Demokrasinin düşmanları

Yusuf Kenan Küçük Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Baz Ratner/Reuters

Adamın birisi yolda giderken paslı bir nal bulur. Yoksulluğu nedeniyle bulduğu bu nala sevinen ve ümitlenen adam "geriye üç nal ile bir at kaldı" der. 

Bu anekdotun Afrika kıtasındaki halkların demokratikleşme arzusunu ve serüvenini açıkladığı söylenebilir. 

Zira, 1990'larda kıtadaki birçok ülkede çok partili hayata geçilmesi ve seçimlerin yapılmaya başlanması bulunan nala benziyor ve demokrasi adına ümit vadediyor. 

Öte yandan bulunan nal paslı, çünkü seçimler büyük ölçüde hür ve adil bir şekilde yapılmıyor. 

Diğer üç nal ve atı temsil eden hukukun üstünlüğü, toplumu oluşturan tüm bireylerin temel hak ve özgürlüklerinin teminat altına alınması, yargı bağımsızlığı ve hesap verebilirlik gibi demokrasinin olmazsa olmaz prensipleri ya ortada yok veya bu alanlarda ciddi sorunlar bulunuyor. 

Buna rağmen Sahra-Altı Afrika'da Lesoto ve Esvatini (eski adıyla Svaziland) hariç 49 ülkenin tamamı, en azından resmiyette anayasal demokrasiler arasında sayılıyor. 

1993 yılında bağımsızlığını kazanmasından bu yana genel seçimlerin bir kez bile yapılmadığı Eritre de buna dahil! 

Öte yandan, demokrasi ve insan hakları karneleri zayıf olan Uganda ve Kamerun gibi Afrika ülkelerinde seçimler düzenli bir şekilde yapılmasına rağmen iktidar ve liderler değişmiyor.

Dolayısıyla seçimler, azımsanmayacak sayıda Afrika ülkesinde ortaya "demokratik" açıdan sorunlu yönetimler çıkarıyor. 

Demokrasi açığı olarak nitelendirebileceğimiz bu sorunların Sahra-altı Afrika özelinde birbiriyle iç içe geçmiş dört temel nedenini; yani otorite anlayışını, devlete yaklaşımı, toplumsal yapıyı ve dış faktörleri incelemek gerekiyor.

Ancak dünya genelinde demokratik olduğunu iddia eden her ülkede demokrasinin farklı sorunlarla malul olduğu da bir gerçek. 

Dolayısıyla Afrika ülkelerinde demokratikleşmenin önündeki engelleri konu alan bu yazımız, kıta dışı ülke ve coğrafyaların demokratik standartlar açısından Afrika ülkelerinden daha ilerde olduğu anlamına gelmiyor.


1. Neo-patrimonyalizm

Genellikle (ve yanlış olarak) yolsuzlukla eşanlamlı görülen bu terim esasen bir otorite biçimini ifade eder. 

Neo-patrimonyalizmi, modern devlet öncesi varolan handedanlıklar gibi patrimonyal nitelikli egemenlik/yönetim tarzının, Weber'in yasal ve rasyonel olarak tanımladığı "modern" devlet kurumlarıyla birlikte varolması şeklinde tanımlayabiliriz. 

Bu otorite biçiminde liderler bir taraftan yasalar çerçevesinde devlet başkanlığı görevini üstlenirken, diğer taraftan ait oldukları ahbap-çavuş ilişkisine dayalı sosyo-ekonomik toplum kesiminin en tepe noktasında bulunurlar. 

Sözkonusu otorite biçimini Afrika'daki yaygın yönetim anlayışını açıklamak için bir şablon olarak kullanabiliriz. 

Bu bağlamda Afrika'da neo-patrimonyal otorite, sömürgecilikle birlikte kıta geneline dayatılan "modern" devlet yönetimi sistemi ile, sömürge idarelerinin çeşitli maslahatlarla korumayı tercih ettikleri veya sosyolojik bir gerçeklik olarak varlığını sürdüren geleneksel otorite biçiminin karışımından oluşuyor. 

Bu durum, liderin kendisini sadece içerisinden geldikleri "etnik" grup veya çıkar ittifaklarına bağlı görmesine neden oluyor. 

Dolayısıyla otoritenin hesap verebilirliği zayıfladığı gibi, siyaset ve seçimler de belli toplum kesimleri arasında bir rekabete dönüşüyor. 

Neticede ortaya çıkan melez otorite anlayışı demokratik standartların gelişimini engelliyor. 


2. Bekçi Devlet 

Neo-patrimonial otoritenin sürekliliğini ve güçlenmesini ise Amerikalı tarihçi Frederic Cooper'ın "bekçi devlet" (gatekeeper state) olarak adlandırdığı yönetim anlayışı sağlıyor. 

Siyasi ve sosyal sonuçları da olan bu yönetim tarzı sömürgecilik dönemine dayanıyor. 

Anılan dönemde kurulan sömürge idareleri, ekonominin bir bütün olarak geliştirilmesi veya toplumsal refahın artırılmasından ziyade, metropole aktarılmak üzere olabilecek en fazla geliri en ucuz maliyetle elde etmeyi hedefliyordu. 

Bahsekonu hedef de en kolay şekilde ülke dışına hammadde ticaretinin, yani gümrük kapılarının kontrol edilmesiyle gerçekleştiriliyordu. 

Kahve, kakao, pamuk, kauçuk gibi tek ürün tarımının yoğun olduğu ülkelerde ise bu kontrol, ürün fiyatlarının metropolün menfaatine olacak şekilde düzenlenmesiyle sağlanıyordu. 
 


Bağımsızlık sonrasında Afrikalı liderler, o dönem itibariyle başka alternatiflerinin de bulunmaması nedeniyle ülkelerinin kalkınmasına kaynak oluşturabilme adına bu yönetim anlayışını devam ettirdiler. 

Böylelikle genelde devlet aygıtı, özelde ise gümrük kapıları yani ithalat/ihracat vergileri ekonomi ve siyaset için en büyük kaynak oluşturma aracı haline geldi. 

Neo-patrimonyal otorite tarzıyla birleştiğinde bu sosyo-ekonomik yapı, siyaseti ve siyasi rekabetin temel amacını, kamu kaynaklarının kontrol edilerek belli bir toplumsal kesime veya çıkar grubuna hasredilmesine indirgedi. 

Bu bağlamda devlet otoritesi, rakip olarak görülen kişi ve grupların hem siyasi arenadan hem de piyasadan tasfiye edilmesi için bir araç olarak kullanıldı. 

Dolayısıyla siyaset ve ekonomi çoğu durumda sıfır-toplamlı bir oyun ve güç mücadelesi haline geldi. 

Ekonomik kaynakların adil bir şekilde paylaşılmasının önünü de tıkayan bu koşullar, mağdur olan ve kendisini mağdur olarak gören kesimlerin haklarını demokratik olmayan yollardan aramasına, yani iç savaş, askeri darbeler ve isyanlara neden oldu. 

Nitekim Fildişi Kıyısı'nda 2000'li yıllarda meydana gelen iç savaştan sonra imzalanan barış anlaşmasında, savaşın taraflarından olan ülkenin kuzeyi menşeli görevlilerin gümrük kapılarının kontrolünde söz sahibi olmasına dair bir maddeyi de içeriyordu.


3. Ulus bilinci oluşturulamaması  

Neo-patrimonyal otorite ve bekçi devlet anlayışının doğal bir sonucu olarak "etnik" temelli siyaset ortaya çıktı. 

Bu da ulus bilincinin oluşmasının önündeki en büyük engellerden birini meydana getirdi. 

Bu nedenle birçok Afrika ülkesinde seçmenlerin tercihini halen, parti programları ve icraatlardan ziyade "etnik" aidiyeteler belirliyor. 

Esasen "etnik" kimliklerin seçmenleri harekete geçirme istikametinde kullanılması bağımsızlığın kazanılmasının hemen akabinde ortaya çıkmıştı. 

Ancak çok partili sisteme geçilmesiyle "etnik" kimliklere hitap eden partilerin kurulması ve seçimlerin yapılması, kamu kaynaklarına erişimde toplumsal gruplar arasındaki rekabeti artırdı.

Nitekim Kenya'da Cumhurbaşkanı Uhuru Kenyatta ve rakibi Ralia Odinga başta olmak üzere siyasi liderlerin kabile şefi gibi davrandığı ve seçmenlerin siyasi tercihlerini "etnik" aidiyetlerin belirlediği müşahede ediliyor.

Dahası, güçlü devlet başkanlığına dayalı rejimlerin bir sonucu olan "kazanan herşeyi alır" anlayışı iktidarların seçimle değişmesini zorlaştırıyor.

Sık gerçekleşmese de yaşanan iktidar değişikliklerinde devletin "yeni sahiplerinin", kamu kaynaklarından istifadede kendi sıralarının geldiği anlayışının gelişmesine neden oluyor. 


4. Dış faktörler

Yukarıda değindiğimiz faktörler kıta ülkelerinin demokratikleşme süreçlerini olumsuz etkilerken, dış faktörlerin bu alanda Afrika ülkelerine hem olumlu hem olumsuz yansımaları olduğunu söyleyebiliriz. 

Bu bağlamda, İkinci Dünya Savaşı'nın dolaylı etkilerinin kıta ülkelerinin bağımsızlıklarına giden yolu açmasını, ayrıca Soğuk Savaş'ı Batı blokunun kazanmasına bağlı olarak kıtada liberal ekonomi ve demokratik standartların gelişimi için dış destek verilmesini olumlu etkiler arasında sayabiliriz. 

Ancak, özellikle 1980 ve 1990'lı yıllarda kamu maliyesi ciddi hasar gören Afrika ülkelerinde dış aktörler ve donörlerin demokrasiden ziyade serbest piyasa ekonomisi koşullarının geliştirilmesine öncelik vermesi kamu hizmetlerinin aksamasına, nihayetinde ise halkın ahbap-çavuş ilişkilerine olan bağımlılığının artmasına neden oldu. 

Ayrıca, şartları arasında demokratik kurumların güçlendirilmesi bulunan uluslararası yardımlar, esasen bunun tam tersi bir etkiye yol açtı ve açmakta. 

Zira bu yardımlar, siyasi elitin ve bürokrasinin halkın vergilerine olan ihtiyacını azalttığı gibi bağımlılık ilişkisini tersine çeviriyor. 

Yani normal şartlarda vergi vermesi ve bunun nasıl kullanıldığının hesabını sorması gereken halk, siyasi otorite tarafından kendilerine sağlanan ayni ve nakdi yardımlara muhtaç hale geliyor. 

Böylelikle devleti yönetenler kendisini halka hesap vermek zorunda hissetmiyor. 

Dahası, Çin gibi kıtanın bazı yeni ortakları demokrasi ve iyi yönetişim standartlarının geliştirilmesine önem vermezken, aralarında Afrika'da sömürgecilik geçmişi de bulunan küresel aktörler de çıkarları gereği Afrika ülkelerindeki otokrat yöneticileri desteklemeye devam ediyor.  
 

AFP.jpg
Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un 2019 yılındaki Cibuti ziyareti / Fotoğraf: Ludovic Marin/AFP


Kısır döngü kırılır mı?

Bu çerçeveden baktığımızda Afrika ülkelerinde demokrasinin gelişmesinin önünde ciddi engeller bulunduğunu, hatta bu engellerin birbirini besleyerek bir kısır döngü oluşturduğunu söyleyebiliriz. 

Neo-patrimonyalizm, bekçi devlet ve "etnik" aidiyetler etrafında örgülenen kamu kaynaklarının paylaşımına dayalı rekabet, sadece bu kaynakların etkin kullanımını engellemekle kalmıyor; toplumun tüm kesimlerinin ortak çıkarlar etrafında bir araya gelmesine ve demokratik standartların gelişiminde de mâni oluyor. 

Bu durumda ülke dışından gelecek olası bir demokrasi desteğini de ya anlamsızlaşıyor veya ters etki meydana getirmesine yol açıyor.

Çok sayıda Afrika ülkesinde cari bu kısır döngünün ne zaman ve ne şekilde kırılabileceği henüz bir belirsizliğini koruyor. 

Ancak, bunun için gerekli ön şartlar arasında öncelikle, hukuk devleti ve güçler ayrılığı ilkesinin hayata geçirilmesi ile, insan hak ve hürriyetlerinin teminat altına alınması yer alıyor. 

Buna ilaveten, Hollanda asıllı siyaset bilimci Arend Lijphart'ın önerileri arasında bulunan toplumdaki tüm kesimlerin yönetimde söz sahibi olmasının sağlanması, bu kesimlerin tamamının devlet kadrolarında adil temsil edileceği bir sistemin oluşturulması, ayrıca azınlık olan gruplara önemli kanun ve düzenlemeleri veto yetkisi verilmesini zikretmek gerekiyor. 

Nitekim Afrika'da demokrasi standardı yüksek olarak addedilen Morityus ve Somaliland'da toplumu oluşturan farklı kesimlerin bir sistem dahilinde yönetime katılımının sağlandığı gerçeğini akılda tutmak icap ediyor. 

Her halükarda demokrasi arayışının sürekli ve ısrarla sürdürülmesi gereken bir mücadele olduğunu gözönünde bulundurarak, yazının başında aktardığımız anekdottaki yoksul adam gibi ümitli olmayı ve enseyi karartmamayı gerektiriyor. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU