Ulusal alegori bağlamında bir soru: Frederic Jameson "Huzur" romanını okudu mu(?)

Secaattin Tural Independent Türkçe için yazdı

Görsel: Independent Türkçe/Microsoft/Bing-Copilot

Yazının başlığında sorulan sorunun elbette cevabı açık.

Tabii ki hiç düşünmeksizin "hayır" diye net bir cevap da verebilir ya da "bizim bilmediğimiz bir bilgi mi var? Bir söyleşisinde mi geçiyor?" gibi bir merak duygusuyla tereddütle de yaklaşabilirsiniz.

Hiç merak etmeyin, benimki sadece spekülasyon; yani herhangi bir yerde böyle bir beyanını görmedim, rahat olabiliriz bu anlamda.

Fakat Frederic Jameson'la "Tanpınar"ımızın bir noktada birleştiğini söylesem ve "okumamıştır ama edebiyatı aynı yerden okumuşlardır" desem ne dersiniz?

Görüldüğü gibi, başlıktan itibaren hep soru cümleleriyle ilerleyen bir yazıyla karşı karşıyasınız.

Doğru cevaptan çok doğru soru sormanın gerektiğine ve bilimde "doğru"nun yanlışlanana dek kabul edilen geçici bir bilgi olduğuna inandığım için bu yöntem bana daha doğru geliyor.

Peki, edebiyat eleştirisine ve diğer sosyal bilimlere getirdiği yeni yaklaşımlarla ve özellikle geç kalmış bir kapitalizm olarak tanımladığı postmodern paradigmaya karşı geliştirdiği tezlerle tanınan Marksist eleştirmen F. Jameson'ın Tanpınar'ın romanını okumuş ya da okumamış olmasının önemi nedir?

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Öncelikle, her ikisinin de özellikle roman türüne yaklaşımlarının benzer olduğu görülüyor.

F. Jameson'dan başlayarak konuya girelim.

Bilindiği gibi, Jameson "ulusal alegori" kavramını Batı dışı toplumların ürettiği romanları incelerken tartışmaya açar.

Ona göre, özellikle 20'nci yüzyılın başından itibaren ortaya çıkan ve modernist diye adlandırılan sanatçılar, topluma sırtlarını dönmüş ve elitist/aristokratik bir tutumla estetiği öne çıkarmışlardır.

Jameson, sanatçıların bu tutumunun aslında kapitalist burjuva değer yargılarına bir tepki olduğunu belirtir.

Bu anlamda, moderniteye karşı çıkışın bir sembolü olan modernist tavır, sembolizmden dadaizme, sürrealizme kadar aynı saikle hareket etmiştir.

Sanatçıların, özellikle romancıların eserlerini şiirselleştirmeleri, sıradan okuru kendinden uzaklaştırırken, temalar da toplumsal konulardan bireyselliğe, biçimci denemelere dönüşmüştür.

Evet, sanat değeri yüksek romanlar kaleme alınıp yüzyılın başında Henri James'in rüyası J. Joyce, V. Woolf gibi modernist yazarların estetik romanlarıyla şiirle boy ölçüşür hale gelirken, kapitalist toplumsal düzenden kaynaklanan sorunlar halının altına süpürülmemiş, fakat iyice imgesel boyutlara, ancak ehlinin ideal okurun anlayacağı bir metinselliğe dönüşmüştür.

İşte Jameson'un itirazı da bu noktada ortaya çıkar. Her şeyden evvel, tıpkı ünlü kuramcı Terry Eagleton gibi sıkı bir Marksist olan Jameson, Batı romanını bu anlamda olumsuz bir eleştirel okumaya tabi tutarak "ulusal alegori" kavramıyla bizi tanıştırır.

Bir Marksist eleştirmen olarak sanatı toplumsallıktan ve insanın toplumsal varlığından ayrı görmeyen; sömüren-sömürülen arasındaki eşitsizliğin belirsiz kılınmasından rahatsızdır.

Hatta asıl eleştiri oklarını postmodernizme yöneltecek ve en azından söz konusu çelişkilerin modernist romanlarda bulunmasına rağmen postmodernizmin doğası gereği her şeyi birbirine eşit kılan ve her türlü izleği parodiye çevirerek hayatı sanal bir gerçekliğe dönüştüren tutumuna karşı daha sert bir tutum geliştirecektir.

Önemli postmodernist düşünürlerden Lyotard'ın ideolojiler çağının bittiğini ilan etmesi, doğal olarak Jameson gibi Marksist bir kuramcının kabul edebileceği bir görüş değildir.


Yeri gelmişken bu ufuk açıcı kavramı temellendirmek için postmodernist tutum hakkında çok kısa bilgi verelim.

Bilindiği gibi, modernist tutumun elitist eserleri, sıradan roman okuyucusunu şiir okuruna çevirmiş ve evrilemeyenler kapı dışı edilmiştir.

Postmodernizm, aslında elitist/estetik tutumun bir sonraki evresidir ve acı duymadan acı duymayı, ideolojik ve dinsel her türlü konunun parodiye çevrilerek içinin boşaltılmasını öne çıkarır.

Yani, semptomiktir; sahici değildir. Zaten akımın kendisi bunu kabul eder, saklamaya da ihtiyaç duymaz. Metinlerarasılık ve üstkurmaca gibi kavramlar da bunun bir göstergesidir.

Hiyerarşinin bulunmadığı, hipergerçekliğin kabul edildiği, popüler olanla olmayan arasındaki çizgi kaybolurken bütün değer yargıları aşınırken sanatın da aşınmak zorunda olduğuna vurgu yapılması, paradigmanın ta kendisidir.

Görüldüğü gibi, tam bir paradokstan bahsediyoruz. Postmodernist sanatçı, bir yandan dünyanın bu kaotik görünümünü ortaya koyarak insanları uyandırırken, bir yandan da kapitalizmin bu yeni versiyonunda önemli bir rol oynamaktadır.

Daha önce romantik, realist yansıtmacıların eleştirel yaklaşımları, toplumcu edebiyatın devrimciliği, modernistlerin imgesel de olsa insanın hem kendi hem de toplumsal acısını dile getiren metinleri vardı. Halbuki postmodernist romancılar, sazın telinin koptuğunun farkında olarak (İhab Hasan'ın söyleyişiyle) adeta ters çevirerek darbuka yapmışlardır.

İşte Jameson ve Eagleton gibi Marksist eleştirmenler, geç kapitalizmin bir evresi olan postmodernist edebiyata bu nedenle karşı çıkmaktadırlar.

Sanatı "şaka"ya, "semptom"a değil, ciddiyete davet ederler ve Jameson, Batı'da artık görülmeyen bu ciddiyetin halen Batı dışı edebiyatlarda var olduğunu belirterek "ulusal alegori"yi öne çıkarır.

Ulusal alegori, modernizmi içselleştirmeyen toplumların, bir başka deyişle Batı dünyası dışında kalan milletlerin edebiyatında halen toplumsal konuların işlendiği; bireysel maceraların aynı zamanda o toplumun da macerası olduğu anlamına gelirken, Jameson bu tür toplumlarda aşırı bireyciliğin ve kapitalist burjuva sisteminin tam olarak oturmayışını bir şans olarak görür.

Zira haklı olarak belirttiği gibi, Batı'daki düşünsel dönüşüm dünyanın diğer tarafında farklı yaşanmıştır. Batı modernleşirken, diğer dünya Batılılaşmıştır diye de formüle edebiliriz.
 


Konuyu fazla uzatmadan, Tanpınar'ın Huzur romanı nerede kalmıştı diyeceğinizi tahmin ederek hemen meseleyi bağlayalım.

"Huzur"da Yahya Kemal'i temsil eden İhsan, romanın bir yerinde "Bizde niye Batı romanında insanın bireysel ıstırabını anlatan eserler yok?" diye hayıflanan Suat'a "Onlar bizim için lükstür, biz henüz hayat kavgası veriyoruz, bireyin yerine toplumu ve onun sorunlarını anlatmalıyız" diye özetleyebileceğimiz bir cevap verir.

Romanda, Tanpınar'ın sanatçı kimliğini temsil eden Suat'ın intiharı, daha önceki yazımızda da belirttiğimiz gibi sanatın kurban edilmesidir.

Tanpınar da estetiğin şiire bırakılmasını, romanın "biz"i anlatması gerektiğini söyler gibidir.

Bütünüyle "kendi derdi billah gelmez yadıma" diyen Namık Kemal'in paltosundan çıkan Türk romancılarının eserlerini okurken, aynı zamanda batılılaşma maceramızı, bilfiil Türk ruhu ve yaşayışı dediğimiz konuların peşinde dolaşıyoruz.

Hatta ideolojilerin çöktüğünü iddia edenlere inat, ideolojik olmayan eserlere oldukça mesafeli yaklaşıyoruz.

Bu durum yalnızca bizde değil, Batı dışı bütün edebiyatlar da benzer bir tavır göstermektedir.

Mısır romanını ya da başka bir milletin romanını, ben de onları tanımak için okuyorum; kendimi değil.

Estetik anlamda sorunlu bu tutum, Jameson için romanın tekrar insan denen varlığın dünyadaki toplumsal macerasını ve özgün yerini yeniden anlatabilmesi için bir şanstır ve "ulusal alegori", şiirin olmasa da romanın ortaya çıkış nedenini tekrar hatırlamasının tek yoludur.

Şimdi belki biraz daha anlatabilmişimdir Orhan Pamuk'un, zamanında Oğuz Atay'ın, 40 kuşağı hikayecilerinin ideolojileri farklı da olsa neden bazı çevrelerce Türkiye'de olumsuz anlamda eleştirildiğini ve "ulusal alegori"nin Türk romanını anlamak için en önemli kavram olması gerektiğini.

Evet, ya Tanpınar Jameson'ı ya da Jameson, Tanpınar'ı okumuş olmalı ya da "aynı yerden okumuş" olmalılar mesele.

İnsan yalnız şuna üzülüyor: Bizim akademi ve eleştiri çevrelerinde ulusal alegori, aşağılık kompleksi içinde değerlendirilerek, toplumsal romanlar estetik kılınmaya çalışılıyor.

Tanpınar, Orhan Kemal, Yaşar Kemal'in estetik romanlar yazdığını iddia ediyoruz.

Halbuki Jameson gibi yapıp estetiği paranteze al, gizlice Bilge Karasu oku, ama Yaşar Kemal'i öne çıkar.

Tıpkı Ataç gibi…

Nurullah Ataç akşamları divan şiiri okurmuş, sonrasında da…

Son olarak şunu söyleyebilirim ki F. Jameson bana göre "ulusal alegori"yi "vicdan" anlamında kullandı!

Ben buradan okudum!

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU