NEDEN SERAP YAZICI?
Türkiye'de ''Anayasa hukukçusu'' denildiğinde akıllara ilk gelen isimlerden biri Prof. Dr. Serap Yazıcı. Çok sayıda hukukçu yetiştiren Yazıcı, Gelecek Partisi'nin 1. Olağan Kongresi'nde partiye katıldı ve aktif siyasete başladı. ''Tam Demokrasi İçin Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem'' çalışmasının başında o vardı. İYİ Parti lideri Meral Akşener, bir televizyon programında bu çalışmadan övgüyle bahsetti. Yazıcı ile hem Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemini hem de Tam Demokrasi İçin Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem önerisini konuştuk.
Hazırladığınız model için "Parlamenter Sistem" değil, "Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem" diyorsunuz… İkisi arasındaki fark nedir?
Parlamenter sistemin önemli özelliklerinden biri, hükümetin gerek göreve başlarken gerekse görevde bulunduğu süre içinde meclisin güvenine tâbi olması. Meclis, görevdeki bir hükümete izlediği politikalardan dolayı gensoru önergesi verebilir ve bu önergenin görüşülmesini takiben güven oylaması yapılır. Güvensizlik oylarının çoğunluk oluşturması halinde hükümet düşmüş olur. Gensoru mekanizması, görevdeki bir hükümetin parlamentoya karşı sorumlu kılınmasını sağlıyor. Ne var ki gensoru mekanizması, aynı zamanda hükümetin istikrarını, yani yaşama süresini tehdit ediyor. Bu, daha ziyade zayıf koalisyon hükümetleri veya azınlık hükümetleri bakımından karşımıza çıkan bir tablo. Görüldüğü gibi parlamentarizm, iki seçim dönemi arasında farklı hükümetlerin kurulmasına imkan tanıması nedeniyle esnek bir yapıya sahip. Esneklik bu sistemin en önemli avantajı. Ne var ki iki seçim dönemi arasında farklı hükümetlerin kurulabilmesi, kimi zaman hükümet istikrarsızlığına da yol açabiliyor. Gensoru önergesi sık aralıklarla kullanıldığında ve hükümetler düşürüldüğünde bu, kaçınılmaz olabilir.
Alman ve İspanyol anayasaları, gensoru önergesinin istikrarsızlığa yol açmasını önlemek için yapıcı güvensizlik oyu mekanizmasına yer vermiş durumda. "Yapıcı güvensizlik" oyu, parlamentonun görevdeki bir hükümet aleyhine gensoru önergesi verebilmesi için bu önergede kurulacak yeni hükümetin başbakanını da göstermesini emretmektedir. Böylece meclis, görevdeki bir hükümeti düşürmeden önce yeni bir hükümetin oluşumu için uzlaşmayı başaracaktır. Diğer bir deyişle, yıkmakta birleşen çoğunluk, yapmakta da birleşmek zorunda.
"Tam Demokrasi İçin Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem" başlıklı çalışmamızda biz de Alman ve İspanyol anayasalarından mülhem olarak yapıcı güvensizlik oyunu önerdik. Böylece Türkiye'nin 1970'li yıllarına hâkim olan hükümet istikrarsızlığı probleminin bir kez daha vukuu bulmasını önledik. Bundan başka cumhurbaşkanını seçme yetkisinin evvelce olduğu gibi meclis tarafından kullanılmasını önerdik. Ancak meclisin cumhurbaşkanının seçimi sürecinde kilitlenmesini önleyecek bir formüle yer verdik. Bu aslında 1982 Anayasası'nın orijinal metninde yer alan formül. Meclis, cumhurbaşkanının seçimi için sadece 4 oylama yapabilecek. Adaylardan biri ilk iki oylamada üye tamsayısının üçte ikisinin oyunu alamazsa üçüncü turda üye tamsayısının salt çoğunluğu kuralı uygulanacak. Eğer üçüncü turda da sonuç alınamazsa dördüncü ve son oylamaya üçüncü turda en çok oy alan iki aday katılabilecek. Böylece oyların parçalanması önlenecek. Dördüncü turda da bu iki adaydan biri üye tamsayısının salt çoğunluğunu elde edemezse meclis seçimleri derhal yenilenecek. Böylece cumhurbaşkanını seçmek için gerekli uzlaşmayı sağlayamamış olan meclis, seçimlerin yenilenmesi gibi bir müeyyideye katlanacak. Bu müeyyide, ister istemez meclisin uzlaşmasını teşvik edecek.
Önerdiğiniz modelde cumhurbaşkanının konumu nasıl? Büyük devlet krizlerine yol açan cumhurbaşkanı-hükümet kavgaları yeniden yaşanacak mı?
Cumhurbaşkanı ve bakanlar kurulu arasındaki yetki paylaşımı da sistemin kilitlenmesini önleyecek nitelikte. Cumhurbaşkanı sadece sembolik ve törensel yetkilere sahip olacak. Yürütme alanındaki asıl yetkiler, meclise karşı sorumluluğu üstlenen bakanlar kuruluna ait olacak. Bu model, hem yürütmenin iki unsuru olan cumhurbaşkanı ve bakanlar kurulu arasında devlet hayatını kilitleyecek bir çatışmanın doğmasını önlüyor hem de yetkide ve sorumlulukta paralellik ilkesini garanti ediyor. Yetkide ve sorumlulukta paralellik ilkesi, kamu hukukunun temel prensiplerindendir. Bu ilke gereğince yetki sahibi olan her devlet aktörü yetkinin sorumluluğunu taşır. Kısacası sorumluluk olmadan yetkiden söz edilemez. Böylece sorumsuzluk, ancak yetkisizlikle birleşebilir. 1982 Anayasası cumhurbaşkanına çok güçlü yetkiler tanıyor fakat onu sorumsuz kılıyordu. Bu model, hem yetkide ve sorumlulukta paralellik ilkesiyle çelişiyordu hem de yürütmenin iki unsurunun çatışmasına zemin hazırlıyordu.
Önerdiğimiz model, yetkisiz bir cumhurbaşkanlığı makamıyla yetkili bir bakanlar kurulunun birlikteliği esasına dayanan; böylece hem kamu hukukunun temel prensiplerine uyan hem de istikrarı teşvik eden bir model. Modelimizde parlamentarizmin avantajları mevcut. Bu sistemin en tipik dezavantajı olan istikrarsızlığı önleyecek mekanizmalar var. Bütün bunların neticesinde önerdiğimiz model, güçlendirilmiş parlamenter sistem. Ayrıca hazırladığımız öneride yasama organının yetkilerini güçlendiren, böylece sistemin temsil vasfını belirginleştiren usuller mevcut. Meclisin temsil yeteneğinin arttırılması, meclis çalışmaları sırasında muhalefet partilerinin etkinliklerinin arttırılması; böylece demokratik çoğulculuğun güçlendirilmesi, önerdiğimiz modelin özellikleri arasında. Bu özellikler bir yandan demokrasiyi güçlendirirken diğer yandan kuvvetler ayrılığı ilkesinin gereği olarak fren ve denge mekanizmaları yaratmakta. Böylece bugün olduğu gibi dışlayıcılık esasına dayanan çoğunlukçu bir yapının doğmasını önlüyor. Önerimizin tüm unsurları ve içerdiği yenilikler parlamentarizmi güçlendiriyor.
''Her kötülüğün başı parlamenter sistem değil''
Bir zamanlar Türkiye'nin tüm sorunlarının kaynağının "Parlamenter Sistem" olduğu söylenirdi. 2018'den bu yana yürürlükte olan sistem o eski sorunları ortadan kaldırdı mı? Ya da yeniden parlamenter sisteme dönülürse o eski sorunlarla yeniden mi karşı karşıya kalacağız?
Bir zamanlar Türkiye'nin bütün sorunlarının parlamentarizmden kaynaklandığını söyleyenlerin düşüncesine hiçbir zaman katılmadım. Bu görüşü öne sürenleri iki grupta inceleyebiliriz. Birincisi, 12 Eylül 1980 öncesinin Türkiye'ye hâkim olan sorunlarının analizini gerçekçi olarak yapamayanlar. İkincisi, 1982 Anayasası yürürlüğe girdikten sonra devlet yetkilerini mümkün olduğu ölçüde tek başına kullanmak isteyen siyasal aktörler ve onların destekçileri. 1970'lerin ikinci yarısının sorunlarını gerçekçi bir gözle tahlil edemeyenler, bu sorunların tüm sorumluluğunu o tarihlerde uygulamada olan parlamenter sisteme ve 1961 Anayasası'na yüklediler. Oysa sorun parlamentarizm değildi.
Parlamentarizmi eleştiren ve başkanlık sistemini savunan ikinci grupta ise 1982 Anayasası'nın yürürlüğe girmesinden sonra ülke yönetiminde etkili olan aktörler ve onların destekçileri yer almaktaydı. Merhum Turgut Özal, Türkiye'yi ekonomik ve siyasi olarak hızla dönüştürmek isterken başbakanlık yıllarında bakanlar kurulunu bir tür engel gibi görmekteydi. Çünkü tek başına daha hızlı karar vererek daha etkili bir yönetim sergileyeceğini düşünüyordu. Bu yüzden zaman zaman başkanlık veya yarı-başkanlık sistemine geçişi savunuyordu. Ne var ki onun bu yöndeki düşünceleri, hiçbir zaman akademik ve siyasi çevrelerde destek bulmadı. Merhum Süleyman Demirel de cumhurbaşkanlığı görevinin sona ermesine yakın, 1999'un sonlarında, hükümet sistemi değişikliği yönünde görüşler beyan etti. Ancak o da destek görmedi. Nihayet Tayyip Erdoğan ve AKP'nin önde gelen bazı isimleri, aşağı yukarı 2005'ten itibaren zaman zaman başkanlık sistemine geçişi savundular. Burada dikkat çekilmesi gereken önemli husus, özellikle Özal ve Erdoğan'ın başkanlık sistemine geçiş yönündeki tezlerindeki ortak payda. Aralarındaki farka rağmen her iki lider de başkanlık sistemini Türkiye'yi tek başına yönetmek için savundular. Bu nedenle bu tezlerin temelinde parlamentarizmin herhangi bir kusuru yer almıyordu. Bu tezlerin asıl sebebinin, sözü geçen liderlerin kişisel hırsı olduğu söylenebilir.
2018'den bu yana yürürlükte olan "Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi", aslında Türkiye'nin herhangi bir sorununu çözmek için kabul edilmiş bir model değil. Bu sistemin kabul edilmesindeki en önemli faktör, Türkiye'yi yönetenlerin hiçbir frenleyici, dengeleyici mekanizma olmadan ülkeyi keyiflerine göre yönetebilme arzusu. 15 Temmuz darbe teşebbüsü bastırıldıktan sonra ilan edilen olağanüstü hal rejimi süresince, Türkiye'ye gerçek bir keyfilik hakim oldu. Anayasanın o tarihte yürürlükte olan 121. maddesi OHAL süresince cumhurbaşkanı başkanlığındaki bakanlar kuruluna pek çok kavram ve kuralla sınırlanmış bir yönetme yetkisi sunuyordu. Ne var ki bu kuralların hiçbirine uyulmadı ve Türkiye, iki yıl boyunca Anayasaya aykırılığı çok açık OHAL KHK'larıyla yönetildi. Türkiye'yi iki yıl boyunca mutlak bir keyfilikle yönetenler, aynı keyfiliği sürdürebilmek için Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denen bu tuhaf sistemi icat ettiler. Böylece Türkiye, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi altında OHAL'siz bir OHAL yaşıyor.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'nin en tipik özelliği, devlet yetkilerini tek bir kişinin elinde toplaması; tek bir kişiye denetimsiz çok geniş yetkiler sunması; yargının bağımsızlığını tamamen ortadan kaldırarak vatandaşların anayasal hürriyetlerini güvencesiz bırakması. Görüldüğü gibi Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, Türkiye'nin herhangi bir sorununu çözemediği gibi Türkiye'yi çözümsüz sorunlara mahkûm eden bir yapı kurdu. Daha açık bir deyişle bu sistemde, hukukun yerini hukuksuzluk aldı. Artık kural olan, hukuka uymak değil, uymamak. 84 milyonun bugünü ve yarınları, tek bir kişinin vereceği kararlara mahkum edildi. Bu, ülkenin karşı karşıya kaldığı sorunların çözülemediği, tam aksine bu sorunların birbiri üzerine eklemlenerek derinleştiği bir yapı yarattı. Bugün büyük bir ekonomik kriz yaşıyorsak, nüfusun önemli bir kısmı işsizlikle karşı karşıyaysa, açlık ve yoksulluk vatandaşları intihara teşvik edecek boyutlara ulaşmışsa bunun en önemli nedeni Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'dir. Bu sistem terk edilmedikçe Türkiye sorunlarını çözemez. İşte bu yüzden derhal bu sistemin terk edilmesi gerektiğini, parlamenter hükümet sistemine geçmek gerektiğini, hukuk devleti mekanizmalarını güçlendirmek gerektiğini savunuyoruz.
''Cumhurbaşkanının kararlarını bakanlardan ziyade bilmediğimiz aktörler etkiliyorlar''
Modelinizde "Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi", bakanlar kurulunu ilga ederek tek kişilik bir yürütme organı yaratmıştır. Böylece bu sistem, evvelce bakanlar kuruluna ait olan tüm yetkileri, tek bir kişiye, cumhurbaşkanına tanımıştır" diyorsunuz. Aynı sorun parlamenter sistem açısından da yaşanmaz mı? Sonuçta sistemi de insanlar yönetmiyor mu?
Hayır yaşanmaz. Parlamenter sistemde yürütme alanında yetkili olan bakanlar kurulu. Bakanlar kurulu, başbakan ve bakanlardan oluşan bir organ. Bu organın bir konuda karar alması için başbakan ve bakanların metni imzalaması gerekir. Tek bir bakan dahi imza atmazsa bakanlar kurulu karar veremez. İşte bu nedenle bakanlar kurulunun karar alma sürecinde müzakere, tartışma, birbirini ikna etme süreci yaşanır. Böylece mümkün olan en akılcı karar verilir. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'nde bakanların karar verme yetkisi yok. Her bakan, kendi alanında cumhurbaşkanına tavsiyelerde bulunuyor. Cumhurbaşkanı bu tavsiyelerle bağlı değil. Kısacası bir bakanın A dediği bir konuda cumhurbaşkanı Z kararını verebilir. Böylece tüm kararlar, tek bir kişi tarafından alınıyor. Bu kişinin kararlarını akılcı bir temelde almasını teşvik edecek hiçbir mekanizma yok. Cumhurbaşkanının kararlarını bakanlardan ziyade bilmediğimiz aktörler etkiliyorlar. Bunlar saraydaki danışmanlar olabilir veya bilemediğimiz başka güçler olabilir. Kararların geri planında yer alanları bilmediğimiz ve göremediğimiz için bu kişileri alınan kararlardan sorumlu tutma imkânı da yok.
Nitekim bunun sonucu olarak Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi yürürlüğe girdiğinden bu yana kabul edilen cumhurbaşkanlığı kararnameleri gerçek bir karmaşa sergiliyor. Kabul edilen kararnamelerin önemli bir kısmı, öncekileri değiştirmek ve düzeltmek için yayınlanıyor. Bugün verilen bir karar, üç gün sonra değiştirilebiliyor. Bunun yarattığı en vahim sonuç, sistemin öngörülebilirliğinin sona ermesi. Keza devlete ve hukuka güvenin sona ermesi. Bu ne demektir, biliyor musunuz? Ülkede yaşayan hiçbir vatandaşın bugünden yarına garantisinin olmamasını ifade etmektedir. Bu sistem altında hiç kimse (iktidar ortakları hariç), yarına güvenle bakamaz.
''Gerçek bir enkazla karşı karşıyayız''
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, özellikle devlet kurumlarını bu kadar dönüştürmüşken parlamenter sisteme -ya da Güçlendirilmiş Parlamenter Sisteme- geri dönmek mümkün mü? Bu ne kadarlık bir çalışmanın ürünü olacak?
Karşı karşıya bulunduğumuz tablo, devlet kurumlarının enkazı biçiminde özetlenebilir. Türkiye bugüne kadar böylesine vahim bir tabloyu yaşamadı. Cumhuriyetin, Osmanlı'dan itibaren süregelen güçlü bir devlet geleneği, güçlü bir bürokrasisi ve çok iyi yetişmiş bürokratik kadroları vardı. Belirttiğiniz gibi Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, devlet kurumlarını alt üst etti. Devletin birikmiş geleneklerini yok etti. Ehliyet sahibi bürokratik kadroları tasfiye etti ve bizi gerçek bir enkazla karşı karşıya bıraktı. Kısacası tablo vahim! Ama ne kadar vahim olursa olsun, çözümsüz değil. Güçlü ve kararlı kadroların sebat ve azmiyle, toplumun buna sunacağı destekle bütün bu sorunlar çözülür. Gördüğünüz gibi Cumhur İttifakı dışında kalan tüm siyasi partiler hep bir ağızdan kararlı bir biçimde güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçmek zaruretini dile getiriyorlar. Bu partilerin seçmen desteğine baktığımızda yüzde ellinin üzerinde. Buna mukabil iktidar ortaklarının seçmen destekleri hızla eriyor. Yapılan anketler, seçmenin Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'nden mutsuz olduğunu ve parlamenter sisteme geçmek istediğini gösteriyor. Bu yüzden içinde bulunduğumuz tablo vahim olsa da parlamentarizme geçiş, zor değil. Bunu takiben enkaza dönüşen devleti ve hukuk sistemini diriltmek de zor değil. Bizler el ele vererek bu enkazı ortadan kaldırırız. Cumhuriyetimizi; kuvvetler ayrılığı, parlamentarizm, hukuk devleti, demokrasi ve insan hakları temelinde yeniden canlandırır, dipdiri hale getiririz. Ama dikkat edin hep birlikte diyorum. Toplumla birlikte…
Yeni gelen isim de sistemi devam ettirir mi?
Muhalefet partileri hep sistem değişikliği vaat ediyor. Ama konuştuğum birçok kişide "Seçimleri kazanan hiçbir siyasetçi bu yetkilerden vazgeçmek istemez" düşüncesi hâkim. Sizce nasıl olacak?
Ben bu bakış açısını çok karamsar buluyorum. Daha önce de belirttiğim gibi Cumhur İttifakı dışında kalan partiler, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'ni terk ederek parlamentarizme geçmenin en doğru yol olduğunu görüyor. Seçmen çoğunluğunun görüşleri de bu yönde. Bu yüzden parlamento çoğunluğu değiştiğinde, cumhurbaşkanlığı makamına Cumhur İttifakı dışındaki bir grubun veya başka bir ittifakın adayı seçildiğinde göreceksiniz içinde bulunduğumuz gerginlik sona erecek, Türkiye nefes alacak, Türkiye'nin çehresi değişecek. Uzun bir süreden beri siyasi partilerin, sivil toplum kuruluşlarının üzerinde çalıştıkları reform projeleri, serbestçe tartışılarak bunlar yürürlük bulacak. Hukukun geri gelmesi sağlanacak. Hukukun geri gelmesiyle birlikte Türkiye'den kaçıp giden yerli ve yabancı sermaye geri gelecek. Yatırımlar canlanacak. İstihdam başlayacak. Başta genç işsizliği olmak üzere işsizlik çözüm bulacak. Bütün bunların bir günde olacağını söylemiyorum elbette. Ama iktidarın değişmesiyle birlikte güvensizliğin yerini güven alacak. Endişe ve korkunun yerini huzur alacak. O nedenle seçilecek yeni aktörlerin Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'nin sunduğu yetkilere dört elle sarılacağı; böylece kabusun devam edeceği, bence şehir efsanesi. Bu efsanenin görevdeki kadrolar tarafından üretilmesi ihtimali de çok güçlü. Böylece seçmenlere el altından "Biz gidersek değişen hiçbir şey olmayacak!" mesajını vererek ömür sürelerini uzatmaya çalışıyorlar.
''Anayasa çok açık: Cumhurbaşkanı Erdoğan bir daha aday olamaz''
Henüz harlanmamış bir tartışma var. Recep Tayyip Erdoğan, 2 kez cumhurbaşkanı seçildiği için, zamanında yapılacak seçimlerde bir daha aday olamayacağı söyleniyor. Sizce Cumhurbaşkanı Erdoğan, tekrar aday olabilir mi?
Bu tartışma 367 krizine yol açan tartışma kadar abes. O zaman da Anayasa hükümleri tereddüde yer bırakmayacak bir açıklıktaydı. Buna rağmen bazı siyasi çevreler, hukuku tahrif ederek bundan bir sonuç elde etmek istediler. Ortaya çıkan tablo çok vahim oldu. Cumhurbaşkanını seçme yetkisinin halka tanındığı bir anayasa değişikliği yapıldı. 31 Mayıs 2007 tarih 5678 sayılı anayasa değişikliğinin yürürlüğe girmesinden söz ediyorum. Böylece Türkiye'yi felakete sürükleyen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'ne doğru sürüklenişin ilk adımı atılmış oldu.
Bugün de anayasa hükmü fevkalade açık olduğu halde gereksiz bir tartışma yapılıyor. Anayasanın 101. maddesinin 2. fıkrası şöyle: "Cumhurbaşkanının görev süresi beş yıldır. Bir kimse en fazla iki defa cumhurbaşkanı seçilebilir." Gördüğünüz gibi bu hüküm, cumhurbaşkanlığına seçilen kişiye sadece iki kez seçilme hakkı tanıyor. Sayın Erdoğan ilk kez Ağustos 2014'te cumhurbaşkanı seçildi. Görev süresi beş yıldı. Ancak 2017 Anayasa değişikliğinin mimarları, AKP ve MHP, 2019'da yapılması gereken cumhurbaşkanlığı ve TBMM seçimlerini bir yıl öne aldılar. Böylece 24 Haziran 2018'de yapılan cumhurbaşkanlığı ve TBMM seçimleri neticesinde Sayın Erdoğan, cumhurbaşkanlığı makamındaki ikinci dönemini sürdürmeye başladı. Eğer müteakip cumhurbaşkanlığı seçimi 2023'te olursa Erdoğan'ın aday olma hakkı yok. Sorunun cevabı gayet net.
''Cumhurbaşkanı yardımcılarının demokratik meşruiyeti yok''
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'ne geçilmeden hep ABD örnek verilir "Orada da bu sistem var" denilirdi. Yönetildiğimiz sistem ABD'ye benziyor mu? Türkiye'deki sistemin benzeri hangi ülkelerde var?
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, ABD'deki başkanlık sisteminden tamamen farklı. ABD'deki başkanlık sistemi, kuvvetlerin sert ve kesin olarak ayrıldığı bir sistem. Bu tanım, başkanın ABD yasama organı olan Federal Meclisi feshedemeyeceğini; Federal Meclisin de başkanı düşüremeyeceğini ifade ediyor. Kısacası başkanın da yasama organının da görev süreleri sabit. Öte yandan yargı, bu iki organdan bağımsız. ABD başkanının kullanacağı birtakım yetkiler, Federal Meclisin bir kanadı olan Senato'nun onayına tâbi. Örneğin başkanın Yüce Mahkeme'ye üye seçme yetkisi, ancak Senato'nun onayıyla kullanılabilecek bir yetki. Keza büyükelçi atamaları da öyle. Bundan başka başkan, yardımcısını seçimlerden önce deklare ediyor ve yardımcısıyla birlikte seçmenin desteğini talep ediyor. Böylece başkan yardımcısının da demokratik meşruiyeti var. Başkan ve yasamanın görev sürelerinin sabit olması ise ABD başkanlık sisteminin en önemli avantajı olan istikrarı sağlıyor.
Gelelim Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'ne. Bu sistem, kuvvetler birliğine yol açıyor. Çünkü cumhurbaşkanının elinde yasama, yürütme ve yargıya ait çok geniş yetkiler birikmiş durumda. Cumhurbaşkanı, sahip olduğu cumhurbaşkanlığı kararnamesi yetkisi yoluyla TBMM'yi by-pass edebiliyor. TBMM'nin bütçeyi kabul yetkisi ortadan kalkmış durumda. Oysa demokratik tüm sistemlerde, ABD dahil, bütçeyi kabul yetkisi meclisin. Dahası Cumhurbaşkanı, yargının tümünü kontrol gücüne sahip. Onun Hâkimler ve Savcılar Kurulu üzerindeki yetkisi, tüm yargıya hükmetmesini sağlıyor. Nihayet cumhurbaşkanı, seçildikten sonra yardımcılarını belirleyebiliyor. Cumhurbaşkanı yardımcıları demokratik meşruiyetten yoksun.
Bütün bunlara ek olarak Anayasanın 116. maddesi TBMM'ye cumhurbaşkanı seçimlerini yenileme yetkisini tanırken cumhurbaşkanına da TBMM seçimlerini yenilemesi yetkisi sunuyor. Böylece her iki organ da birbirinin hukukî varlığını, görev süreleri dolmadan önce sona erdirebiliyor. Bu organların görev süreleri sabit değil. Bu son nokta, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemini ABD modelinden ayıran en önemli unsurlardan biri. Böylece Türkiye kamuoyuna istikrar sağlayacağı vaadiyle sunulan bu sistem, aslında istikrardan yoksun bir model yaratmış durumda.
''Önce adalet sonra basın hürriyeti''
Diyelim ki başarılı olundu ve Türkiye "Güçlendirilmiş Parlamenter Sisteme" geçti. İlk yapılması gereken nedir? Nereden başlanmalı?
Doğrusu devralacağımız enkazı kaldırmak kolay değil. Kanımca öncelikle yapılması gereken, başta yargının bağımsızlığını sağlayacak reformları kabul etmek ve bu reformların uygulanmasını titizlikle denetlemek. Bununla eş zamanlı olarak hukuk devletinin yeniden inşasını sağlayacak tedbirleri almak. Bu tedbirlerin çoğu uygulamaya ilişkin. Bu bağlamda keyfî tutuklamalara da son vererek kişilerin güvenliğini garanti etmek gerekiyor. Ve nihayet OHAL döneminden itibaren ortaya çıkan mağduriyetleri süratle ortadan kaldıracak politikaları kabul etmek. Öte yandan ifade hürriyetiyle bu hürriyetin uzantısı olan tüm anayasal hürriyetleri güçlendirmek ve garanti altına almak. Bunlar arasında ilk akla gelenler, basın hürriyeti, toplantı ve gösteri yürüyüşü hürriyeti, bilim ve sanat hürriyeti… Kısacası eleştiri hürriyeti diyebiliriz. Buna ek olarak siyasal hürriyetlerin de aynı ölçüde güçlendirilmesi ve garanti edilmesi gerekir.
Anayasal hürriyetlerin alanını genişletmek için ilk planda anayasa değişikliği yapmaya gerek yok. 1995, 2001 ve 2004'te yapılan anayasa değişiklikleri bu ihtiyacı karşılayacak mahiyette. Bunları uygulanır kılmak yeterli. Ancak siyasi parti hürriyetinin güçlendirilmesi, mutlaka anayasal reform yapmayı gerektiriyor. Partilerin kapatılması, bugün olduğu gibi keyfîce uygulanacak bir müeyyide olmamalı. Kapatma davasının açılma usulü değiştirilmeli. Siyaset yasakları ilga edilmeli. Buna ek olarak Siyasi Partiler Kanunu demokratik ve liberal bir perspektifle yeni baştan hazırlanmalı.
Medya üzerindeki kontrolün ortadan kaldırılması da şart. Bu olmadıkça siyasi partilerin medyaya erişim haklarının eşit ve adil olması sağlanamaz. Nihayet seçimlerin serbest, adil ve yarışmacı olmasını engelleyen tüm hukuki ve fiili faktörler ortadan kaldırılmalı. Gördüğünüz gibi yapılması gerekenler, çok kapsamlı ve detaylı. Kolay değil, 12 Eylül rejiminden devralınan; otoriter, sivil yöneticiler tarafından derinleştirilen ve çeşitlendirilen büyük bir otoriter miras var karşımızda. Bu ağır otoriter mirası tasfiye etmek, kararlı ve sabırlı olmayı, çok titiz çalışmayı gerektiriyor.
MHP'nin hazırladığı Anayasa taslağında, TBMM Başkanı'na "tarafsız konumuyla" milli uzlaşmanın sağlanması ve siyasi krizlerin çözümünde arabuluculuk işlevi yükleniyor. Başkan ile birlikte iki başkan yardımcısının seçilmesi öngörülüyor. Yüce Divan yargılaması ve siyasi parti kapatma davaları AYM'den alınarak "Yüce Divan" adıyla oluşturulan yeni bir mahkemeye veriliyor. MHP'nin taslağını inceleyebildiniz mi? Sizce nasıl bir taslak hazırladılar?
MHP'nin taslağının tam metni yayınlanmadı. Belirttiğiniz bu hususlar, ayrıntıları olmaksızın başlıklar biçiminde yayınlandı. Sadece sorunuzda yer alan bir, iki hususa değineyim. Meclis başkanının tarafsız olduğu iddiasını tebessümle karşılamak gerek. Şu anki tabloya bakarsak karşımızda tarafsız bir makam yok. Aksine muhalefete savaş açan, meydan okuyan, hukuk kurallarını inkâr eden, çoğunlukçu demokrasiyi demokrasi olarak algılayan bir makam var.
Hatırlarsanız bir ay önce TBMM'de bir kanun teklifi reddedildi. Reddedilme nedeni, AKP milletvekillerinin oylamalar sırasında TBMM Genel Kurul salonunda olmamasıydı. Meclis İçtüzüğünün 76. maddesi şu hükme yer veriyor: "Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından reddedilmiş olan kanun, teklifleri, ret tarihinden itibaren bir tam yıl geçmedikçe Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin aynı yasama dönemi içinde yeniden verilemez." Bu hükmün içeriğini anlamak için hukuk profesörü olmaya ihtiyaç yok. Okur-yazar olan herkes, bu metni anlar. Peki hukuk profesörü olan Meclis Başkanı ne yaptı? Tüm muhalefete, hatta Türkiye'ye meydan okuyarak şu sözleri sarf etti: "Ben Meclis Başkanı olarak daha fazla seviyeyi düşürmek istemem ama bu işi çok daha iyi yapabileceğimi de ifade etmek isterim. Pişman ederim." Sonuçta Meclis İçtüzüğünün 76. maddesi hiç yokmuşçasına aynı metin meclisin önüne getirildi ve kabul edilerek yürürlüğe kondu.
Türkiye, uzun bir süredir anayasasızlaşma ve hukuksuzlaşma süreci yaşıyor. Her zaman öğrencilerime yaptığım bir açıklamayı burada da tekrar edeyim. Bir ülkenin hukuk sisteminde olumsuzluklar varsa, hukuk sistemi demokratik ve özgürlükçü değilse, böyle bir sistemi değiştirmek nispeten kolaydır. Bu olumsuzluğu giderme yönünde kararlı olan bir siyasi grup varsa ve bu grup mecliste yeter sayıda sandalyeye sahipse gereken reformlar hızla yapılabilir. Ama bir ülkenin sorunu hukuksuzluksa ve hukuksuzluk kural haline gelmişse bunu çözmek çok zor. Bu yüzden en kötü hukuk, hukuksuzluktan iyidir.
Bizim Türkiye'ye verebileceğimiz en iyi hizmet, hukukun üstünlüğünün değerini ve önemini tek tek bütün vatandaşlarımıza anlatabilmek. Bunun tek tek bireylerin günlük hayatları üzerindeki rolünü vatandaşlarımıza hissettirebilmek. Şimdi gelelim sorunuzun cevabına. Türkiye'yi bu noktaya kimler getirdi? Malum AKP ve MHP ortaklığı. Türkiye için iyi bir şey yapmak istiyorlarsa derhal serbest, dürüst ve yarışmacı bir seçimin yapılmasını ve iktidarın seçim yoluyla el değiştirmesini sağlasınlar. Onlar da yoruldu, Türkiye de yoruldu. Türkiye tükendi ve helak oldu.
© The Independentturkish