Uzun bir aradan sonra kitap ve yazar tanıtımlarıma devam ediyorum.
Tekrar etmek gerekirse 'Kitaplığım' serisinde, kitapları ve yazarları okuyucu ile bulaştırmayı hedeflemekteyim.
Şunu eklemem gerekir, doğrudan, yapılandırılmış ve belirli bir sürekliliği içeren soruları muhatabıma yöneltmiyorum.
Genellikle ve amiyane tabiriyle aklıma eseni soruyorum.
Şimdi gelelim yeni kitap tanıtımımıza ve onun yazarına.
Robert Schild sayısı bir elin parmağını geçmeyen Türk Aşkenaz cemaati üyesi Yahudilerden birisi.
Türkiye'de Yahudilik çoğunlukla Sefarad Yahudiliğinin kültürel, dinsel ve toplumsal hakimiyeti altında.
Bu sebeple Aşkenaz olma durumu esasında azınlık içinde azınlık halini imliyor.
Schild'in kaleme aldığı "Savunmanın Son Çaresi: Gülmek; Aşkenaz Mizahında Gezintiler" kitabı bizlere Avrupa'da türlü dışlama ve şiddet pratikleriyle bireysel ve kurumsal düzeylerde karşılaşan Aşkenaz Yahudileri'nin bu açmazlara yanıtlarını mizah olduğunu anlatıyor. Gelin hep birlikte bunları Bay Schild'den dinleyelim.
"Aşkenaz Yahudiliği kültürü ile yetiştim"
Robert Bey, kısaca kendinizi okuyucularımıza tanıtır mısınız? Robert Schild kimdir?
Babam tarafından Avusturya, annem tarafından ise Ukrayna kökenli olup, 1950 İstanbul doğumluyum. Evde Almanca konuşuluyordu, keza Aşkenaz Yahudiliği kültürü ile yetiştim. Alman Lisesi ve İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi tahsilinden sonra Linz Üniversitesi'nde Uluslararası Pazarlama konusunda doktora tezimi vererek, bu çalışma ile Avusturya çapında düzenlenmiş bilimsel bir yarışmada birincilik aldım... 1975 yılında Türkiye'ye dönerek 40 yıl boyunca demir-çelik sektöründe çalıştım. 2017'den bu yana dönüşümlü olarak İsrail, Avusturya ve Burgazadası'nda yaşamaktayım.
Üniversite yıllarımda Yeni Gazete ve Cumhuriyet, 2000 yılı sonrasında ise birçok gazete ve dergide (örn. Şalom, Milliyet Sanat, Cumhuriyet Kitap, Radikal Kitap, Hürriyet KitapSanat, Radikal İki, Cumhuriyet Dergi ve Paros ile YKY'nın kitap-lık, Tarih Vakfı'nın İstanbul ve Toplumsal Tarih dergilerinde) yazılarım yayımlandı. Ayrıca Frankfurter Allgemeine ve Viyana'da Die Presse gazetesi ile çeşitli pazarlama dergilerinde makalelerim ve ABD University of Illinois'ın çıkardığı Export Marketing: Lessons From Europe kitabında bir araştırmam basılmıştır.
Şalom gazetesindeki yazılarımı derlediğim Değinmeler (2000); başkalarıyla birlikte Aşkenazlar (2000); Yahudi Mizahı'nı konu edinen Savunmanın Son Çaresi: Gülmek (2014); etnografik bir çalışma olan Canlı Bir Etnografik Müze: Burgazadası (2021) ve bir öykü demetini oluşturan Stefan Zweig'ın Veda Mektubu (2022) başlıklı kitaplarım yayımlandı, ayrıca Türkiye ve Avusturya'da bazı kitapların editörlüğünü yaptım. Projesini oluşturduğum Yakın Ada Uzak Ada Burgazada belgeseli 2005'de ntv'de gösterildi; bundan öte İstanbul Açık Radyo'da Caz ve Klezmer müzikleri hakkında program dizilerim yayımlandı.
Tiyatro Eleştirmenler Birliğinin Oyun dergisi ve 2003'den yazmaya başladığım Tiyatro dergisi ile devamı sayılan www.tiyatrodergisi.com.tr portalında halen tiyatro eleştirilerim yayımlamakta olup, aynı derginin yayın kurulu üyesiyim.
"Yiddiş kökenli çeşit çeşit fıkra koleksiyonları ve araştırmalar..."
Aşkenaz Mizahı hakkındaki bu ilginç kitabı yazma fikri nasıl ortaya çıktı?
Odessa doğumlu anneannem ile birlikte yaşadığımız evde, çocukluğumun ilk yıllarından başlamak üzere Yiddiş dili kulağımda, Aşkenaz mizahının yarattığı gülümseme dudaklarımda büyüdüm. Derken 1960'li yıllarda bir yurtdışı seyahatinden babam, o dönemin işitsel medyası olan 33 devirli bir plak üzerinde yirmiye yakın "Jiddische Witze" getirdi. Ben de bu fıkraları onlarca değil, yüzlerce kez dinledim durdum. Ardından da gelsin kitaplar, Scholem Aleychem'in, Yitzhok Leib Peretz'in, Mendele Moykher Sforim'in öykü ve romanları, Yiddiş kökenli çeşit çeşit fıkra koleksiyonları ve araştırmalar, incelemeler...
Bundan on yıl kadar önce, değerli dostum İrvin Mandel'in önerisiyle www.minidev.com portalının "Farklı Renkler, Farklı Kültürler" bölümünün "Yahudi Kültürü" sayfasını düzenlemeye başlarken, her hafta 3-5 Aşkenaz fıkrasını Türkçe'ye çevirip orada yayımlamaya koyuldum. İtiraf etmeliyim ki, internet serüvenim çok uzun sürmedi. Ancak altmışları bulmuş bu fıkra dağları, onları günün birinde genişleterek bir kitapçık olarak daha geniş okur kitlelerine sunma fikrine yol açtı.
Böyle bir çalışma, Türkiye'de bir "ilk"i oluşturacaktı! Yayıncımın önerisiyle, bu fıkralar demetinin yanı sıra Askenazların kimler olduğunu, mizahlarının neyi amaçladığını ve bu halkın etnik öykü dağarının arkasında nelerin bulunduğunu da tanıtmaya calışan bir kitap oluştu.
"Türkiye'de yaşamakta olan Yahudi hekim, üst düzey memur ve yönetici ile büyük tüccarların çoğu, Aşkenaz kökenliydi"
İstanbul Sefarad ve Aşkenaz kültürü arasında temel farklılıklar nelerdi?
Şurası kesindir ki, 1492 yılında Osmanlı topraklarına ayak basan İspanyol Yahudilerinin (Sefaradların) hatırı sayılır bir bölümünün, kovuldukları ülkenin eğitim olanaklarından yararlanmış olarak, belirli kültürel birikimleriyle entelektüel oluşumları vardı. Aralarında hekimler, hahamlar, düşünürler ve değişik dallarda bilim adamları bulunuyordu. Kimileri ise çeşitli zanaatlarda (örn. matbaacılık, dericilik vbg) uzmanlaşmıştı. Bunlar, Osmanlı'da yaşamakta olan Romanyot ve Karay Yahudileri ile büyük kentlere az sayıda rastlanan Aşkenazlardan bu konularda üstündüler. Ne var ki, Osmanlı'daki cılız eğitim olanakları ve bu imparatorlukta bir "aydınlanma" döneminin olmaması, gelen yüzyıllar boyunca özellikle kültürel alanlarda geri kalmalarına yol açtı. O dönemlerde ülkeye gittikçe artan sayıda göç eden Doğu Avrupalı ve Rus Yahudilerinin (Aşkenazların) eğitim düzeyleri orantılı olarak daha yüksekti; kimi zanaatlarda da (örn. terzilikte) neredeyse hakimdiler. Bu dengesizlik, 1860'larda Osmanlı'nın Ortadoğu ve ardından kimi Anadolu kentlerinde kurulmaya başlanan "Alliance Israelite Universelle" okullarının mezunlar vermesiyle değişmeye başladı.
Öte yandan, 19. Yüzyılın ilk dönemlerinde gelişen bu "taze" Sefarad entelektüelizmine rağmen, o yıllarda artmakta olan Rus Yahudilerinin özellikle Dersaadet'e yerleşmeleri ve ardından gelmeye başlayan Prusya ile Habsburg İmparatorlukları'ndaki dindaşlarının varlığı, oluşmakta olan dengeyi yeniden Aşkenazların lehine çevirmeye başladı. Bu gelişim, özellikle Nazi baskısından sıyrılıp Türkiye'ye gelebilmiş beyaz yakalı göçmenler ile genç Türkiye Cumhuriyeti'nin özendirdiği Alman/Avusturyalı Yahudi bilim adamlarının İstanbul ve Ankara üniversitelerine akın etmeleriyle hızlandı. Bu bağlamda, 20. Yüzyılın ortalarına doğru Türkiye'de yaşamakta olan Yahudi hekim, üst düzey memur ve yönetici ile büyük tüccarların çoğu, Aşkenaz kökenliydi. Ne var ki, yüzyılın ikinci yarısından başlamak üzere yüksek tahsilli Sefarad gençleri, bu meslek ve konumlarda ağırlıklarını hisettirmeye başladılar. İlerleyen yıllarda bu iki halk grubu arasındaki sıkça görülen karma evliliklerde de genellikle Sefarad gelenekleri ağır bastığından, keza birçok Türk Aşkenazı'nın başka ülkelere göç etmesiyle, günümüzdeki Türk Yahudileri arasında öne çıkan yukarıdaki meslek gruplarında bulunanlarla yazar, sanatçı, avukat ve bilim adamlarının hemen tümü Sefarad kökenlidir.
Bu gelişime koşut olarak, Türkiye'deki Sefaradların sosyal ilişkilerinde olduğunca "şarklı" özellikler taşıdıklarını, Aşkenazların ise göreceli olarak daha içlerine kapanık bir yaşam sürdürdüklerini, batı ülkeleri geleneklerine daha çok bağlı olduklarını, yeme-içme alışkanlıklarının da o kültürlere yakın olduğunu, Sefarad mutfağının ise apaçık biçimde Ege ve Akdeniz ekolüne yaklaştığını belirtebiliriz.
"Mizah, savunmasız olanların son silahıdır"
Kitabınızın başlığı bence çok ilginç. "Savunmanın Son Çaresi: Gülmek". Bunu biraz açabilir misiniz?
1905 yılında yayımladığı mizahın algılanması hakkındaki önemli çalışması "Fıkra ve Bilinçdışı İle İlişkisi" kitabıyla bu konuyu irdelemiş olan Sigmund Freud'un şu deyişi, Yahudi mizahının belki de asal kökenini açığa çıkarıyor: "Mizah, savunmasız olanların son silahıdır". Bu tanımı getirmiş olan ruhçözümü biliminin kurucusu Avusturyalı ünlü psikanalist, kendisinin de bir üyesi olduğu Yahudi toplumunun önemli bir özelliğine parmak basmış. Bu halk topluluğunun, onu çoğu kez hor gören ortamlarda ayakta kalabilmek için belki de şu üç ana "kurtuluş" seçeneği vardı: Ya kaderlerine boyun eğip bir çeşit ikinci sınıf vatandaş olarak yaşamlarını sürdürecek veya Yahudiliği terk edip Hristiyanlığa "sığınarak" değişik bir teslimiyet denemesine girişecekler ya da mizah yoluyla "başkaldıracaklardı"!..
İşte Freud'un bu özdeyişini kitabımın başlığı olarak kullanmayı düşünmüşken, yayımcım silah sözcüğünü oldukça "faşist" olarak nitelendirmiş (ki doğru bir saptamadır!), kitaba "Savunmanın Son Çaresi: Gülmek" adını önermişti.
"Yahudi mizahında mazoşizm var mı?"
Bilinmektedir ki, Aşkenaz Yahudileri yaşadıkları coğrafyalarda türlü baskılara maruz kalıyorlardı. Bu derece yoğun dışlama pratiklerinin görüldüğü bir coğrafyada nasıl oluyor da mizah yükselebildi sizce?
Çok ilginç bir ikileme değindiniz! Ortaçağ'dan başlamak üzere Almanya, Avusturya, Doğu Avrupa ve Rusya'da yaşamakta olan Aşkenazlar, çoğu kez şiddetli bir Yahudi düşmanlığı ile karşı karşıyaydılar. Bu coğrafyalarda görülen antisemitizm, her daim bireysel olarak dışa vurulmaktan öte, zaman zaman halk hareketlerine, özellikle Çarlık Rusyası'nda görülen pogromlara ("yakmak/yıkmak" ile eşdeğerdeki bir Rusça sözcük) dönüşmekteydi. İşte bu durumlar ile karşı karşıya kalan Aşkenaz Yahudileri, bir önceki yanıtımda da altını çizdiğim, Freud'un ölümsüzleştirdiği "Mizah, savunmasız olanların son silahıdır" deyişinde açığa çıkardığı gibi, karşı çıkamadıkları olayları ince, kimi zaman felsefi, kimi zaman kara mizah ile yorumlamaktan başka çare bulmuyordular! Kitabımda bu ikileme uzun uzun değiniyor, değişik fıkra örnekleri veriyor, dahası, "Yahudi mizahında mazoşizm var mı?" sorusuna kadar varıyorum...
Bu bağlamda, birçok kimsenin yanıtlamakta zorlandığı şu soruya da kısaca parmak basmak isterim: Yahudi Mizahı hakkındaki uluslararası kitaplar, niye sadece Aşkenaz örnekleriyle yetiniyor? Bunun yanıtı aslında çok açıktır: 15. Yüzyılın sonunda İspanya'da birden hortlayan Yahudi düşmanlığı sonucu, büyük çoğunlukla Osmalı topraklarına sığınan Sefaradlar, orada hemen hemen hiç bir antisemitizm ile karşılaşmamışlar ve dolayısıyla az önce değindiğim "savunma mizahı"na gerek duymamışlardır! Daha sonraki yıllarda Sefarad Mizahına atfedilen "Djoha" fıkraları ise, aslında Yahudiliğe değil, (tarihçilerin halen tartışıltığı) Farsi/Azeri/Selçuk kökenli Nasreddin Hoca'ya dayanır.
Şalom gazetesinin iki karikatüristi Aşkenaz kökenlidir
Merak ettiğim bir diğer konu, Türkiye'de sayıca az olan Aşkenazlar arasında mizahın canlı olup olmadığı.
Bu sorunuza pek de olumlu bir yanıt veremeyeceğim, Gökhan Bey. Zaten Türkiye'de kaç Aşkenaz kaldı ki? Onların da mizahı, çağdaş konular ile sınırlıdır, bildiğim kadarıyla. İstanbul Aşkenaz toplumu ile yıllar boyu oldukça haşır-neşir kaldım, ancak onlarda geleneklerini yaşatmak konusunda bazı kıvılcımlar görülmüş ise de, özellikle atalarının mizahını açığa çıkarmak yönünde pek bir çaba görmedim, doğrusu. Türk Sefaradları bu konuda daha etkin, çok ilginçtir. Onlar "Djoha"ya daha çok sahip çıkıyorlar! Öte yandan şunu belirtmeden edemiyorum: İstanbul'da halen yayımlanan haftalık Şalom gazetesinin iki karikatüristi de İzel Rozental ve İrvin Mandel dostlarım, Aşkenaz kökenlidir!
Arzu ederseniz yavaş yavaş Türkiye'de yaşayan veya yaşamış Aşkenaz toplumuna gelelim. Kimdir Türkiye Aşkenaz Toplumu? Bunu biraz tarihsel biraz da güncel durum içerisinde paylaşmanız mümkün mü?
Bu kısıtlı satırlarımızda Türkiye Aşkenazlarının doyurucu bir tarihi topoğrafyasını çizmem olası değil; bunun için 2000 yılında, Galata'daki Aşkenaz Sinagogu'nun 100. Yıldönümü için iki değerli arkadaş ile yayımlamış olduğumuz bir çalışmayı salık verebilirim (E.Frayman/M.Grosman/R.Schild: Aşkenazlar – Yüksek Kaldırım'da Yüz Yıllık Bir Sinagog; Tiryaki Yayınları).
Hemen şunu belirteyim ki, 1492 oluşmuş Sefarad göçlerinden daha önce Doğu Avrupa'dan o zamanların Bizans İmparatorluğu'na göç etmiş, ardından ise Osmanlıların Trakya ile Orta Anadolu'yu fethinden sonra oralarda Avrupa'dan daha uygun yaşam koşullarına kavuşmuş olan Aşkenaz Yahudileri, bu toprakların daha eskileri sayılır.
Aşkenazlar, özellikle 13. ve 14. yüzyıllar boyunca Almanya, Fransa ve Macaristan'daki çeşitli Yahudi düşmanlıkları ve sürgünler sonucu gittikçe artan sayılarda Osmanlı topraklarına göç etmişlerdi. Buradaki yönetim ile uyum içinde yaşayan bu halk topluluğuna herhangi bir meslek kısıtlaması getirilmemiş olmakla birlikte, çoğu ticaret ve küçük zanaatları seçmiş, ancak aralarından, örneğin Saray'da da görev almış birçok saygın hekim gibi bilim adamları da yetişmişti. Aşkenazların en yoğun bulundukları kent olarak Edirne bilinir. İşte burada 1454 yılında, ilginç bir mektup kaleme alınmıştı: Frankfurt asıllı Haham Isaak Tsarfati, Avrupa'daki Yahudi cemaatlerine gönderdiği ve "Burada herkes, kendi incir ağacının ve asmasının altında huzur içinde yaşayabilir…" tanımlamasını da içeren tarihe geçmiş bu mektubuyla Avrupa Yahudilerini Osmanlı topraklarına yerleşmeye çağırır.
"İstanbul Aşkenazlarının "altın yılları" olarak tarihe geçmiştir"
1526 Budin Fethi sırasında Kanuni Sultan Süleyman'a yardımcı olmuş Macar Yahudisi Salamon Eskinazi ile ailesine yönelik, Padişahın "Almanlar Fermanı" adıyla anılan bir vergi muafiyeti jesti sonucu, başta Macaristan Aşkenazlarının Osmanlı'ya göç etmesi hızlandı. Onları, haksız bir iftira sonucu ülkelerinden kovulan Bohemya Yahudileri izledi. Öte yandan, 17. Yüzyıl boyunca esir tüccarlarının eline düşmüş yüzlerce Aşkenaz genç erkek ve kadın, özellikle Dersaadet (eski İstanbul) Yahudileri tarafınca satın alınıp, özgürlüklerine kavuşturularak bu kente yerleştirildiler. Daha sonraki yıllarda ise gerek Polonya, Moldavya ve Ukrayna bölgelerindeki sefil yaşamlarını terk etmek isteyen, gerekse 1880'li yıllarda Rusya'da baş gösteren pogromlardan kaçan binlerce Aşkenaz, başta Dersaadet'e akın ettiler. Bu arada, Almanya ve Avusturya'da da Yahudi düşmanlığının gittikçe artması sonucu, bu ülkelerin çeşitli kentlerinden bazı aileler, daha huzurlu bir ortam bulacaklarını inandıkları Dersaadet'e yöneldi.
Bunca değişik ülkelerden gelen ve birbirlerinden oldukça farklı ortamlar ile kültürel altyapılara sahip olan tüm bu Aşkenaz göçmenleri, bir arada yaşadıkları İstanbul kentinde ayrı bir kümeleşmeye gideceklerdi kuşkusuz... İşte, daha çok kırsal bölgelerden gelen Moldavya ve Ukraynalıların yanı sıra, küçük zanaat sahibi olan Rus ve Polonyalılar, öte yandan Orta Avrupa kentlerinden gelen ve çoğu okumuş Alman ile Avusturyalı Yahudiler, ayrı cemaatlerde ve sinagoglar etrafında toplanmışlardı. Meslekleri de değişikti – meyhaneci, celep veya terziden, tüccar ve ithalat mümessiline, şirket veya banka müdürüne, hatta Sultan II. Abdülhamit'in özel dişçisine kadar… Bu arada, Galata'daki genel evlerin bazılarını da özellikle Kırım'dan gelmiş olan kimi Aşkenaz çetelerinin işlettiğini de belirtmeden edemiyorum!
1900 yılında, başta Almanca eğitim veren Goldschmidt Lisesi'nin müdürü, ancak aynı zamanda yeni kurulmuş büyük Yüksek Kaldırım Sinagogu'nun hahamı olarak Almanya'dan davet edilen Dr. David Markus İstanbul'a gelir. Felsefe ve teoloji konularında eşdeğerde donanımlı olan bu önemli şahsiyet, aralarında kavgalı olan değişik Aşkenaz fraksiyonlarını kısa bir süre içinde tek bir cemaat çatısının altında birleştirmeyi başardı. 1901'de "Hilfsverein Deutscher Juden" = "Alman Yahudilerinin Yardım Derneği"ni kurarak, yoksul Aşkenazlara ve kötü yola düşmüş kadınlara destekte bulunmasını örgütledi. Anadolu yakasında Messila Hadaşa olarak bilinen bir ziraat okulunun oluşturulmasını sağladı, keza Galata'daki Musevi Lisesi'nin kuruluşuna da etkin biçimde katıldı. Kentin Yahudi yaşamına bunca değerli katkılarda bulunan Dr. Markus'a 1908 yılında Hahambaşı Moşe Levi tarafından "Aşkenaz Hahambaşısı" ünvanı verilecekti ki, bu atama daha sonraki yıllarda bazı karışıklıklara neden olacaktı... Ancak şurası kesindir ki, Dr. Markus'un etkin olduğu dönem, İstanbul Aşkenazlarının "altın yılları" olarak tarihe geçmiştir.
"İstanbul'da yaşamakta olan Aşkenazların sayısı birkaç yüzü geçmiyor"
Şu an sanırım küçük de olsa, bir Aşkenaz Cemaati var İstanbul'da. Hatta Sinagog'un başında Rav Mendy Chitrik var. Biraz bu konuları açabilir misiniz?
İstanbul'da yaşamakta olan Aşkenazların sayısı birkaç yüzü geçmiyor ve günümüzde bunların neredeyse tümü, Aşkenaz-Sefarad evliliklerin çocuklarıdır; dahası, onlar da birer Sefarad eş ile evlidir. Buradan hemen anlaşılıyor ki, Aşkenaz kültür ve gelenekleri gittikçe erozyona uğramakta. Bu ne demektir? Kendilerine halen "Aşkenaz" dedirten kişilerin hemen hiç biri, evlerinde Almanca veya Yiddiş öğrenmemiştir ve soyadları "...mann" veya "...stein" ile biten (nüfus kayıtlarında "...man" veya "...ştayn" yazan) bu kişilerin yaşam tarzlarında Aşkenazlığın neredeyse hiç bir izi kalmamıştır.
Bundan öte, İstanbul Aşkenazlarının günümüzde ikamet ettikleri semtler Galata'ya oldukça uzak kaldığı için, zaten de pek dindar olmayan bu halk kesimi, Yüksek Kaldırım'daki sinagoga çok çok dini bayramlarda uğrar. Ancak buna rağmen kentteki Aşkenaz Cemaati, özellikle bu sinagogun ayakta kalması için büyük çaba gösterip masraftan kaçınmıyor, keza yine Galata'da bulunan eski "Terziler Sinagogu"nu (Schneidertempel) 1998 yılında restore ettirerek bir sanat galerisine çevirmiştir. Haham Mendy Chitrik, özellikle Purim ve Hanuka bayramlarında başta çocuklara olmak üzere, kentteki tüm Yahudi ahalisine yönelik büyük çaptaki etkinlikler düzenliyor, zaman zaman yurt dışından kimi sanatçıları İstanbul'a getirtiyor.
Azınlık içerisinde (Yahudi Toplumu) azınlıksınız (Sefaradlar içerisinde Aşkenazlar). Kültürel farklılaşma sizce Türk Yahudi Toplumu'nda genel olarak temsil ediliyor mu?
Ne yazık ki, hayır... Az önce açıklamaya çalıştığım gelişmeler soucu, Aşkenaz kültür dağarı hemen hemen hiç bir şekilde açığa vurulmuyor artık... Bunun bildiğim kadarıyla tek istisnası, bazı dostların Schneidertempel Sanat Merkezi'nin üst katında kalıcı bir "Aşkenazlar" sergisi düzenlemiş ve bu konuda "askenaz.org" web sitesini kurmuş olmalarıdır.
"Emek harcadım ve bunu büyük keyif alarak çok da severek yaptım"
Bildiğim kadarıyla, bizzat siz de iki binli yılların başlarında Aşkenaz Kültürü'nün bilinmesi ve anılması konusunda birçok etkinlik düzenlediniz. Bunlardan da kısaca söz edebilir misiniz?
Doğrudur; Türkiye'de yaşadığım 2017 yılına kadar, bu konularda elimden geldiğince emek harcadım ve bunu büyük keyif alarak, çok da severek yaptım. Örneğin, gerek İstanbul'daki Alman Goethe Enstitüsü, gerekse Avusturya Kültür Ofisi ile işbirliklerinde bulunarak, o ülkelerden değişik Klezmer Müziği topluluklarını getirtip sinagoglarımızda konserler verdirdik. Yüksek Kaldırım Sinagogu'nda iki yılda bir anılan Holokost Günü için yine yurt dışından kantor'lar (hazanlar) ve değerli konuşmacılar getirttik. Bunun yanı sıra, sizin de söyleşimizin başında tanıtmak inceliğinde bulunduğunuz Aşkenaz Mizahı konusundaki naçiz kitabım hakkında İstanbul'daki tüm Yahudi derneklerde sunumlarda bulundum.
Peki, siz bugün de bu konularda faal mısınız?
Son yıllarda Türkiye'de ancak yaz aylarında bulunduğum için, oraya yönelik bir etkinliğim yok artık. Ancak oradaki Aşkenaz geçmişini bazı yabancı medyalarda tanıtmayı sürdürüyorum. Örneğin, Viyana'da yılda dört kez yayımlanan nitelikli bir kültür dergisi olan "David"de bu konularda yazılarım çıkıyor, keza geçtiğimiz yıl içinde Viyana Üniversitesi Türkoloji Kürsüsü'nün Yahudiler hakkında düzenlediği bir seminerde Türk Aşkenazlarını konu alan bir konferans verdim. 2019 yılında ise Berlin Yahudi Müzesi'nin bu konuda düzenlediği bir etkinlikte bir sunumum oldu. Gene Viyana'da yayımlanan Avusturyalıların İstanbul'daki ayak izlerini konu alan bir kitapta ("Österreich in Istanbul"; 2016) Avusturya kökenli Yahudiler hakkındaki bölümü kaleme aldım.
Bütün bunları konuştuktan sonra, Türkiye Aşkenazları'nın geleceği hakkında ne gibi öngörülerde bulunabilirsiniz?
Aman ne olur, Gökhan Bey, bu güzel söyleşimizi üzücü bir öngörü ile bitirmeyelim!..
Teşekkür ederim, Robert Bey...
Ben de ilginize ve bana bu konuda yer ayırdığınıza...
© The Independentturkish