Türk edebiyatı ile ilgili eleştiri literatüründe sıkça duyduğumuz bazı tartışmalardan biri de "Türk romanı" ya da "Türkçede roman var mı?" soruları çevresinde şekillenir.
Konunun uzman ve uzman olmayan kalemlerinden kimisi "Efendim, Türkçe olarak yazılan her roman Türk romanıdır" derken, kimisi de "Bu toprakları ve insanını anlatmayan, onun ruhunu taşımayan romanlar, Türkçe yazılsalar dahi bize ait sayılmaz" savını ileri sürer.
Edebiyatı bir sanat dalı olarak kabul eden eleştirmenler ise meseleyi estetik anlamda bir Türk romanının olup olmadığı ile ilgili tartışmaya sürüklerler.
Bana göre, bu tartışmada esas önemli husus gözden kaçırılmıştır.
Bir edebiyat türü olarak roman kavramından ziyade, estetik değerin yerini etik/ideolojik yaklaşımların almasıyla konu bulanıklaştırmıştır.
Sorunun cevabı şöyle de verilebilir:
Türk'ün romanı ya da Türk'e hitap eden Türkçe roman vardır, fakat romanımız yoktur.
Bu cevap oldukça kışkırtıcıdır ve kabul görmesi de hayli zordur.
Eğer izin verirseniz ve yazıyı sonuna kadar okursanız meramımı anlatabileceğime inanıyorum.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Öncelikle bir Türk romanı vardır ve önemli temsilcileri arasında Dostoyevski, Tolstoy, Kafka, Camus gibi yazarlar bulunmaktadır. Listeyi elbette uzatabilirim.
Bu isimlerin Türk olmadıkları ve Türkçe yazmadıklarını bana hatırlatmak istediğinize eminim.
Peki, herhangi bir roman okuyucusuna "Hangi romanları okudunuz?" diye sorduğunuzda alacağınız cevapların bunlar olduğunu gördüğünüzde umarım meselenin bir entelektüel züppelik olmadığını da fark edersiniz.
Dostoyevski ve Kafka bizim romancımız değilse, neden insan-toplum, insan-insan arasındaki ilişkilerden doğan bütün çetrefilli sorunlarımıza şifa diye bakıyoruz?
Ne de olsa olaylar Çukurova'da ya da İstanbul'da geçmiyor ve kahramanlarımız da Mümtaz ya da Memed değil.
O zaman Dostoyevski'yi Ruslara, Kafka'yı da Alman/Çeklere bırakalım gitsin.
Aslında önemli olan konu, neden "İnce Memed" ve "Mümtaz"ı bir Rus, Alman, Fransız, Arap kendisinden görmek yerine, yalnızca bir Türkün "öteki"ni merak ettiğidir.
Oryantalist bakış açısından kurtulması mümkün değildir.
İnsanlığı değil, insanı, diğer deyişle Türk insanı üzerine odaklanır.
Hani sanat evrenselin peşindeydi? Yine şunu duyar gibiyim:
Onların romanı da kendi insanını, toplumunu anlatıyor. Biz de Dostoyevski sayesinde Rus toplumunun bireysel/toplumsal macerasını, ruh dünyasını öğreniyoruz.
Elbette söz konusu romancılar da bu o millete ait bir damgayı taşıyor eserlerinden. En büyük fark ise aşırı dozdan kaynaklanmaktadır.
Raskolnikov elbette bir Rus kahramandır, en fazla yüzde 49 olmak kaydıyla, en az 51'i ise "ben"i anlatır; kendi benini değil, aynı zamanda bir Türkte de var olan "ben"i.
Yine konunun uzmanlarının hararetli tartışmalarına dönelim.
Kimilerinin ilk edebi roman sayarak dokunulmaz kıldığı Mai ve Siyah'ın, Batılılaşmış bir çevreyi anlattığından ve kahramanının ruh dünyasının bizi temsil etmediğinden hareketle bir Türk romanı olamayacağını ileri süren görüşler; kimilerinin Tanpınar'ın "Huzur"unu Türkçenin en güzel romanı olarak değerlendirmeleri, yine hemen herkesin Yaşar Kemal'in Çukurova'yı şairane ve destansı bir dille anlattığına dair övgüleri bana hep Türk futbolunu hatırlatıyor.
İçerde, yani yurtta büyüyen isimler ne hikmetse Edirne'den sonra farklı bir imaja bürünüyor.
"Efendim, özellikle Batı kendi dışındaki dünyayı görmezden geliyor, iki yüzlü davranıyor" derseniz, size kırılmam ama aynı Batı'nın Hafız-Şirazi, Ömer Hayyam, Mevlana Celaleddin Rumi, Fuzuli gibi isimlere olan ilgisini de hatırlatırım.
Demek oluyor ki mesele bir başka yerde düğümleniyor. Çünkü Batı, bu isimleri kendisinden saymasa bile kendisini de kapsayan meseleleri kurcaladığının farkında ve hem ötekini hem de kendisini tanımak adına enstitüler kuruyor.
Bizde var mı yukarıda adını andığımız "bizim" değerlerimiz?
Ben pek hatırlamıyorum müstakil araştırmalar yapan bir Fuzuli, Şeyh Galip enstitüsü(!). Varsa lütfen bana da haber verin.
Demek oluyor ki meseleyi kuru bir hamasete indirmek hiç de doğru değil.
Konuyu biraz daha açalım.
Yine bana göre, Mai ve Siyah romanı, aslında bir Türk romanının asla olamayacağının ilk işaret fişeğidir.
İkincisi, Yakup Kadri'nin Kiralık Konak'ı, üçüncüsü ise Tanpınar'ın "Huzur"udur.
Çünkü Türk ruhunu en fazla yüzde kırk dokuzda bırakması gerekirken yüzde elli bire yükselttikleri için roman olma imkânını kaçırmışlardır.
Daha başka bir deyişle, kimilerinin iddia ettiği gibi Türk ruhu olmadığı için değil.
Eğer Mai ve Siyah'ta sanatçı bireyimiz Ahmet Cemil kaymakam olmasaydı; Yakup Kadri, Kiralık Konak'ta Seniha gibi tam bir roman kahramanı olabilecek potansiyeli, Namık Kemal'in Mahpeyker'e uyguladığı ahlakçı tavırla harcamasaydı; Tanpınar da Mümtaz'ı benzer nedenlerle sanatçılıktan araştırma görevliliğine mahkum etmeseydi, bugün belki bir romanımız olduğundan bahsedebilirdik.
Hepsi de sanatı kurban ederek sorumluluk sahibi kahramanları, yani aydın/yazarı kucağımıza verdiler.
Kucağımıza verdiler diyorum çünkü çağındaki romancılarımız "babalık"a soyunmak zorunda kaldı.
Halbuki roman biraz da ergen genç sanatçı profilini ister. Yani öğrenmeye çalışırken sendeleyen, tutunamayan, tecrübesi eksik fakat duyarlılığı yüksek "bilemeyen kahramanlar"ın hikayesidir.
Tanpınar bence meselenin öylesine farkındaydı ki sanatçı kimliğini imleyen Suat'ın mektubuna romanda yer vermek yerine çekmecesinde sakladı. Hatta Ahmet Cemil'le bile hasbihal etti.
Suat'ın Mektubu'nun nasıl ve kim bulunduğunun tartışıldığı kadar, bu mektubun romanı yeni bir okumaya tabi tutmaktaki rolü konuşulmadı akademi ve eleştiri dünyasında.
Halbuki Tanpınar bize "Türkiye'nin meselelerinin bir türlü kendisinin peşini bırakmadığını" söylerken aslında sanatını nasıl kurban ettiğinin mesajını da vermektedir.
Namık Kemal'in "kendi derdim billah gelmez yadıma" mısraında vücut bulan sanatçının bir aydın olma zorunluluğu gerçekten de Türkçede bir roman olmamasının en önemli nedenidir.
Bu nedenle şiirimiz karadır, ama romanımız ak. Şiirimiz "ben"de "biz"i, "biz"de "ben"i içerir.
O yüzden bir Türk şiiri vardır, Türk romanı ise yukarıda belirttiğimiz hususlar nedeniyle Türkçe yazılan bir romandan öteye gidememiştir.
Meselenin özü aslında "vahdet/kesret" düzleminde ele alınmalıdır.
Balzac biraz Fransız (insan), çokça da öteki (insanlık/biz), Dostoyevski, Kafka keza öyle; Namık Kemal'den başlayarak Türk romanı örnekleri çokça, belki de tamamıyla biz, "hiç"çe (öteki/insanlık)!
Tekrar aynı soruyu soralım: Hangi romancıları okuyorsunuz?
Dediklerinde doğaçlama olarak Batı romanı örneklerini veriyorsak, bu yorumlar aşırı olmayacaktır.
Bu nedenle çeviri romanlar gerçekten de Türkçe yazılmış Türk romanıdır.
Şiirden farkı mı?
"Kapıyı açınız" sözü bir romanda geçerse gerçekten de şiirsel roman, yani modernist roman değilse ki çoğu kez onlarda da aynı anlama gelebilir; şiirde aynı cümlede kimse kapıyı aklına getirmez, eğer sadece roman okuyup şiir okumaya çalışan biri değilse.
Romanın gelişim çizgisine baktığımızda zaten Flaubert ile beraber toplumsal romandan, yani sanat eseri olmayan roman anlayışından kurtulma çabasındaki romancılar/modernistler (Woolf, Joyce, Faulkner vb.) sadece sanatçı olmanın peşindeydiler.
Yine toplum ve meseleleri vardı ama bir meyvenin içindeki vitamin gibi.
Bizde ise vitamini okuyucular manavdan çok eczaneden satın almaktadır.
Görüldüğü gibi romancılarımız sadece toplum mühendisliğini değil, aynı zamanda doktor ve eczacı görevini de üstlenmiştir.
Bunu elbette yalnızca ben söylemiyorum. Pek çok eleştirmen ve edebiyat tarihçisi, Türk romanının önce Doğu/Batı ikilemini, sonrasında ilericilik-gericilik ve en nihayetinde sömüren-sömürülen izleklerini ele aldığını belirtmiştir.
Daha sonra bireyin sorunlarının ele alındığı 40 kuşağı hikayecileriyle başlayan ve sonrasında Oğuz Atay başta olmak üzere diğer modernist yazarlarımızla estetik değere kavuştuğunu ileri sürerler.
Bu yoruma katılmakla beraber bir noktada itiraz etmek zorundayım.
Evet, en azından teşhisi doğru koymuşlar, fakat estetik değer terazisini obez bir bireyciliğe ve biçimciliğe indirgeyerek bu kez de insanlık durumunu, yani sanatın evrensel doğasını abartarak "insan"ı, siz ona Türk insanı deyin, eksik bırakmışlardır.
Yani ne söylediği ile fazla meşgul olan romancılar, nasıl söylediğine odaklanan romancılara dönüşmüştür.
Her ne kadar ikinci gruptakiler daha estetik eserler ortaya koymuşlarsa da Camuvari, Kafkavari romanlar olmaktan öteye gitmekte zorlanmışlardır.
Bunu ben demiyorum; Oğuz Atay kendisini de katarak bu tür Türk roman kahramanları için "sahte bunalımlı kahramanlar" ifadesini kullanıyor.
Dolayısıyla doz aşımı her iki grupta da fazlasıyla mevcuttur.
Vahdet/kesret dengesi bozulmuştur da diyebiliriz.
"Ben"de "biz", "biz"de "ben" dengesinden bahsediyorum.
Bu nedenle bizim dışımızdaki toplumlar, halen ister geleneksel gerçekçi, ister modernist olsun, roman örneklerimizi KENDİSİNİ DEĞİL BİZİ TANIMAK İÇİN OKUYOR.
İstanbul hakikaten İstanbul, Çukurova hakikaten Çukurova!
Tolstoyevski'nin Rusyası'nı ben ise "HERYERGRAND" olarak algılıyorum.
Neyse ki Kafka, Tolstoyevski başta olmak üzere birçok romancımız var da bizi başarıyla temsil ediyorlar.
NOT: Dikkat edilirse buraya kadar Orhan Pamuk'tan bahsetmedim. Günümüz dünyası postmodern paradigma üzerine inşa edildiği için postmodernist roman, bugün için romanı temsil ediyor. Yukarıdaki handikaplar, postmodernizmde parodiye çevrildiği için başka bir bakış açısına ihtiyaç vardır. Dolayısıyla Orhan Pamuk'a postmodernist romancı değil, romancı diyorum. Türkçeden İngilizceye çevrildiğinde de değer kaybı yaşamıyor; tam aksine Nobel bile alabilecek seviyeye yükselebiliyor. Burada, yanlış anlaşılmasın, Pamuk'un Türkçesinin bozuk olduğuna dair bir ima yapmıyorum. Başka meselelerden bu ödül verildi gibi savlar da lütfen öne sürmeyelim. Öyle olsaydı birçok yazara daha önce verilebilirdi. Okuduğu romanın kendi ana dilindeki metnini okusak, belki benzer eleştirileri anlı şanlı Batılı yazarlara da yöneltebilirdik. Belki de Stendhal'in Fransızcasında sorun vardır, hiç düşündük mü? Bu arada yeri gelmişken Orhan Pamuk'un ve İhsan Oktay Anar'ın bugün neden Kafka'nın yanında Türk romanını başarıyla temsil eden örnek romancılar olduğunu başka bir yazıya ertelediğimi belirtmek isterim.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish