İşletmelere bu CAP içinde karbon tahsisatları verilecek.
Bazısı ücretsiz verilecek, bazısı ihaleyle satılacak.
Fazla emisyon yapan firmalar ya ceza ödeyecek ya da karbon kredisi satın alacak.
Tüm bu süreç, İzleme-Raporlama-Doğrulama (Monitoring–Reporting–Verification, MRV) sistemiyle denetlenecek.
Ancak bu sistemin dayandığı karbon değerleme süreçleri, şeffaflık ve denetim açısından ciddi soru işaretleri taşıyor.
Peki, Ulusal Emisyon Üst Sınırı (CAP) nasıl belirlenecek?
Bunu İklim Değişikliği Başkanlığı, Karbon Piyasası Kurulu ile birlikte ve uluslararası taahhütler çerçevesinde belirliyor.
Örneğin Başkanlık, “ülke olarak bu yıl toplamda X milyon ton CO₂ salabiliriz”, diyecek.
Bu X rakamı ulusal emisyon üst sınırını (cap) belirlemiş olacak. Sonra bu X, sektörler ve tesisler arasında tahsisatlarla dağıtılacak.
Peki bundan kimler nasıl etkilenecekler?
Bundan en çok AB’ye ihracat yapan büyük sanayi kuruluşları etkileniyor.
Çelik, çimento, alüminyum, gübre, vs. gibi sektörler.
Ancak bu firmalara tahsisatlar ücretsiz veriliyor.
En azından geçiş sürecinde ücretsiz verileceği Kanun’da açıkça düzenlenmiş.
Yani onlar, karbon maliyetinin önemli bir kısmını devletten bedelsiz tahsisatla karşılayacaklar.
Bu tahsisatlarını ETS içinde satarak TL elde edecekler.
Bunun maliyetleri, zamanla:
- Daha küçük üreticilere,
- İç piyasaya çalışan sanayiye,
- Ve dolaylı olarak halkın ödediği ürün fiyatlarına yansıyacak.
Yani AB’ye ihracat yapan büyük sanayiciler kazanırken, maliyetin önemli bir kısmı ülke içindeki tüm üreticilere ve tüketicilere yansıtılacak!
Aynı zamanda sonuçta piyasadaki TL miktarı da azalacak.
Peki bunun finans piyasasına etkisi ne olur?
- TL likiditesi azalır yani kredi hacmi daralır.
- Bankalar zaten sıkılaştırma altında, kredi musluklarını daha da kısmak zorunda kalır.
- Kredi pahalanır ve reel sektör sıkışır.
- Dönemsel deflasyonist baskı yaratır.
Bütün bunları mevcut ekonomi politik ile birlikte düşündüğümüzde, aslında dış rantiyecilere servet transferimiz de hızlanır.
Peki, bütün bu yapılanlar, AB’ye ihracat sorunumuzu çözecek mi?
Hayır.
Orada da şöyle bir problem olacak.
Türkiye'deki bir ürünün karbon fiyatı ile Almanya'daki aynı ürünün karbon fiyatı farklı olacaktır!
Aynı ürün, aynı emisyon, ama iki farklı ülke, iki farklı karbon fiyatı!
Peki nasıl “adil ticaret” yapılacak?
Karbon fiyat denkliği nasıl sağlanacak?
Almanya, AB ETS’ye dahil ve karbon fiyatı şu sıralarda 90-100 €/ton CO₂ civarında.
Türkiye kendi ETS’sini kuruyor ve ilk tahsisatlar ücretsiz olacak.
Sonra yavaş yavaş fiyat artacak.
Ancak başlangıç fiyatları belki 1000 TL civarında olacak.
Bu durumda Türkiye'de 1 ton CO₂ yaklaşık 30 € olacak. Almanya'da ise 100 €.
Arada %200'den fazla fark var!
Bu fark nasıl dengeye getirilecek?
AB diyor ki: “Karbon fiyatın benim seviyemin altındaysa, aradaki farkı bana girişte ödersin.”
Yani Türkiye'deki çelik üreticisi 30 € ödediyse, AB'de bu 100 €’ysa, girişte 70 € fark alacak.
Bu denklik Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması ile konsolide edilecek.
Kısacası, bu sistemi kursanız bile, AB yine sizden para alacak!
Bir de şöyle bir şey kurgulanmış.
Eğer Türkiye düşük karbon maliyetiyle fazladan azaltım yaparsa, bu azaltımı karbon kredisi olarak yüksek fiyatlı ülkelere satabilir.
Örneğin: Türkiye’de 1 ton karbon azaltımı 30 €'ya mal oldu, Almanya’da bu 100 €. Alman firması gelip Türkiye'den sertifika satın alacak. Deniliyor ki bu da düşük maliyetli ülkeler için bir ekonomik fırsat doğuruyor.
Ancak, “daha fazla azaltım yapmak ne demek”?!
Türkiye’de üreticiyi adeta ezmek demek, üreticiyi bitirmek demek, tüketiciye çok yüksek maliyetler yüklemek demektir.
Bu karbon eşitsizliği nasıl giderilecek, kanunda bunlardan bahsedilmiyor.
Bunlar için yasal hiçbir güvence mekanizması yok!
Gelişmiş ülkeler tarihsel olarak dünyayı kirletti, zenginleşti.
Gelişmekte olan ülkeler ise kalkınmanın henüz başında.
Eğer aynı karbon fiyatı zorunlu tutulursa, bu aslında adalet değil, yapısal baskı olur.
Neticede Türkiye gibi ülkeler ne kadar sistem kurarsa kursun, hiçbir zaman Almanya kadar pahalı karbon fiyatını kaldıramaz.
Bu durumda karbon politikaları bir kalkınma engeli, dışsal bir baskı aracına dönüşür. Bir sömürü aracına dönüşür.
Neticede Türkiye’nin;
- Maliyetlerini artırır, ihracat kaybına yol açar.
- Yatırım yavaşlaması doğurur ve sanayileşme durur.
- Tüketici fiyatlarına maliyet artışı olarak yansır ve sosyal baskı oluşturur.
- Dışa bağımlı yeşil teknolojiye geçiş çalışmalarını başlatır ama bu da yeni dış borç yükleri oluşturur.
Kısacası:
Getirilmek istenen bu sistem, “iklim” gerekçesiyle yeni bir merkez-–çevre yapısı oluşturuyor.
Batı yeşil düzen kuruyor, gelişen ülkeler o düzene tabi olmak zorunda kalıyor.
Batı Avrupa merkez, bizler ise çevre olarak kurgulanıyoruz.
Son ama belki de en önemli bir konu;
Ülkemizde çok büyük bir halk tepkisi var.
Bu kanun özgürlüklerimizi kısıtlayacak, bizi köleleştirecek, diye itirazları var.
Halk ve uzmanlar bu itirazlarında haklı mıdırlar?
Evet, iklim değişikliği bahanesiyle önümüze konulan yeni sistemler aslında yapısal ve yönetsel bir dönüşümü hedefliyor.
Bugünden kolaylıkla öngörebildiğimiz bir tehlike “Karbon Endeksi” tehlikesidir.
İklim Kanunu ile kurulan sistem bir “Karbon Endeksi” alt sistemini rahatlıkla oluşturabilir.
Bu idarenin alacağı basit bir karar ile yapılabilir bir mekanizmadır.
Sizin günlük yaşamınızda yaptığınız her tercihi,
- arabaya binmenizi,
- alışverişinizi,
- elektrik kullanımınızı,
- seyahatlerinizi vb. gibi tüm tercihlerinizi
- karbon sayısına çeviren bir sistem oluşturulabilir.
Bu sayı, dijital kimliğinize eklenebilir.
Ardından şunlar olabilir:
- Belirli karbon sınırını aşarsanız ek vergi ödersiniz.
- Sınırı aşarsanız bilet alamazsınız.
- Krediniz, yardımlarınız, harcamalarınız, fırsatlarınız kısıtlanabilir.
- Yani karbon bahanesiyle özgürlükleriniz ölçülmeye ve puanlanmaya başlanır.
Böyle bir sistem nasıl kurulabilir?
Emisyon Ticaret Sistemi (ETS) ile şirketlere karbon tahsisatı veriliyor.
Sonra bu mekanizma bireylere indirgenir.
Karbon bir nevi “para gibi” olur.
Karbon limitleri “hak” gibi tanımlanır.
Ve siz artık bir vatandaş değil, karbon skoru olan bir tüketiciye dönüştürülürsünüz.
Bu yapı, blok zinciri, yapay zekâ, dijital kimlik ve sosyal mühendislik teknolojileriyle birleşince artık geri dönüşü çok zor bir gözetim sistemi doğar.
Bir dijital kölelik sistemi oluşturulmuş olur.
Evet, karbon önemlidir.
Ama ondan daha önemli olan, insanın onuru, özgürlüğü ve iradesidir.
Bu sistemler oluşturulmadan önce, insanların onuru, özgürlüğü ve iradeleri anayasal güvence altına alınmalıdır.
Her kanun çıktığında da bu güvence kanunun sonunda hatırlatılarak tekid edilmelidir.
Bugün bu tehlikelere itiraz etmeyenler, yarın en doğal haklarını kullanmak için izin istemek zorunda kalırlar.
Neticede;
Evet, halkın itiraz etmesi ve uyanık olması gayet yerinde ve olması gereken bir tepkidir.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish