"Geçmiş değil, bugün gibi yaşıyorum hâlâ seni..."

Prof. Dr. Uğur Batı ile Serda Kranda Kapucuoğlu, Independent Türkçe için Nazlı Eray ile konuştu

Kolaj: Independent Türkçe

Geçmişi, geleceği ve şu anı iç içe yaşıyorum. Benim için geçmiş, gelecek kadar heyecan verici ve şu an kadar gerçek.  O çizgiyi hiçbir zaman çekmiyorum. Çünkü yazdıklarım geçmiş değil, hayatın ta kendisi.


Independent Türkçe'deki edebiyat sohbetlerimize Nazlı Eray ile devam ediyoruz.

Daha önce belirtmemiş olabiliriz ama burada röportaj yaptığımız tüm Türk yazarların isimleri, kendi içimizde gerçekleştirdiğimiz okur anketleriyle belirlendi.

İlk listemiz üzerinden birkaç hafta daha devam edeceğiz. Yaklaşık 50 kişinin katılımıyla topladığımız anketlerde ismi en çok anılan yazarların başında geliyor Nazlı Eray.   

Yaşları 30 ila 65 arasında değişen bu okurların Nazlı Eray sevgisinin sebeplerini düşünmeden edemedik. Çünkü bize kalırsa Nazlı Eray, Türk edebiyatında eşi olmayan bir yazar.

Onun hakkında duyacağınız cümleler genelde birbirine benzese de hepsi gerçek: "Büyülü gerçeklik ustası", "Lunapark gibi bir anlatı dünyası", "Renkli ve coşkulu", "Yazdığı her şey bir rollercoaster yolculuğu gibi."

Ancak bu tanımlar, onu farklı kılan özelliklerin sadece yüzeyine dokunuyor.

Nazlı Eray'ı gerçekten özel ve önemli kılan şey, eserlerinin sadece birer kurmaca dünya değil, aynı zamanda onun süptil parçalarının bir yansıması olması.

Onun belleğinde geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman bir balık ağı gibi iç içe geçmiş durumda. Bu algı, yazdıklarının temelini oluşturuyor.

Everest Yayınları etiketiyle 2024 Mayıs ayında okurlarla buluşan "Hayatımın Müsveddesi" ise otobiyografik bir anlatı olarak bu çok katmanlı zaman algısını en iyi hissettiren kitaplarından biri.

Eray, sadece yazılarıyla değil, hayata dair derin ve yaratıcı bakışıyla da benzersiz.

Bu sebeple, yalnızca kitaplarını okumak değil, onunla sohbet etmek de lunaparkta bir oyuncağa binip diğerine geçmek gibi ışıl ışıl, büyüleyici bir deneyim.

Son kitabı "Hayatımın Müsveddesi" de tam olarak böyle bir kitap. Onu okumak, çocuklukta lunaparkta yaşadığımız o masum heyecanın nostaljik özlemini yeniden canlandıran, büyüleyici bir atmosfer sunuyor.

Eray'ın metinleri, sadece kurmaca metinler değil, onlar aynı zamanda okuru kendi sınırlarının ötesine taşıyan duygu kapsülleri.

Onun belleği, bir rüyanın akışkan sınırları içinde şekilsiz biçimlenirken, gerçek ile hayalin iç içe geçtiği büyülü bir dünyanın kapılarını açıyor. 
 

6
Nazlı Eray, Independent Türkçe için Prof. Dr. Uğur Batı ile Serda Kranda Kapucuoğlu'nun sorularını yanıtladı

 

Geçmiş, gelecek ve şu an arasındaki o akışkan sınırları yazarken belgesel bellek diye bir kavramdan söz ediyorsunuz. Bu kavramı ilk olarak Rüya Yolcusu adlı romanınızda duyduk. Ama Hayatımın Müsveddesi kitabınızı okurken de bunu hissedebiliyoruz. Sizin zaman algınızı merak ediyorum.

Zaman ile ilgili söylediklerim yazılarım için geçerli. Geçmiş, gelecek, şimdi, gerçek, yalan, bunların hepsi bir dünyanın içinde. Geçmiş; olmuş, bitmiş, gitmiş, bir balık ağı gibi birbirine dolanmış bir şey. Renkleri başka olabilir, kokusu başka olabilir, müziği başka olabilir. Senin istediğin gibi olabilir, istemediğin kısımları çıkarmış olabilirsin.

Geçmiş senin hatırladığın. Yani başka türlü de hatırlayabilirsin. Gelecek, belki 1 dakika senin için, belki 20 yıl. Hiçbir şey bilmiyorsun. Bu da bunu sürprizli yapıyor, değişik. Şu anın içinde olmak daima çok zor. Ya seni geçmiş çekiyor ya geleceği düşünüyorsun. Ya yoruluyorsun, yatmak istiyorsun, ya çok dinçsin, bir yere gitmek istiyorsun. İşte bu arada zaman ve mekan giriyor işin içine.

Bütün bunları yaratan en önemli şey bellek. Gece bize rüyaları gördüren, başka bir dünyaya götüren de bellek. Ben buna inanıyorum. Tıpkı Arthur Rimbaud'nun dediği gibi, "Bu dünya gerçek değil, başka bir dünya var." Mesela bir gün Amerika'dan dönüyorum, uçaktayım. Pilot dik bir kalkış yaptı. Oksijen verilmiş uçağa. Birdenbire karşımda, uçağı gördüğüm yerde, ben 5 yaşındayken oturduğumuz Şişhane Yokuşu'ndaki mutfak belirdi.

Ben orayı belki 70 yıldır görmemişim. Annemin bardakları, fincanların üstündeki desenler, annemin köşedeki optalidon şişesi, perdenin küçük püskülü, belki küçücük bir böcek bile yürüyor. Ben orayı daha önce hiç hatırlamadım. O 12-13 saatlik yolculuk benim için iki saatlik gibi oldu. Hep orayı düşündüm.
 

 

Sizin kendi hayatınızda zaman ile ilişkiniz nasıl? Zaman nedir sizin için?

Ben genellikle çok zamana bağlı bir insanımdır. Kolumdan saati çıkarınca yaşayamam ama zamandan nefret ediyorum. Yani böyle kontrastlar da var. Zaman olmasa büyük bir kaos olurdu. Biz bunu bir düzene sokmuşuz. İnsanlar eski zamandan beri bunu bir düzene sokmuşlar. Benim için zaman nedir? Şöyle düşünelim mesela, bir demans hastasının zamanı var mı? Bir ileri otizmli için zaman var mı? Bir Alzheimer hastasında? Bir çocukta zaman var mı? Bir derede, tepede, yüksek, karlı dağlarda zaman var mı sence? Yok.

Bütün saydığım şeylerde, mesela hastalarda, Alzheimerlarda, demanslarda, zaman acaba bir koltuk değneği mi? Zaman bizim bu hayatın içinde yürümemize, bir yere ulaşmamıza, bir yerde durmamıza, bir karar vermemize yardımcı bir şey mi? Zaman, insan için bir koltuk değneği olabilir. Bana kalırsa zaman diye bir şey yok. Daha birçok şey gibi zamanı da biz yapmışız.

"Peki niye yaşlanıyoruz?" diyeceksin. Niye insanların yüzü buruşuyor, niye gözlerin feri çekiliyor, niye yoruluyor? Bütün bunlar belki hayat dediğimiz şu olayı, hezeyanı yaşamaktan, içimizde kopan fırtınalardan veya sakinliklerden, belki de oksijenden. Mesela zamanı en iyi saatten anlamazsın. Zaman varsa eğer, en iyi bir ağacın kökünde görebilirsin onu. Bir ağacın kökünde, doğada bir yerde, şelalenin akışında. Ama hep zaman sana doğru mu geliyor, sen zamana doğru mu koşuyorsun? Bilemiyorum. Zaman çok muğlak bir şey.
 

 

Gençlik mukavelesi: Hayatı dolu dolu yaşamak

Bak bir çiçek senin için açıyor, bir ağaç senin için yapraklanıyor, bir kuş senin için ötüyor, ay gece sadece senin için çıkıyor, denizin üstünde senin için parlıyor. Bir insan geçiyor karşından, senin onu sevmen veya nefret etmen için.


Duydunuz mu bilmiyorum, Japonların wabi sabi felsefesi var. Sadece zaman geçince oluşan şeylerden bahseder. Mesela pas, bir yaprağın kuruması, bir yerin toz tutması gibi. Bir yanıyla beyhudeliği ve bunu kabul etmeyi anlatır, bir yanıyla kazandığımız yeni formları coşkuyla karşılamayı.

Ben büyük bir bahçenin içinde oturuyorum. Bütün sonbahar yaprakları dökülmüş, yerde. Ben yarın bunları süpürecek olan adamı çağıracağım ve sanki bir sürü yaşanmışlık, anı, bu evde konuşulanlar, gece benim duyduğum duygular, eşikteyken hissettiğim şeyler, çocuğumun gelişi, bir kedi yavrusunun doğuşu, sanki bu yapraklarla birlikte her şey gidecekmiş gibi geliyor. Adam süpürünce etraf tertemiz olacak, sonra yeniden başlayacak her şey. Yeniden yapraklar dökülmeye başlayacak. Mevsim değişiyor. Bunun gibi değil mi?
 

 

Bunun gündelik temsilleri de olabiliyor. Mesela nadiren kullandığımız bir aleti dolaba kaldırırken, yazlık-kışlık değişimleri yaparken ben hep hüzünlenirim. Bunları bir daha giyebilecek miyim? Bunları tekrar çıkarttığımda hayatımda neler olmuş olacak? 

Bak ne kadar iyi düşünüyorsun. Ben bunu şehirler için düşünüyorum. Sinop'u bir daha görebilecek miyim? Las Vegas'ta sabaha karşı küçük bir viski içip tekrar makinemde oynayabilecek miyim? Atlantic City'de arka yolda arabayı deli gibi sürerek otelime dönebilecek miyim?

Mutlaka hayır. Ama ben bunları düşünüyorum ve ümitliyim. Her şehri yaşayacaksın, her merdivenden düşüne düşüne çıkacaksın, hoplaya hoplaya ineceksin. Bak bir çiçek senin için açıyor, bir ağaç senin için yapraklanıyor, bir kuş senin için ötüyor, ay gece sadece senin için çıkıyor, denizin üstünde senin için parlıyor.

Bir insan geçiyor karşından, senin onu sevmen veya nefret etmen için. Bunları hep düşün. Bunlar hep senin için yaratılmış. Bunları ben de düşündüm biliyor musun? Sinop'ta, eski cezaevinin avlusunda, bomboş, yarı yıkık. Aslında onlar kabus yerleri. Fakat renk renk çimlenmiş. Çünkü doğa devam ediyor. Şakır şakır bülbül ötmeye başladı. Her yer boş, hiç kimse yok. Bu benim için ötüyor.

Sonra bir ağaç gördüm ortada. Armut dolu. Müthiş bir şey. Neredeyse çimenlerin üstüne uzanacaktım. Orası dünyanın en korkunç yerlerinden biri herhalde. Ama çok güzeldi. Ben Sinop'u çok severim. Sinop'ta zaman yok, bir sis iniyor, seni kapatıyor, hiçbir şey görmüyorsun. Sanki 75 yıl ileridesin veya 35 yıl geridesin, hiçbir şey belli değil. Ne bir jet uçağı kalkıyor önünden, ne bir vapur geçiyor.

Sis bu esnada yanında oturan başka insanların kafalarına iniyor. Onlar yok oluyorlar. Sonra Sinop İskelesi, sanki ahirete doğru giden bir yol. Annem için yazdığım Uyku İstasyonu'nda annemle Sinop İskelesi'nde buluşuyorum. Annem ölmüş ama çok güzel, çok genç, etekleri yine hafif uçuşuyor, empirme. Beraber yürüyoruz. Ve başka insanlar da bizimle yürüyor. Ve sonsuza doğru yürüyoruz. Çünkü o iskelenin sonu yok, gözükmüyor. Hep sis var. Bunun gibi şeyler beni çok etkiler.
 

 

Bir sonraki soruya geçmeden önce ona, kitaptan bir parça okuyorum. Bunu yapacağımı söyleyince heyecanlanıyor. Bu heyecanı biliyorum, seviniyorum ama ona belli etmiyorum. Parça şöyle:

Sanki buraya gelmeden önceki hayatımı hiç yaşamadım. Bu kasabada başladı hayatım sanki. O eski güzel insan değilim. Beni ne zaman sıkıştıracaklar gene? Korkuyorum. Bez bağlayıp bakım evine atarlar. Kimse bakmaz bana. Çok dikkatli olmalıyım. Böyle yaşamak cehennem. Böyle yaşamak açık cezaevi. Nerede lüks arabam, şoförüm? Nerede sigaramı yakan erkekler, saçımın röfleleri, batan akşam güneşi, uzaktan çalan vals? Nerede Yunan adaları, Paris'te bir akşam yemeği, Venedik'te meyhanede, kafede içilen çikolatalar? Hepsi aklımda… Nerede eski parfümüm, sallantılı küpelerim, bezik arkadaşlarım, kızlar neredesiniz? Çok sıkıldım artık.


Geçmişle birlikte bir gençlik vurgusu da var aslında yazdıklarınızda. Biraz da gençlik hakkında konuşalım istiyorum. Gençlik yıllarınız hayatınızda önemli bir yer kaplıyor mu?


Çabucak giden gençlik. Gençliğin zaman ayarlaması yapılmalı, gençlik mukavelesi. Ondan sonra ben şu mukaveleyi imzalıyorum, "18 yaşımla 45 yaşım arasında bu bilinçle yaşayacağım." Gençlik müthiş, böyle son sürat giden bir uçak. Onu kaçırdığın zaman hiç farkına da varmıyorsun. Ben gençliğimin farkına varmadım hiç. Gözüme bir far bile sürmemişimdir. İki rimel bile sürmemişimdir. Şimdi bir kuaföre gidiyorsun, harika bir makyaj yaptırıyorsun. Saçına balyaj yaptırıyorsun. Formdasın, kilo vermişsin.

Evinin sokağına giriyorsun. Bir araba geri geri geliyor, seni neredeyse ezecek, "Aman" diyorsun direksiyondaki adama, "az kalsın gidiyordum!". "Yok anne, ben seni gördüm" diyor. Yani ne yapsam, o "anne". O zaman gençliği düşünüyorsun. O ilk heyecan, o ilk yaşamaya başlamak, ilk aşk, o ilk kalp tıpırtısı, kendinden başka birine o ilgiyi, o bağlantıyı duymak, o elektrik, onlar gençlikte oluyor. Ne güzel şeyler bunlar. Yaşamak bunlar. 


Doğada bulunan parlak, asimetrik taşlar vardır ya, sizi o haliyle büyüler, yontulamazlar, ben sizin yazılarınızı o amorf doğa şekillerine benzetiyorum. Bütün o şeyleri bize anlatarak, bize ne yapmak istiyorsunuz? Mesela yazarken okuru hiç düşünüyor musunuz?

Her şeyi kendim ve sizin için yapıyorum o anda. Siz, beni okuyacak olan insan, benim eşim oluyor. Ne kadar çok olursanız ben o kadar çoğalıyorum. Benim beynimin iz düşümü sizin düşüncenize ve ruhunuza girdiği anda ben çoğaldığımı hissediyorum. Gelip beni buluyorsunuz. Birçok kişi geliyor. 20, 25 yıl böyle peşimde dolaşıyorsunuz. Beni unutmuyorsunuz. Benim koskocaman bir ailem var. Okur ailem. Bu müthiş bir şey. Sizi düşünmez olur muyum? Tabii düşünüyorum. Bak şimdi burada üzülecekler, burada gülecekler…
 

 

Kitabınız "Hayatımın Müsveddesi" çok zor bulunuyor, ben bu kitabı bulduğuma çok sevindim.

Kitap bulunmaz bir nesne haline geldi. İstanbul'da da öyleydi. İnşallah daha çok dağıtırlar, yeni baskılar yapar, daha çok okura ulaşır. Bu iyi bir kitap. Ben bunu çok emekle yazdım. Mesela bir de Halfeti'nin Siyah Gülü diye yönetmen Luis Bunuel için yazdığım bir kitap var, Mardin'de geçiyor. Halfeti'nin Siyah Gülü harikulade güzel bir kız. Gül demetinden çıkıyor. Bir call girl. Gece demans eşiğindeki erkeklerin rüyasına giriyor. Amerika'da çıktı kitap, yok sattı. Burada bulmak çok zor, yeniden baskıya girmesini bekliyorum.

"Hayatımın Müsveddesi"ni de iki katlı, bir sürü kitap dolu bir taş evin küçücük bir odasında, çok kısa sürede yazdım. Biliyorsun, iki buçuk ayda falan yazıyorum. O dönem gözlerim iyi değildi, bir sağlık sorunum vardı. Gecenin bir yarısı uyandım, deftere yazıyorum. Ama neler yazıyorum, aktı böyle sayfalara. Yattım uyudum. Sabah kalktım, bir bakayım dedim. Aa iki sayfa da boş.  Hiç hatırlamıyorum ne yazdığımı da. Meğer kalemin ucu bitmiş, görmemişim.

Üstüne limon sık, kumla karıştır, dene dene, çıkmadı o yazı. Bir buçuk bomba sayfa gitti uyku sersemi. Ama uyku sersemi yazılar, o iki dünya arasında yazılan şeyler çok iyidir. Mesela bir göz ameliyatı oluyordum, "İğneyi yapıyorum" dedi kız. Birden böyle, hop, Anthony Burgess'in "Otomatik Portakal"ı başlıyor gibi bir şey oldu. Ondan sonra ırmaklar akıyor, beyaz köpüklü dalgalar, harikulade renkler... Bir müzik, bu dünyada öyle bir müzik yok. Muhteşem bir müzik. Onu mırıldanarak uyandım. Ay ben ayılmak istemiyorum, zar zor gözümü açtım.


Acaba siz yazarken de o uykuyla uyanıklık arasındaki haliniz gibi başka dünyalara mı gidiyorsunuz? Nasıl yazıyorsunuz hikayelerinizi?

8

Hiçbir kitabımda bir plan yok. Öyle daha iyi oluyor. Benim janrım o. Benim nasıl yazdığımı biliyor musun? Ben böyle freni patlamış bir arabadayım, direksiyon hakimiyetim yok. Yokuş aşağı, son sürat gidiyorum. En iyi yazdığım romanlar böyledir. Kontrolsüz. Önümden geçiyorum, başka bir dünyaya gidiyorum.

Zaten hiçbir şey duymam. Kalabalıkta yazabiliyorum. Yani benim öyle yazma ritüelim yok, yazma saatim yok. 116 tane kitabım varmış. Onu da okurlar saydılar. Yazı masam falan yok. Benim kalemlerim var. Kalem çok önemlidir, kalemin önemini de anladık boş sayfayı yazdıktan sonra.

Çok süslü defterlerim var. İspanyol eteklikli defterler, tül defterler, pembe, kürk defterler. Mesela peluş, yumuşacık defterleri yanıma alırım, koynuma alırım, kedi gibi defterler de vardır. Striptizci kızların yavaş yavaş soyunurken çıkan iç çamaşır rengi defterler, dantelli, boncuklu... Mesela Aydaki Adam:Tanpınar, üstü İstanbul manzaralarıyla dolu dört defter. Defterlerin hepsi Ankara'da evlerde saklı. Bir sergi yapıldı. İnanamadılar.


Peki, şimdi yeni bir şeyler yazıyor musunuz?

Evet. Mayerling faciası, Mayerling'i düşünüyorum. İki aşık, Rudolf von Habsburg ile Mary Vetsera'nın, av köşkündeki beraber intiharları. Acaba o intihar mıydı yoksa Rudolf'a babası veya yakını başbakan tarafından ustalıkla düzenlenen bir suikast mi? Üstü tamamıyla örtülmüş. Hiçbir şey yok, kalmamış. Kennedy olayı gibi. Hiçbir şey bırakılmamış.

Onu YouTube'da tarihi gizemleri araştıran fenomenlerden birine anlattıracağım. Belki dikte edebilirim. Dikte etmek daha kolay benim için. Mesela Pasifik Günleri, 1980lerde ortalığı sallayan romanım dikte romandı. Stalin'i yazdım, Eva Peron'u yazdım, Kennedy'yi yazdım. Başka birçok kitap okuyorum en ufak ayrıntısına kadar. Zaten onlar da fantastik olaylar, fantastik insanlar. Hayatımın Müsveddesi de aslında mekanlar, kişiler ve olayları düşündüğünüz zaman büyülü gerçekçi bir belgesel gibi.
 

 

Hayatımın Müsveddesi ve Nazlı Eray'ın dünyası

Özellikle Nazlı Eray gibi yazarları anlamaya, onların dünyasında dolaşmaya dair gösterilen çaba, edebiyata inancımızı bir kez daha tazeliyor. Hayatımın Müsveddesi bölümler halinde yazılmış bir kitap. Bölümler kısalı uzunlu dokularıyla hem okuru rahatlatıyor hem de her başlığa özel bir alaka gösterebilmeyi kolaylaştırıyor. Her bölüm, tabağı sıyırmak gibi tamamlanmış bir deneyim sunuyor, ardından bir sonraki bölüme geçmeye hazır oluyorsunuz. 

Nazlı Hanım'ın metinleri üzerine düşünürken aklımıza hep amorf doğa şekilleri ya da parlak, biçimsiz yarı değerli taşlar geliyor. Şekilleri belirgin olmasa da onları izlemekten kendinizi alıkoyamazsınız. Her biri benzersiz, büyüleyici ve ışıklı. İşte bu yüzden, bu tür metinlere "dokunulmaz." Kesilip biçilemez, parlatılamaz ya da düzenlenemez, o kendi amorfluğuyla kusursuzdur. 

Bu kitabı okurken lunaparkta bir oyuncaktan diğerine geçiyormuş gibi hissettim. Kimi zaman bir korku tüneline dalıyorsunuz, kimi zaman sakin bir atlı karıncaya binip huzur buluyorsunuz. Ama her anında sizi içine çeken, sembollerle, metaforlarla, sözcüklerle başka bir âlem yaşatan bir deneyim sunuyor. Tıpkı bir taverna ya da bir sanat müzesine kurulmuş gece kulübü gibi. Bu kitabı yalnızca bir macera ya da bilgi kaynağı olarak görmektense, kendinize bir dünya kurmak, her satırında yeni anlamlar keşfetmek için elinize almanızı öneririz.
 

 

Persona:

Nazlı Eray, Türk edebiyatının büyülü gerçekçilik ustalarından biri olarak kabul edilen, hayal gücüyle gerçekliği harmanlayan, özgün bir yazar. Zamansızlık ve insan odaklı anlatımıyla kitaplarında hem felsefi hem de duygusal bir derinlik sunuyor. Hayatı ve edebiyatı iç içe geçiren, belleğin sınırsız gücüne inanan, "freni patlamış bir araba" gibi kontrolsüz bir yazma serüvenine sahip.


Onun hakkında:

Nazlı Eray hakkında sıkça duyulan tanımlamalar onun yaratıcılığını ve edebiyat dünyasındaki benzersiz yerini özetliyor: "Büyülü gerçekçilik ustası," "Edebiyatın lunaparkı," ve "Zamansız bir hikâye anlatıcısı." Onun metinleri sadece bir hikâye değil, okuyucuyu kendi iç dünyasında bir yolculuğa çıkaran bir hafıza treni. Ekşi Sözlük'teki yorumlardan birinde bir okur onun için "Uçan kadın" demiş, belki de hakkında söylenen en doğru söz olabilir.  


Yazarın zihin odası: 

Nazlı Eray'ın kendi yazarlık serüveni, geçmiş, gelecek ve şimdinin iç içe geçtiği bir belleğin yansıması. Yazarlığını şu sözlerle ifade ediyor:

Kitaptan: "Şeftali çekirdeğinin içinde yaşıyorum. Küçüldü dünyam. Perdelerimi kapattım. Belli olmaz, içimde birden nar patlar."

Eray, yazarlığını bir düzen içinde değil, tamamen sezgisel bir süreç olarak görüyor. Plansız yazmayı tercih ediyor ve bu özgürlük ona benzersiz hikâyeler sunuyor.


Okurun zihin odası: 

Okuyucular için Nazlı Eray'ın kitapları, lunaparkta bir oyuncaktan diğerine geçmek gibi bir deneyim. Bir yanda korku tüneline girerken diğer yanda huzurlu bir atlı karınca yolculuğu sunuyor. Okurlar, bu metinlerin sunduğu semboller ve metaforlarla, kendi dünyalarına dair derinlemesine bir keşfe çıkıyor.


Pişmanlık: 

Nazlı Eray, gençliğinin farkına varamamak konusunda hüzünlü, "Gençlik müthiş bir uçak, ama farkına varmadan uçup gidiyor" diyor. Gençlik yıllarındaki hız ve yaşanmışlıkların fark edilemeden geçmesi, onun bellekteki zaman algısını sorgulamasına yol açıyor. Bunun yanı sıra ihtiyarlığı, geçmişin özgürlük hissine duyulan bir özlem olarak, "sizi sıkan bir korse" olarak tanımlıyor.


Hayali:

Nazlı Eray, tarihin büyülü gerçekçilikle harmanlandığı hikâyeler yaratmayı hayal ediyor. Mayerling faciası gibi tarihi olayları derinlemesine araştırarak, bu gizemleri edebiyat aracılığıyla anlatmayı hedefliyor. "Her hikâyede bir parça hayal ve bir parça gerçek olmalı" diyor.


Etki:

Eray'ın yazma tarzı, tamamen içgüdüsel ve özgür bir akışa dayanıyor. Onun yazılarında yakaladığı içsel derinlik ve sembol zenginliği, birçok okurda "Keşke onun gibi yazabilsem" düşüncesi uyandırıyor.
Kitaptan: "Benim dünyam! Sevinçten göbek atan lale tarhı, göz kırpan ıtırlar, geldim size!"


Keşke: 

Kitaptan: "Bir unutulmuşluğun içinde olmak... Ne tuhaf bir şeydir bu. Unutulmuşluk, belki de dünyanın en hüzün veren şeyi."

Kitaplarının hem Türkiye'de hem de uluslararası platformlarda daha fazla tanıtılması ve hikâyelerinin evrensel bir okuyucu kitlesine ulaşması, Eray'ın dünyasının sınırlarını genişletebilir. Keşke bu kitapları daha kolay bulunabilse…

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU