4 mevsimin yıkıldığı cennet, Yugoslavya hakkında bilmediklerimiz

Dr. Yüksel Hoş Independent Türkçe için yazdı

Görsel: Twitter

Hep söyleriz; aynı anda 4 mevsimin görüldüğü ülkeyiz diye. Aslında bir ülke daha vardı böyle. Adı Yugoslavya'ydı.

Batısında Alplerden, güneyinde Akdeniz kıyılarına, kuzeyde Orta Avrupa ile Tuna Nehri'ne, oradan da Türkiye sınırına birkaç yüz kilometre yakına dek uzanan bu ülke, gerçek bir dünya cenneti olmasının yanında TİTO gibi bir büyük devlet adamının nefesinde yükselen, Balkanların belki de son huzur adacığıydı.

Aslında Tito'yu da parlatan, Batı idi. Rusya'nın Akdeniz'e çıkmasına karşı bir tampon olarak "yarı batı- yarı doğu bloku tarzı" bir ülke meydana getirildi.

Çünkü bu nüfusun içerisinde Sloven ve Hırvatlar, Batı tarafından tamamen kendilerine ait görülen ve istedikleri zamanda mozaikten koparılacak parçalardı. Zaten her ikisi de Avusturya egemenliğinde şekillenmiş uluslardı.

Bu ikisini ayırmak da zor değildi. Avusturya ve İtalya'nın bunlara kıyısı vardı ve sınırdan tarih boyunca sıklıkla geçen 3 şey, bu sınırlardan da geçerdi. Bu 3 şey, İnsan, mal ve fikirdi. Bağımsızlık fikri de bu sınırlardan girdi haliyle.


Hiçbir dinin bir diğerine, hiçbir milletin diğerine üstünlüğüne izin verilmediği, üstünlük bir nebze ama despotluğuna asla müsaade edilmediği bir ülke idi Yugoslavya.

Günümüzde eğer Makedonya'da Osmanlı'dan kalma saat kulelerinin tepesine haçlar dikiliyor ise, eğer camiler yıkılıp üzerine Bizans tarzı kiliseler yapılıyor ise bu, Yugoslavya döneminde asla olmayacak hadiselerdendi.

Yugoslavya gibi bir ülke bir daha asla gelmeyecek. Öyle bir devir de bir daha asla yaşanmayacak.

Denge devleti, istikrar devleti, coğrafyanın ve kaynaklarının hakkını veren, insan gücünü en doğru şekilde kullanan bir devletti.

Ama tüm bu yatırımlarını Türkiye'nin aldığı Marshall yardımları ile hesap edilemeyecek kadar daha bol ve bonkörce almıştı ABD'den.


Sistem 80'lerin ortalarında yıkılmanın işaretlerini ufak ufak gösterdiği dönemlerde bile yine de hiç kötü değildi.

Prizren gibi bir şehrin kenarında devasa meyve suyu fabrikası, devasa bir ilaç fabrikası, hemen her şeyin üretildiği bir giyim fabrikası ve ayakkabı fabrikası vardı.

Bu fabrikalar artık yok! Saraybosna'nın kenarında Tank fabrikası vardı, o da yok. Mostar, savaş uçağı üretiyordu. Yok!

Bosna Hersek'te Soko ve Orao savaş uçakları üretilirdi. Artık yok! Novi Travnik namlulu silahların merkezi idi. BNT firması vardı orada. Şimdi yüzde 5-10 kapasite ile çalışır durumda. Yani o da varla yok arası... Binaların yarıdan fazlası harabe durumunda, çalışan yok!

Soruyorsunuz sebebini. Para yok! Yatırım yok! İnsanlar da öyle. Varla yok arası... Ama genelde yok! Bir kısmı var, bir kısmı yok, bir kısmı ise yazları var, kışları yok...

Demokratik seçimler öncesi varlar, seçimlerden sonra yok! Olsalar bile yok. Son seçimde Srebrenitsa seçimlerinde seçmenler de yoktu. Boşnak seçmen çoğunlukla gitmedi sandığa… yoklardı, daha da yok oldular. 


Oysa bir başarı öyküsüydü Yugoslavya. Miloşeviç'in dolduruşa getirilmesi ile şizofrenleşen ve milliyetçiliğin ayarını, dozunu kaçıran akımlar sebebi ile önce Slovenler, sonra Hırvatlar ve Bosna Hersek...

Birkaç uyumsuzun elinde mahvoldu koca bir rüya. Ekonomik coğrafyada bir kural vardır. Coğrafya ne kadar parçalı ise kendi kendine yeterliliği de o derece azalır, ne kadar geniş ve bütünlük arz ediyorsa kaynaklarını o derece iyi kullanır ve o kaynakların olmadığı yerlere dağıtır, bunu da ülkenin en detay bölgelerine akıtır ki ülke içi gelişmişlik farkı azalana kadar…

ABD, İspanya'dan Guadalup-Hidalgo antlaşması ile aldığı İspanyolca konuşan eyaletlerdeki gelişmişlik farkını kısa sürede kapattı.

Almanya da Doğu Almanya'nın gelişmemiş veya eski teknoloji sebebiyle geri kalmış bölgelerini hayli adam etti ve farkı kapattı.

İşgal, işgal eden gelişmiş ülkeye ve o toprakları "sömürge veya vatan" olarak görme farklılığına göre yatırımın da boyutunu değiştiriyor. Eğer sömürge görüyorsan yaptığın yatırım farklı, vatan olarak görüyorsan farklı oluyor.

Osmanlı, Rumeli'ye en büyük yatırımları yapmış. Ama en çok vergileri de oradan toplamış. Asla bir sömürge gibi bakmamış.

Vatan ve sömürge arasındaki fark da buradadır. Aldığın vergiye yakın oranda yatırım yapman. Şu anda Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu'da da aldığımız vergilerin çok çok üzerinde bir yatırım ve altyapı inşası söz konusudur.

Ama dünyada devletler altyapı dışında çok şeye girmiyorlar. Sağlık, eğitim gibi şeyleri götürüyorlar genelde. Kalanı kendi kendine gelişiyor. Koşullar sağlanıyor ve devlet bir fabrika açmıyor bir tesis açmıyor.

Hür teşebbüs yapıyor ve yürüyor. Bizde ise devletten bekleme geleneği asırlardır mevcut. Birey olmamıza rağmen saltanatı olmayan bir ülkenin sultanından "cülus" bekliyor gibiyiz.

Buna rağmen fena da değildir ülkemizdeki hür teşebbüsün durumu. Sıkıntılar tabii ki var. Bu ayrı konu ve ekonomistler değerlendiriyor zaten ben Yugoslavya'dan devam edip bir sonuca geleceğim.


Ne demiştik?

"Coğrafya ne kadar parçalı ise kendi kendine yeterliliği de o derece azalır, ne kadar geniş ve bütünlük arz ediyorsa kaynaklarını o derece iyi kullanır ve o kaynakların olmadığı yerlere dağıtır, ihtiyaca göre yönetir."

İşte AB'yi büyüten ve güçlü kılan da budur.

Sınır, malların geçişliliğini, geçişkenlik ve akışkanlığını, ileri ve geri sirkülasyonunu, arz ve talep noktaları arasındaki lojistik planlamayı alt üst eden şeydir.

Sınır ne kadar azsa o kadar iyidir. Coğrafyalar birleşirse refah bulur. Ayrılırsa başkalarına çalışırlar.

Sadece AB'nin patron ülkelerinin gücü değil ufak tefek ülkelerin de birliğe katılımı onun tarımsal, hayvancılık ve jeopolitik gücüne katkıdır.

İşte Balkanlarda Yugoslavya bunu devam ettiremedi. Ettirse iyi olabilirdi. İnsanlar ağlamaz, ölmezdi.

Sonuç peki?

Yüzlerce kilometre sınır, onlarca sınır kapısı ve işlerliği bitmiş bir ekonomik döngü.

Farklı devlet idarelerince kullanılan minyatür ölçekte kaynak-lojistik-endüstri döngüsünün tek elden ve tek üst ihtiyaca göre yönetilmediği parçalı bir karmaşa... kaotik abideler coğrafyası...

İşte bu kaotik abidelerin hepsidir bu ayrılan devletler. Doğal kaynaklarının azlığına rağmen bir parça da ABD dolarları sayesinde gösterdiği başarıyı kabul etmeliyiz Yugoslavya'nın.

Ama o dolarlardan biz almadık mı peki? Marshall yardımları sadece emtia olarak değil parasal olarak da verilmedi mi hiç? Tabii ki yardım alındı.

Ama ayakları üzerinde sağlam duruyordu bu ülke. İşte bu yüzden de bu masanın ayakları hedef alındı. 6 ayağı vardı. Dördü dinamitlendi. Sonuç trajediydi.

Ama bu trajediden birincil etkilenenler Müslümanlar yani Boşnaklar oldu. Günümüzde doğu Bosna'da Müslüman (Boşnak) yaşamıyor artık.

Banja Luka'da iki mahalle dışında Boşnak kalmadı. Sancak'ın bile nüfus bazında yarısı buhar oldu gitti. Kosova hürriyetini kazansa da NATO bombardımanında tüm önemli fabrikaları zarar gördü ya da yok bahasına özelleştirildi.

Finans gücü yok denecek durumdadır Kosova'nın. Bir manda ülkesidir ve para birimi bile eurodur. Dünya tarihinde yeri doldurulamayacak bir başarı öyküsüdür Yugoslavya. 


Eski bir şarkıda bir Sırp, Aliya için "Sruşio si miran san" (Barışçıl bir rüyayı yerle bir ettin) der. Oysa bunu hepsi birlikte başardılar.

Aliya sadece bir kurbandı. Bir taraf zenginliği bölüşmemek için ayrılırken, bir diğeri de onu izledi. Bir diğer aptal onların üzerine yürüdü ve diğerleri de yeşil bayraklarla bir İslam devleti kurmak için meydanları doldurdu...

Boşnakların meydanları son doldurduğu an da bu an oldu. Sonrasında göç, katliamlar, soykırım... Ve yamalı bohça bir Dayton ülkesi...

İşte normal ve dengeli bir psikolojiden zivanadan böyle çıkıldı ve böyle delirdi insanlar. Rahat bir yerlerine battı demek de mümkün.

İnsanlar müreffeh dönemde demokrasinin nimetlerinden istifade ederlerken, bilinçaltlarında milliyetçiliklerini doyurur, aç kaldıklarında da bu kez milliyetçilikle doymak isterler.

Ama milliyetçilik insanları nadiren doyurur. Doyursa da onları mobilize etmek için Hitlerin ilk 5 senesi gibi bir refah dönemi ile doyurmayı seçer.

Sahtekarların ya da cepçilerin etrafa adam toplamak için ilk birkaç el oyunda para dağıtması gibidir.

Piramit yapılanmalarında ilk aylarda yüksek gelir elde edilmesi gibidir bu ve sonrası trajedidir.

Yükseltilmiş milli duyguların gerçeklik duvarına çarpması ile ortaya çıkan şeye bizler "Never Again" dönemleri diyoruz.

Pakistan da böyle kuruldu. Birçok uzmana göre Pakistan'ın Hindistan'dan ayrılması, özelde Hint Müslümanlarına, genelde ise İslam dünyasına İngilizler eli ile atılmış en ciddi kazıktır.

Hatta ülkenin kurucusu Cinnah'ın İngilizlere çalıştığını bile söyleyen vardır. En iyi niyetli eleştiriler ise Cinnah'ın İngilizlere çalışmadığını ama Bir İslam devleti kurma hayalinin İngilizlerce desteklendiğini ve bu konuda onun arzularının İngilizlerin arzuları ile örtüştüğünü belirtirler.

Son nüfus sayımına göre Hindistan'da Müslüman nüfus, yüzde 14,23 çıkmıştı. Yani 200 milyona yakın Müslüman ediyor bu.

Ama enteresan olan şu ki, Nüfus sayımında yanlış duymuyorsunuz "300 milyon insanın unutulduğu veya kasıtlı olarak hiç sayılmadığını" da açıklayan bağımsız kurumların raporları ortaya çıktı.

Bunların da muhtemelen çoğunluğu Müslümanlardı. Sizler, buna günümüzdeki Pakistan devleti ile Bangladeş devletini de eklerseniz ki her ikisi de 200'er milyonun üzerindedir ve ortaya çıkan şey, bir milyara yakın Müslüman demektir.

İşte Hindistan eğer hiç parçalanmasa yarıdan fazlası Müslümanlardan oluşan bir ülke olacaktı. Müslüman çoğunluklu bir süper güç. Bu hiç olmadı…


Ortaya çıkarılan "Pakistan" ideali için, Hint Müslümanlarının en verimli toprakları olan Delhi ve Haydarabad gibi ve Mysore gibi bölgeleri boşalttıkları ya da buraları Hindistan'a terk ettiklerini biliyor muydunuz?

Pakistan gibi yarısından fazlası çöl ve dağlık bir ülke için verimli Orta-Güney Hindistan Müslümanları asırlardır yaşadıkları tarihi topraklarını Hint egemenliğine teslim etmişlerdi.

Yugoslavya'da da savaştan önceki 40 yıllık dönemde CIA raporlarına göre Müslümanların her 10 senede yüzde 1 arttığı belirtiliyordu.

Yani 1960'ta Müslümanlar yüzde 22 ise, 1970'te yüzde 23, 1980'de yüzde 24, 1990'da yüzde 26 gibi. Yani şimdi muhtemelen yüzde 30'u aşan bir Müslüman bir Yugoslavya olacaktı.

Türkiye ile daha yakın ilişkilere sahip bir denge ülkesi. Balkanlarda Yunanistan'ın çekindiği ikinci ülke…


Ama bir şey daha vardı. Bu rakamlar 1980'den sonra yüzde 2'şer artışa geçmişti. Bu özellikle çok düşündürücüdür. Ekonomi de giderek mükemmele gidiyordu bu ülkede.

1947-72 arası dönemde her yıl yüzde 5 büyüyen Yugoslavya, en yüksek büyüme kaydeden ülkeler arasında yer almaktaydı.

İşsiz güçsüz insan bulmak ise neredeyse olanaksızdı. Herkesin mutlak bir işi vardı. Ülkedeki demiryolları 10 bin kilometrenin üzerinde idi ve 2000 kilometrelik kısmı elektrikli idi.

Karayolları ise Türkiye'nin 60 bin kilometrelik yoluna karşın, bizim dörtte birimiz kadar olan ve çoğu yeri dağlık Yugoslavya'da 96 bin kilometre olarak ölçülmüştür.

Oysa dörtte birimiz kadar olan bir ülkede 15 bin kilometre yol yeterli olmalıydı... Değil. Yugoslavya harika bir altyapı ile donatmıştı kendisini, en azından kendi imkanları ile. 

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Ülkemizde 1960'larda telefon sadece zenginlerin evlerinde varken Yugoslavya'da 911 bin evde telefon bulunuyordu.

Ev ve iskân sorunu da hiç yoktu. Her şehrin kenarında yükselen Yugoslav toplu konut mimarisi tarzındaki binalar halk için yapılıyordu.

Dünyanın bütün ülkelerine "vizesiz" seyahat edebiliyordunuz.

Günümüzde Yugoslavya'dan koparak ortaya çıkmış kaç devlet varsa hiç birisindeki aklıselim insanların yeni durumdan memnun olmadıklarını göreceksiniz.

Maceracı, dengesiz, bunak, her şeyden memnuniyetsiz ve her devrin adamı tipler müstesna... Bu tip ahmakları dinlemeyin.

Yugoslavya iyi bir devletti. Müslümanlara zulüm falan da anladığımız manada yoktu. Sadece ideologları çekemiyorlardı ki hiçbir Sosyalist ülke sosyalist ideoloji dışındaki ideologları çekemez.

Bu da sosyalizmin vadettiği sahte cennet ve hürriyetin sınıfta kaldığı noktadır. Nitekim Saraybosna duruşmaları ve Yücelciler faciası bunun bir örneği ve acı tecrübesidir. 


Çeçenistan'daki takkeli kukla diktatör Ramazan Kadirov zulmüne bakarak zulmün kelime manasını öğrenebilir zulüm kelimesi ile takıntılı olanlar.

Ama Kadirov diktatörlüğünde bile bir "huzur" ve "refah" söz konusudur. Kabul edelim ya da etmeyelim kötü kimselerin bazen iyi dönemler meydana getirdiği vakidir.

2000'lerin başında harabe halindeki Çeçenistan, erkek nüfusunun büyük kısmı sakatlanmış veya ölmüş, insanların çevredeki ülkelere kaçmakta olduğu bir ülkeydi.

Neredeyse Çeçen halk, yok oluşa gidiyordu. Sonra bir hain çıktı "Ahmet Kadirov" ve Ruslarla anlaştı.

Bu hain ve oğlu Ramazan Kadirov evet şüphesiz bağımsızlık düşüncesine ve silah arkadaşlarına ihanet ettiler ancak Çeçenistan'a nefes aldırdılar.

Kendileri hain oldu, kötü adam oldu ama Çeçenistan'ın altyapısı düzeltildi. Savaşın izleri neredeyse tamamen silindi. İnsanlar çocuk yapıyor, nüfus artıyor, dillerini yaşatıyorlar ve bacaları tütüyor.

Bağımsızlık bir başka bahara ertelenebilir. Böyle minör milletler önce nüfusunu, demografisini toparlamalıdır. Toparlıyorlar da. Bu sebepten bazı ülkelerde "hainleri" gerekli görüyorum.


Ukrayna gibi bir ülkenin de Rusya gibi bir düşmana karşı belki "kurtarıcı kahramana" değil bir "haine" ihtiyacı vardı.

Ülkesini bir Rus kuklası gibi savaştan uzak tutacak ama nüfusunu güçlendirecek, gönencini artıracak ve Rusya'nın zayıf anına dek uygun zamanı bekleyecekti.

Zulüm, evet, birçok yerde Müslüman toplumlara karşı acımasızca var ve hep oldu. Ama Müslümanların Müslümanlara zulmü de var.

Doğu Türkistan'da direniş olsa da olmasa da Çin'i yok etmeden orada bir kazanım mümkün mü sanıyorsunuz? Değildir.

Bazı coğrafyalar şanssızdır. Bu tür coğrafyalara ise birer "hain" gerekir. Hain kendisi tüm küfürleri toplar, tüm kötü adam rollerine kendisi girer, Putin tişörtü de giyebilir ama ülkesinde Rusya'nın parasıyla her tür büyük projeyi hayata geçirir.

Doğu Türkistan'da da bu hainler bölge Türklüğünü Çin'e karşı mücadele edebilecek tek silaha yani "nüfus çokluğuna" kavuşturabilirlerdi.

30 milyonlarda seyreden Uygurlar, 80'lerden, 90'lardan beridir fazla artamıyorsa sebebi Çin'in buradaki bu sıkı politikasıdır. 100 veya 150 milyonluk bir saha olsa durum çok daha farklı olabilirdi.

Nüfusun kendi kendine oluşturduğu bir caydırıcı güç algısı vardır. Örneğin uluslararası koalisyon, Irak boyutundaki bir ülkeye saldırdı ama İran boyutundaki bir ülkeye saldıramaz.

20-25 milyonun üzerindeki nüfusa sahip ülkelere kolay giremiyorsunuz. Çünkü askeri prensiplere göre asgari 3 kat fazla kuvvetle girmeniz gerekir.

Bu da "deployment" yani "savaş düzeni için kuvvetleri biriktirme" aritmetiğini bozar. Milyonlarca asker yığmalısındır bu tür ülkelerin sınırına. Sen bu kuvvetleri yığarken diğerleri de seni çiçeklerle karşılamayacak tabi.

Kısacası 25 milyonluk ülkeler ki bu 27 olur 23 olur 3 aşağı 5 yukarı bu nüfusta iseler kendilerine uluslararası bir askeri operasyon kolay kolay düzenlenemiyor. Nüfusunuz sizi korunaklı yapan da bir şeydir aynı zamanda.


Zulüm kavramı üzerine daha çok konuşulur. Bu konuda moralini bozmak isteyenler, Kırım'daki Tatarlara yapılan zulüm, Myanmar'da Arakan Müslümanlarına yapılan zulüm ya da Bulgaristan'da Pomak ve Türklere yapılan zulmü okuyabilirler.

Yugoslavya'nın Müslümanlıkla ciddi bir problemi de yoktu. Sistemi değiştirme riski olmadığı sürece... Sistemi değiştirmek isteyenlere bizde de ne yapıldığını biliyoruz.

Yugoslavya'da camiler açık ve ibadet serbestti. Sadece parti üyesi ve namazlı iseniz bir yere müdür olamazdınız o kadar.

En azından eski Türkiye kadar hoşgörülüydü o ülke... Bu konuda hakkı teslim etmek gerekir. Hatta İslam ülkeleri ile iyi ilişkiler kurmak için sıklıkla Müslüman büyükelçiler gönderiyordu Yugoslavya. 


1991'den itibaren eski Yugoslavya topraklarından Avrupa, ABD ve Avustralya gibi ülkelere toplamda 3,5 milyon insan göç etmiş.

Bunun yarısı ise Bosnalı Boşnaklar ile Sancaklı Müslümanlar ve Kosovalı, Makedonyalı ve Preşevalı Arnavutlar.

1950'lerden sonra Türkiye'ye göç edenlere gelince, Türkler için bir müsaade çıkarıldı ve bu kişiler hiçbir şekilde zorlanmadılar. Ortada bir göç antlaşması da yoktur.

Türk Büyükelçiliği ve Yugoslav İçişleri bakanlığı arasında mutabakat sonucu çoğunluğu Sancaklılar, bir kısım Tetova, Gostivar ve Üsküp Arnavut'u ile önemli oranda Makedonya Türkü, Türkiye'ye göç etmiştir.

Göç edenler adına hane başı hesapla Yugoslav devletince bir kısmının eline 200 cumhuriyet altını para verilirken sonraları bu para, Türk hükümetine ödenmiş ya da hiç ödenmemiştir.

Bu da kişilerin Yugoslavya'da bıraktıkları SGK'larına sayılması üzere ödenmiştir. Göç edenlerin bazısı bu paralardan nedense bahsetmez ama mobilyalarımızın içine altın koymuştuk diyerek geçiştirirler.

İlk gidenlere nakit verilen bu para, sonra devlete ödendi ve bu konuda isteyenler Yugoslav arşivlerinden ödeneklere ulaşabilirler.

E iyi ama hoca biz hiç almadık? Diyenler de vardır. Onlar da haklıdır zira büyük çoğunluğa hiç para verilmemiştir.

Öncekilere para verilerek ve iyi de para verilerek başlatılan furya, sonrakileri de etkilemiş ve masraf çoğalınca bu para verme olayının önü alınmıştır. Zaten amaca da ulaşılmıştır.

Göç ister teşvik, ister korkutma yolu ile olsun, nüfusu kaçırttığınız vakit ortada vatan denen şey yoktur. "Tekkeyi bekleyen, çorbayı içer" deriz. Kim vatanında kalırsa, o vatanda bir gün çoğunluk olur. Kosovalı Arnavutlar bunun en ciddi kanıtıdır. 


Miloşeviç'e atfedilen bir söz vardır. "UÇK (Kosova Kurtuluş Ordusu) militanlarını yenmek iş değildi ama bizler Arnavut analarını yenemedik" sözü çok manidardır.

Kaçırtsanız da katletseniz de ortada dinamik ve çoğalan bir millet varsa er geç coğrafyalarında egemen olacaklardır.

Herkes eleştirsin de Yugoslavya'yı Müslümanların eleştirmesi şimdiki durumda çok makul değildir. O ülke varken şu anda eski Yugoslavya topraklarında olmayan 2,5 milyon insan, topraklarında yaşıyordu ve birçok yerde çoğunluk halinde yaşıyordu.

Şimdi ise Balkan Müslümanlarının yarısı, çingene gibi Avrupa ülkelerine ve dünyaya dağılmış durumdadır. En iyi devlet, milletini ülkesinde tutan devlettir. En iyi rejim de milletinin topraklarında ekmek yemesini sağlayan rejimdir. 


Yugoslavya zulmü diye alışıldık retoriklerle TV'de konuşan bunak amcaların atladığı şey, zulümsüz dönemde bozulan ekonomik zincir ve dolandırıcıların idaresi ile yönetilen hükümetlerin işsiz bıraktığı kitlelerin Avrupa'ya önü alınmaz göçü ve bununla birlikte giden gençlik ve gelecektir.

Zulüm yukarıda da belirttiğimiz gibi Bulgaristan'daki Pomak ve Türklere, Kırım'daki Tatarlara yapılanlardır ve o boyutta bir şey Yugoslavya'da olmamıştır. 

Bu zavallı sözde uzmanların Yugoslavya'nın yıkılışının ardından boşalan köyler kadar göremedikleri bir diğer boş yer ise boşalan köyleri ve şehirleri görmeyen boş zihinleridir.

Birkaç duygusal kelam etmek için Yugoslavya gibi "kötünün gayet iyisi bir projeden", duygu dolu muhabbet çıkarıp insanları etkilemek için zulüm hikâyeleri devşirmek gerçekten hayal ürünü üretebilecek tiyatral kabiliyete sahip bir zihnin harcıdır. 

Bizler coğrafyacıyız. Arazideki insan yoğunluğunun yükselişini ve düşüşünü, nüfus dinamizmini ve nüfusa dair verileri yani Demografiyi baz alırız.

Entelektüel açıdan bakan hiç kimsenin Yugoslavya'yı özlemesi mümkün değil. Çünkü artık ömrünü doldurmuştu.

Doğu Bloku çöktüğü için ona da gerek kalmamıştı ve bu pahalı tampon ülkeyi yaşatmaya gerek duymayan erkler onun ipini çekmişlerdi.


Ama Yugoslavyalı olmasanız bile bu devletin Balkan yarımadasında bıraktığı siyasi boşluğu fark etmek zor değil. Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı, bitti... Asla da geri gelmeyecek.

Eğer maksat daha kalıcı bir şey meydana getirmekse bu da Yugoslavya modeli ile mümkün. Ama Yugoslavya'da sosyalizm nosyonu vardı.

Şimdi sosyalizm artık sadece bir ansiklopedik konudur ve hayatın gerçeklerine zıttır. Farklı, bambaşka bir şeyin ihtiyacı var ve bu parçalı coğrafyada…

Coğrafyanın kendisi birleşemediği sürece hiç bir şekilde geleceği yoktur. Yugoslavya dediğimiz ülke neleri üretiyordu?

Otomobil, Uçak, Gemi, Kimyasal maddeler, Demir çelik, her nevi ağır silahlar, televizyon ve akla gelen her şey.

Mütevazı bir Yugoslav ailesi, geliri ile gayet müreffeh bir hayat yaşarken, yazların bir kısmını tüm Türkiye'yi güzel otellerde kalarak geçirebilirdi.

Alplerden ve Akdeniz'den sıkılır da farklı ülkelere gitmek isterseniz yine alım gücünüz hiç fena değildi ve orta halli biri olarak yurtdışı gezilerinde türlü imkânlara sahiptiniz.

Okul gezilerinde yurtdışı seyahatlere götürülen gençlere dünya bilgisi öğretilir, gençler Türkiye, İtalya, Irak ve Hindistan'a kadar otobüslerle götürülürdü.

Yugoslav futbolcular dünyada efsanelere imza atar, Olimpiyatlarda Yugoslavya mutlak önemli sayıda madalya kazanır ve Eurovision'da da genellikle ilk başa oynardı.

Yugoslavyalı akademisyenler gittikleri ülkelerde saygı görürler, Yugoslav üniversiteleri ilk beş yüz içerisinde en az 10 üniversite ile yer alırlardı.

Ve yukarıda da belirttiğimiz gibi hiç bir dünya ülkesi Yugoslav pasaportundan vize talep etmezdi. Evet. Yanlış duymadınız.

Yugoslavya vatandaşları dünyada hiç bir ülkenin vize istemediği tek pasaporta sahiplerdi ve tüm dünyada vizesiz dolaşabiliyorlardı.

Hem öyle "gap-gâvur" bir ülke de değildi Yugoslavya. 1985 itibarı ile tüm ülkede çoğu Osmanlı döneminden kalan, bir kısmı ise (800 kadarı) Libya ve Suudi Arabistan tarafından inşa edilmesine müsaade edilmiş 3 bin camii faaliyette idi ve bakımları da yapılmaktaydı.

1985 yılında Zagreb'de açılan camii de Suudi parasıyla açılmış ve ülkedeki Müslümanlara hediye edilmişti. Son olarak, Avrupa'daki tek İslam bilimleri okulu da Saraybosna'da bulunuyordu.

Fesin ülkede hiçbir zaman yasaklanmadığını ve 90'lara dek fesle gezenlerin olduğunu da belirtmekte fayda var. Yani kılık kıyafet devrimi, bizdeki manada yapılmamıştı.

Yugoslavya zulüm devletidir diyen ve Yugoslav zulmünden bahseden kişi, divane değilse tribüne oynayan biridir. Değilse hastadır.

Varsa şekerine, yoksa ateşine baktırmalıdır. Ama yok olup gitmiş bir ülkenin nostaljisti olarak yaşayanlar da son hızda PC'lerin çıktığı bir dönemde Commodore 64 K kullananlara benzer.


Türkiye gibi bir ülkeden de efendim yok "eyalet" yok "yerel özerklik" tarzı Yugoslavya'lar çıkarma sevdasında olanlar da bu ülkenin akılla kurulduğunu ve o toplara girmeyeceğini iyi bilmelidir.

Ayrıldıkça ekmekler bölüşülmüyor. Ayrılıyor, um ufak oluyor. Birleştikçe ise büyük bir ekonomik çevrim alanı meydana getiriyorsun. Şu anda birleşen milletler kazanıyor.

Aramızdaki tüm uzlaşmazlıklar ve geride kalmış sıkıntılara rağmen Arap ülkeleri ile de ortaklıklar kurmak için geç değil.

Fransa ve Almanya savaş baltalarını gömmüşken bizim hala Lawrence aşağı Sisi yukarı muhabbetler etmemiz eski kan davalarına yenilerini eklemekten öte sonuç vermez.

Onlarda ekonomik açıdan büyük kaynaklar, Türklerde ise bu saha için konuşacak olursak yaklaşık bin yıllık kesintisiz devam eden bir egemenlik ve güç var.

Güçlü olmak Türk'ün kaderi ve yükümlülüğü ama bu gücün devamı için üretim yapmak ve üretilenleri de satmak gerekiyor ve bunu da arsa ile vatandaşlık karşılığı evle yapmadan, doğru dürüst ve onurlu şekilde yapmak gerekiyor. 

Büyük ekonomik rezervler ve egemenlik bir araya gelirse çok şey yapılır. Bu sebepten çok şey yapmamız şart. Azdan az, çoktan çok gidiyorsa madem, bilelim ki zaman bizden çok şey götürdü.

Öyleyse geri kazanmamız gereken çok şeyin telafisi için baltaları gömeceğiz. Tüm coğrafya buna mahkûm ve onlar da bunu görüyorlar. Mümkünse onların gördüğünden daha geniş boyutlu görelim artık.

Tahıl krizinin global ölçekte dünyayı sallayacağı günlere geliyoruz. Su, her zamankinden daha önemli ve Ortadoğu coğrafyasında sular, Nil hariç genellikle Kuzeyden güneye akmaktadır.

Bu da demektir ki, politika, suyun kaynağında yapılır. O kaynağı elde tuttuğumuz sürece, zaman bizden yanadır. Petrol biter, gaz biter. Ama su, dünya döndükçe, bulutlar dolaştıkça bizim üzerimize akacak.

Çünkü coğrafyamız şanslıdır. Bu şansı Okyanuslara dek bir "denge" politikası ile karşılıklı kazan-kazan noktasında çıkar paylaşımına inandırabilirsek, dini değil, kültürel de değil, bölgesel bir ekonomik alan meydana getirmek zor değil. Zoru başarmış ve zordan var olmuş bir milletiz.

Bunu da yapabiliriz.

Saygılar.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU