Remzî sûretler: Uygur resimleri üzerine naçizane bazı düş'ün'celer

Ahmet Mansur Tural Independent Türkçe için yazdı

Resimler, Beyza Aral Bahtiyaroğulları'nın "Orta Asya Uygur Resim Sanatında Biçim ve Anlam" kitabından alınmıştır / Kolaj: Independent Türkçe

Emel Esin "Resimli Bir Uygur Varakı" yazısına "Uygur Türk san'atının eserlerini ilk gördüğü anı" kimsenin unutamayacağından dem vurarak başlar.

Gerçekten kime sorsam hepsi kendi kişisel tarihleri içerisinde bu resim sanatıyla karşılaşmalarının büyülü bir anı olarak yer ettiğini dile getirdiler.

Benim içinse pek farklı olmamakla beraber bu tesadüf yalnızca hafızamda silinmemek üzere beliren bir anıdan ziyade, aynı zamanda kendinden önceki ve sonraki anların akışını sekteye uğratan ve hatta zamanın çizgisesel akışını kırma suretiyle kendi biricik anını derinleştiren bir an olarak tezahür etmiştir.

Şevket Rado'nun "Hayat Küçük Ansiklopedisi"ni karıştırırken tesadüf ettiğim "Uygur Resim Sanatı" maddesi karşısında donakalmış, üzerime bakışlarını diken turuncumtırak figürlerin sâdeliği karşısında çarpılmıştım.

İlk bakışta Uygur resmi Çin ile Hint, hatta İran sanatının melez bir taklidi olarak kendini gözler önüne seriyor.

Biçim olarak Çin resminden etkilendiği, ikonoloji olaraksa (özellikle Buda tasvirlerinin gözler önüne serdiği gibi) Hint etkisi altında olduğu inkâr edilemez bir gerçek.

Tabiat tıpkı Çin resminin tabiatı gibi, ışıktan ve gölgeden ziyade çizginin emrine amade.

Uygur ressamları da tıpkı Çinli öncüleri ve çağdaşları gibi resmetmek için çizgileri kullanıyorlar.

İnce yahut kalın, düz veya kıvrık, belirgin ya da silik çizgiler gerçekliğin dinî tecrübenin taşıdığı fantezide erimesini sağlıyor.

Hükümran resimleri Uygur resminde grifonlara, sfenkslere karışıyor. Bilhassa bu resimlerde oldukça önemli bir yer tutan Buda hakikatin kurguluğunu sezdiriyor ağır ağır.

Hem keskin ve detaylı sûretlerin varlığı Uygur resmini dolduruyor, hem turumcumtırak bu sûretlerin cansızlığı ve soğukluğu resim personasının yokluğuna işaret ediyor.

Bu resimlere bakarken hem bir haz hem bir hoşnutsuzluk beliriyor içimde. 

Pascal, yüzyıllar sonrasında sanki bu resmi sezinlemişçesine Loi figurative'de ("Mecazın Yasası" diye çevrilebilir belki buradaki bağlamda) şunu demiş:

Bir portre yokluk ve varlığı, haz ve hoşnutsuzluğu taşır. Gerçeklikse yokluğu ve hoşnutsuzluğu dışlar (L 260).


O bunu derken tabi ki aklında alegorik Eski Ahit'in ahlakî emirlerle bezeli Yeni Ahit üzerinden deşifre edilmesinin yattığı âşikâr.

Yine de Jacques Darriulat'ın da "Altın Yüzyılında Hollanda Resmi" yazısında portreler için hissettiği gibi Pascal'ın bu biricik sezgisinin Uygur resmine de naif bir bakışla uyuştuğunu hissediyorum.

Her ne kadar Uygur resmini portreye indirgemek yahut portre sanatına benzetmek büyük bir kusur teşkil edecek olsa da bu resimdeki sûretin, sûretlerin yerinin ve merkeziliğinin varlık ve yokluk geriliminde bir problematik sunduğunun es geçilmemesi gerektiğini seziyorum.

Zira, şöyle bir baktığımızda Uygur resimlerine, bu resimlerin bizlere gerçekçi bir görüntü sunduğunu görüyoruz.

Hükümranların, kulların, Buda'nın ve daha nicesinin sûretleri, bakışları, tıraşları, giyimleri dehşet derecesinde detaylı ve net bir şekilde beliriyor karşımızda.

Bilhassa turuncunun tonları, Çin resmine hâkim ve alelâdeliği akla getiren sarımtırak tonların aksine, bu resimlere bir canlılık, bir soluk getiriyor.

Resmin figürlerinin mevcudiyetini, Çin resminin fantezi havasından koparak olumluyor böylece.

Oysaki bu gerçek görüntünün asla sahih olmadığını da yine sûret tasvirleri üzerinden ortaya koyuyor.

Zira detaylı ve merkezî olsalar da bu sûretlerin ifadeleri ve bakışları onları alegorileştiriyor.

Ve hatta böylelikle onları resmin içerisinde merkezisizleştiriyor. Mevcudiyetleri bir hiçliğe kapılıp gidiyor sanki figürlerin. 

Adeta karşımızdaki bu ikonalar kendilerini ince ince dokuyarak resmin merkezine yerleşirken "bakışlarından" anlayabileceğimiz üzere kendileri haricinde bir gerçeğe, var olmayan bir gerçeğe işaret ediyorlar.

Bakışları resmin dışına taşıyor. Hemen hemen her figür resimdeki bir diğer figüre, hatta merkezdeki hükümran, Buda gibi figürlere bakmaktansa imâlı bakışlarıyla resmin dışına bakıyorlar.

Kendilerini, kendi gerçeklerini saklamıyorlar kendilerinde. Onlar, başka bir şeyin, resimde gözükmeyen, resimde var olmayan bir yokluğun uzantısına dönüşüyorlar.

Sûretler, hangisi olursa olsun huşû ve itaat içerisinde bir yöne doğru sabit bakışlarla kitleniyorlar. Sanki büyük bir "öteki"ye, resimdeki yok olana doğru eğiliyorlar. 

Hükümranlarına bakarken bile hükümranlarına yöneltmiyorlar bakışlarını.

Bakış, hükümranı aşıyor ve çizginin dışına taşıyor. Hükümranın da Buda'nın da bakışları çizginin dışına, tasvirin ötesine taşıyor.

Budist öğretinin hiçleşmesi sanki Uygur resminde kendini gerçekleştiriyor: Buda tasviri bile kendisinin Buda olmadığını söylercesine gözlerini dikiyor çizginin dışına.

Ancak çizginin dışında bir varlık aramıyor, orada yok oluyor Batı, Hint, İran yahut Çin resminin aksine. Hakikatin bir ilüzyon olduğunu imliyor.

Buda'nın bir daha reankarne olmayacağını, çünkü Buda'nın gerçekliğinin, mevcudiyetinin hiçbir varlığa denk gelmediğini hatırlatıyor. O sadece bir hiçti ve hiçleşti. 

Dolayısıyla Uygur resmi alegorik bir resim olmaktan da kurtarıyor kendini. Çağının diğer belli başlı büyük resimlerinin aksine.

Çünkü alegoride tasvir kendisinin dışındaki bir varlığın yerini tutar. Oysaki bu resimlerde tasvir kendisi dışındaki bir varlığın yerini tutmuyor. Kendi dışındaki bir varlığın hiçliğini kendinde imliyor, sûretinde. 

Tüm çizgileri çizgi haricinin, noktanın yokluğunu belirtiyor. Belki bundan nokta hiç geçmiyor bu resimlerde. Yahut boşluk!

Çünkü kadim Çin resminde bu resmi suskun bir şiir kılan, taocu etkiyle beliren boşluk da turuncunun tonlarıyla hiçleşip gidiyor Uygur'da.

Uygur resmi noktanın mevcudiyetini askıya alırken "hiç"in de (yani "boşluğun") mevcudiyetini de sanki askıya alıyor.
 


Bize mevcudiyetsizliğin mevcudiyetini tattırıyor remzî sûretlerinde Uygur resmi.  

Ancak bu sûretlerin bakışlarının çizgi dışında yoklaştığı gibi, mevcudiyetin yokluğunu taşıyor bizlere.

Hoşnut kalıyoruz kalmasına bu resimler karşısında, fakat boşumuza gelen, daha doğrusu yoğumuza gelen bir hoşnutsuzlukla sarsılıyoruz.

Bu sebeple belki de Emel Esin'in dediği gibi, asla unutamıyoruz bu resimlerle ilk tanışıklığımızı.

Çünkü unutmak ancak var olan bir şeyi mevcutken yitirmektir.

Oysaki Uygur resminin unutulmama büyüsü, taşıdığı figürlerin mevcutkenki yokluğundan kaynaklanabilir.

Zira onun figürleri, mevcudiyeti kendilerinde taşıdıkları kadar yokluğu da taşırlar. 

Netice itibarıyla, tüm bu yorumları, doğrusunu söylemek gerekirse tüm bu aşırı ve naif yorumları, düş'ünce'leri (bunlar birer düşünce değiller henüz, yalnızca bu resimlere bakarken zihnime düşmüş ve o an kendince çağrışımlar yapmış öyle ya da böyle taslaklar) sizlerle paylaşmamın tek olmasa da ana sebebi bu resimlere karşı duyduğum hayranlık olduğu kadar Uygur resim sanatını akademik-tarihsel düşüncelerin dışına çıkartarak serbest olarak da beğenilip/beğenilmeyip düşünülmesini az da olsa tetiklemek, en azından aşırı düş'ün'celerimin kusurluluğu karşında sizlerden gelecek fikrî şiddetli reddiyelerle bu resimleri kelimenin bu defa gerçek anlamıyla "düşünmeye" başlamaktır. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU