Arifler açısından şeriatçı din adamlarının algısındaki dinin batıl oluşu ve delilleri (2)

Hasan Kanaatlı Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Masjid Pogung Dalangan/Unsplash

Bu yazımız, bir öncekinin devamı niteliğindedir.

Önceki yazımızda dinin "semavî" olduğunu savunanların öne sürdükleri ve inançlarını üzerine bina ettikleri 10 esastan 5 tanesini nakletmiştik ve arifler tarafından bu esasların batıl olduklarına dair öne sürdükleri iddialarını ortaya koymuştuk.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Şimdikinde ise geriye kalan 5 esası ela alıp, arifler tarafından bunların da batıl olduğuna dair görüşlerini nakletmeye çalışacağız.


10 esastan 6'ncısı:

Dinin "semavî" olduğuna iman eden İslam alimlerinin görüşlerini, üzerine bina ettikleri 10 esastan 6'ncısı şudur:

Derler ki, "insan aklı zayıftır. Şehevi şeyler ona yanlış işler yaptırıp yanlış çalıştırıyor. Dolayısıyla insanoğlu ne Allah ile doğru irtibat kurabiliyor ne de kanun vs. ile."

Kısacası İslam alimleri şunu söylüyorlar:

İnsanoğlu bütünüyle aciz bir varlıktır. Bundan ötürü, Allah 'lütuf kaidesi' gereği onlara nebiler ve semavi kitaplar göndermiş ve kitaplarda yer alan yasalar ile onları hidayet etmek (doğrulara yönlendirmek) istemiştir. Yine bu gönderdikleri ile insanları doğru yola hidayet etmiştir. Ayrıca toplumsal meselelerini halletmek için de onlara kanunlar gönderip hidayetlerine zemin hazırlamıştır.

Yani İslam alimleri demek istiyor ki,

Allah nebi ve kitapları göndermekle iki şey yapmıştır; birincisi insanları Allah'a taraf yönlendirmiş (hidayet etmiş), ikincisi de toplumsal sorunlarını halletmek için "hükümsel kanunlar" göndermiştir.

Söz konusu "hükümsel kanunlardan kasıtları da bireysel, ailesel, sosyal ve siyasal kanunlardır.

Şunu da söylemek gerek ki, şayet beşer aklı o dönemde zayıf olmasa ve şimdiki gibi güçlü olsaydı, o taktirde belki nebinin gönderilmesine bile ihtiyaç kalmazdı.

İslam alimlerinin bahsettiği "hidayet"; Kur'an'ın şu ayetteki dediği gibidir:

Rabbimiz, her şeye yaratılışındaki temel özellikleri veren, sonra onu yaratılış gayesine uygun biçimde yola koyan Allah'tır. (Taha: 50) 


Örneğin Allah, hayvan ve bitkileri yaratılıştan hidayet etmiştir. İnsanları yaratırken de onun dahiline akıl ve vicdan yerleştirmiştir. İnsanı Allah'a doğru yönlendirenler de bunlardır.

Aslında insan denilen varlık, dinden ziyade fıtratıyla hayrı seçiyor, şerden nefret ediyor, düşmanlık, hırsızlık, hıyanet, yalan, dolan gibi şeylerden ikrah ediyor. İnsan, bu söylediklerimizin tümünü fıtratıyla yapıyor ve Kur'an da aynı şeyi söylüyor:

Nefse ve onu (insan biçiminde) düzenleyene, ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene ant olsun ki. (Şems: 7-8)

İslam alimleri derler ki, "insanda nefsanî şeyler bulunduğu için isyan edebilir."

Yani insan, şehvete sahip olduğu için fıtratına, aklına, vicdanına vs. isyan edebilir.

Arifler de onlara şu soruyu sorarlar:

Peki, böyle bir varlık nebiye de isyan etmez mi?

Hatta Allah'ın gönderdiği nebilere kavminden isyan edenler olmamış mıdır?

Allah da onlara bu davranışlarından ötürü azabını göndermemiş midir? 


Arifler şunu da ilave ederler:

Nebinin gelişi, kavminden kimileri için bir nakmet (sıkıntı) olmuştur. Hatta kimilerinin (Ateistlerin) iddialarına göre bir tek Müslümanların nebisi para ve kılıç gücüyle dinini ayakta tutmayı başarmıştır. Önceleri Hatice'nin malıyla, onun malı bitince ve Mekke'den Medine'ye hicret ettikten sonra da orada gazveler (askeri hareketler) başlatmış, muhalefet eden kabilelerin erkeklerini öldürmüş ya da esir almış, kadın ve kızlarını da onlara göre helal olduğu için cariye edinmiş, daha sonra da tüm koyun ve deve sürülerine el koyup, bunları da ganimet olarak zimmetine geçirmiştir. Nebinin vefatından sonra da Irak, İran, Mısır vs. gibi bölgelere hücum edilmiş, fetihler kazanılmış ve milyarlarca dinarlık servetlerin üzerine çökülmüştür. Böylece de hem dünyalık mallar hem de ahiretteki cennet, huri, saray vs. gibi şeyler, nebiye uyanlar için cazip gelmiştir.


Arifler açısından, kendi aklına isyan eden insanoğlu, peygambere de isyan eder.

Buradan hareketle diyebiliriz ki, bu türden insanlar için nebinin varlığı ile yokluğu arasında herhangi bir fark söz konusu değildir.

Kimi arifler şunu da söylerler:

Biz, şu gerçeği de görmezlikten gelemeyiz; bu dönemde beşerin kendi aklıyla yapmış olduğu kanunlar, Kur'an'ın getirdiği kanunlardan daha üstün ve daha değerlidir. Örneğin 'hırsızlık' için Kur'an'ın getirdiği kanun, 'elinin kesilmesi' kanunudur.

Yani 1 milyar dolarlık da bin dolarlık da hırsızlık yapsanız, her iki durumda da İslam'da elinizin kesilmesine hükmediliyor. 

Bununla birlikte İslam dünyasında yapılan hırsızlıklar baş alıp gidiyor.

Zavallı birisi ahırın kilitli kapısını kırıp bir koyun çalmış olursa, elini kestirebilir. Buna mukabil uyanık bir bakan hem de birkaç milyar doları zimmetine geçirirse, elini kestirmekten kurtarabilir. Çünkü İslam dininde bir şeyin hırsızlık sayılabilmesinin şartı, kilidin kırılmasıdır. Fakat bir bakan kilidi kırmadan hileli bir yolu ile milyarlarca doları çalabilir.


Gerçek şu ki, bu dönemde, modern dünyadaki hırsızlıklarla ilgili kanunların hiçbirini nebi döneminde uygulamaya koymak mümkün değildir.

Çünkü nebi döneminde bakanlıklar, adliyeler, ekonomistler, siyasiler ve uluslararası binlerce kanunlar mevcut değildi.

Dolayısıyla, şu andaki adını verdiğimiz kesimler ile ilgili var olan o kanunlar, nebinin döneminde o kesimlerin yokluğu nedeniyle uygulamaya konulmamaktaydı.

Daha doğrusu İslam'da, uluslararası yasalar mevcut değildi, var olan yasalar ise, bölgeseldi ve savaşlarla ilgili yasalardı.

Yani İslam'daki yasalar, ganimet ve ölüp öldürmelerle ilgili yasalardır.

Dolayısıyla diyebiliriz ki, bu türden uluslararası yasaları yapmaya kadir olan, insan aklı oldu ve bu sahada, hayli başarılar da elde etti. Fiilen Batı ve Japon toplulukları da bu yasalar hatırına kendilerini başarılı bulmaktalar.

Çünkü kanun ve adaletleri hayli mükemmeldir.

Arifler şunu da söylerler: 

Bizim İslam alimleri sürekli, İslam dininin ilk dönemlerinde (saadet asrında.) büyük zaferler elde ettiğini ileri sürüp dururlar.


Onlara sormak lazım:

Hani, nerede zafer elde edildi? Siz zaferin, Hatice'nin malı, Ali'nin kılıcı ve yüzlerce insanın (müşrik) öldürülmesiyle mi elde edildiğini değerlendiriyorsunuz?


İşte İslam alimlerinin ortaya attıkları ve düşüncelerini üzerine bina ettikleri 6'ncı esasları budur.

Yani, onlara göre insan zayıftır, aklı yasa yapacak güçte değildir, şehveti aklını alt ediyordur, bundan dolayı da Allah, "lütuf yasası" gereği ona yasalar indirmiş ve nebiler göndermiştir.

Yine arifler şunu derler:

İslam'ın ilk dönemdeki başarısı ortadadır(.) Hidayet konusuna gelince, İslam alimleri der ki, insan kendi akıl gücüyle Usul-ü din'i (dinin esaslarını) elde etmelidir ve bunları elde etmeğe akıl gücü yeterlidir.


Yani insan Tevhit, nübüvvet, meat (kıyamet) gibi dinin esaslarını, aklının kanalıyla bulmalıdır.

Peki, İslam alimlerine sormak lazım; "şayet beşerin aklı bu esasları elde etmeğe kadir ise, o taktirde füruları kendi akıl kanalıyla elde etmesinin ne sakıncası olabilir?"

Diğer bir ifadeyle; "siz İslam alimleri diyorsunuz ki beşer, kendi aklı ile tevhit, nübüvvet, mead gibi dini esasları tespit etmeli ve sonra da aklı iptal edip nebiye uymalıdır.

Peki şayet beşer aklı "din esaslarını" tespit etmeğe kadir ise, o taktirde nebiye neden muhtaç olsun ki?"

Ariflere göre nebiye ihtiyaç yoktur.

Çünkü onlara göre nebi de arif bir insandır ve her insan Allah ile canlı bir şekilde kalbiyle irtibat kurmalıdır.

Yani bin yıl önceden vefat edip giden bir nebiye ve onun getirdiği eskimiş yasalara ihtiyaç yoktur.

Arifler açısından hidayet de insanın kalbindeki imanıdır.

İnsanların tümünün de Allah'a ihtiyaçları vardır.

Yani her insan gayb ile irtibat kurmaya ve mutlak Allah ile ilişki içerisine girmeye muhtaçtır.

Zira insan, sürekli kendini zayıf görmekte ve tüm tabiat alemiyle ve farklı varlıklarla irtibatlı olmayı sevmektedir.

Yine bunlardan müspet sonuçlar elde etmeyi arzu etmektedir.

İşte "dinî tecrübe" dedikleri budur ve her insanın nezdinde "dinî tecrübe" vardır.

İnsan, bu dinî tecrübesiyle Kur'an ve nebiden bağımsız kalmak istiyordur.

Yine arifler açısından Kur'an'ın hükümleri, ilkel ve kadim hükümlerdir, hidayet ise insanın kalbinde taşıdığı imandır.

İnsanoğlu, amelleri ile sürekli imanı takviye ediyordur.

Dolayısıyla insanın Kur'an ve nebiye ihtiyacı kalmamaktadır.

Bundan dolayı, onlara göre şeriatçı din alimleri "Bizim Kur'an ve nebiye ihtiyacımız yoktur" sözünden fazlasıyla endişeye kapılıp şunu derler:

Nasıl muhtaç olunmaz? Tabi ki onlara ihtiyacımız vardır.


Ariflere göre bu türden her bir din alimi kendisi için bir dükkân açmış ve dinin kendi elinde olduğunu tasavvur etmiştir.

Zira bunlar din üzerinden hakimiyet kurup her şeyi gözetimleri altında tutmaya çalışmaktalar.

O türden alimler halka derler ki, "siz dininizi bilemezsiniz, sizin aklınız bu işlere çalışmaz. Sizler bizlerin kanalıyla Allah'a ulaşmalısınız. Bizlerin vesilesiyle iyi insanlar olup cennete girebilirsiniz. Cehennem azabından bizimle kurtulabilirsiniz. Bunların tümünü ancak bizim vasıtamız ile yapabilirsiniz. Şayet bir müçtehide taklit etmez iseniz, cehenneme gidersiniz, vs.." 

Arifler bunu şöyle değerlendirirler; "bu duruma, din adına hakimiyet kurmak" denir.

Oysaki Allah insana akıl vermiştir.

Allah direkt olarak seninle irtibat içerisindedir.

Neden Allah'ı bırakıp insanların ürettiği kanunlara uyulsun ki? 

Kimi ariflere göre, şer'i ve fıkhî hükümler tümüyle beşerîdir.

Çünkü fıkhî hükümler İhtilaflar ile doludur.

Nitekim akılcı olan Mutezile alimleri de şöyle derler:

Nasıl oluyor da birisi Allah'ın kendisine lütfettiği en büyük nimet olan akıl nimetini, beşerî düşüncelerden ötürü terk eder?

Çünkü fıkhî ve şer'i hükümler, beşerî düşüncelerdir. Din adamları (fakihler), kendi içtihatlarını zorla Allah'a isnat ediyorlar.


İşte buraya kadarki sözler, 6'ncı esas için ariflerin yaptıkları itiraz ve reddiyelerdir.


10 esastan 7'ncisi: "Kur'an'ın tahrif edilmediği görüşü"

Dinin "semavi" olduğunu kabul eden İslam alimlerinin bu görüşlerini dayandırdıkları 10 esastan 7'ncisi; "Kur'an'ın tahrif edilmediği görüşüdür."

Yani onlara göre Kur'an Allah'tandır ve asla tahrif edilmemiştir.

Arifler, şeriatçı İslam alimlerinin bu görüşlerini şöyle reddeder ve derler ki; siz İslam alimleri, nebinin vefatından sonra Kur'an'ın toplatıldığını ve her yanına iki şahit alıp bu söz Kur'an ayetidir diyen sahabenin getirdiği her sözün, halife Osman'ın tayin ettiği katipler tarafından Kur'an ayeti olarak kabul edilip Kur'an içerisine dahil edildiğini söylemişsiniz.

Oysaki şahitlerin hata yapma ve bir kısım ayetlerin Kur'an'a dahil edilmeme ihtimali de vardır.

Ayrıca siz İslam alimleri Kur'an'ın kendisinde de Allah tarafından korunduğuna dair şöyle bir ayetin bulunduğunu delil getirip durmaktasınız:

Bu zikri (Kur'an'ı) biz nazil ettik ve biz onu koruyacağız. (Hicr: 9)

Yani "Allah Kur'an'ı korumuştur" diyorsunuz.

Arifler bu konuyla ilgili şunu söylerler:

Kur'an'ın korunması ya lafzendir ya da manendir.


Diğer bir ifadeyle; Kur'anın korunmasının anlamı: "Allah'ın onu hem lafız hem de içerik olarak korunması" demektir.

Yine şeriatçı İslam alimlerinin kendi itiraflarına göre "Kur'an ne lafzen ne de manen korunmuştur."

Buna rağmen yine onun Allah tarafından lafzen ve manen korunduğunu iddia etmekteler.

Kur'an'ın lafız olarak korunmadığı şuradan anlaşılmaktadır:

İslam alimleri der ki, Kur'an'ı 7 kıraat ile okumak caizdir.

Oysaki Kur'an'ın tüm sure ve ayetleri bir kez nazil olmuştur ve tek lafızla da indirilmiştir.

Dolayısıyla, onun kıraati de yedi değil, tek kıraat olmalıdır.

Hatta nebinin kendi döneminde bile Kur'an farklı kıraatler ile okunuyordu.

Halife Osman b. Affan'ın dönemine kadar da birçok ihtilaflar ortaya çıktı ve ayetler farklı şekillerde okunur oldu.

Bunu önlemek için de üçüncü halife Osman, tüm Kur'an'ları toplayıp yaktı.

Onların içerisinden yalnızca Hafsa' nın topladığı Kur'anı ayırıp aldı.

Hafsa ise Kur'an'ı birinci halife Ebu Bekir döneminde toplamıştı ve ayetleri yazıp bir çuvalın içine koymuştu.

Çünkü o dönemde kitap, şimdiki gibi iki cildin arasında yazılı sayfalar gibi değildi.

O dönemde yazılar, düz taşlar, devenin kalça kemikleri, deri ya da hurma yapraklarının üzerine yazılıyordu.

Üçüncü halife Osman b. Affan tüm Kur'anları yaktı.

Çünkü o Kur'anlar arasındaki lafızlar, birbirleriyle çelişikti ve farklı lehçelerle yazılmıştı.

Onların tümünü Kureyş Arapçasıyla yazdırdı.

Önceleri farklı lehçeler ile yazıldığı için, Kur'an'lar arasındaki anlamları da ihtilaflı olmuştu.

 Tüm İslam alimleri nebi döneminde dahi Kur'an'ı 7 kıraatle okumanın sahih olduğunu itiraf etmekteler.

Elbette ki "sahih" sözünden kasıtları, Allah tarafından bu şekilde nazil olduğu değildir.

Ayetler kesinlikle Allah tarafından o ihtilaflı şekliyle nazil olmamıştır.

Fakat nebi, o ihtilaflı okumalara muvafakat göstermiştir.

Peki Allah'tan tek lafız üzere nazil olan ayetlerin ihtilaflı bir şekilde okunmasına nebi muvafakat gösterebilir miydi?

Arifler der ki; "Buradan anlaşılan o ki, ayetler Allah tarafından farklı şekillerde nazil olmamış, nebi tarafından söylendikleri için, nebi de onların farklı biçimlerde okunmalarına muvafakat göstermiştir, çünkü nebi, bunun kolay bir yol olduğunu görmüştür." 

Yani şayet ayetler Allah tarafından indirilmiş olsaydı ve nebi de lafızların Allah'tan geldiğini kabul etseydi, ayetlerin farklı biçimlerde okunmasına şiddetle muhalefet eder ve tek kıraat üzere okunmasını emrederdi.

Akla şöyle bir soru da gelmiyor değil:

Şayet ayetler Allah tarafından nazil olsaydı, peki İslam alimleri o ayetlerin 7 ve kimilerine göre 10 kıraat üzere okunmasına neden müsaade ettiler?

Oysaki farklı kıraatlerden farklı anlamlar ortaya çıkmaktadır.

Örneğin Fatiha suresindeki "maliki yevmiddin" ile "meliki yevmiddin" aynı anlamı ifade etmiyor. Melik ile malik farklı şeylerdir.

Yine Rum suresindeki "galebetirrum" ile "gulibetirrum" cümlesi de öyledir.

Bu iki kıraat arasında da büyük farklılık vardır.

"Gulibet"; meçhul fiildir ve "yenildi" anlamını ifa eder.

"Galebet" ise malum fiildir ve "yenmiştir" anlamını ifade eder.

Bundan dolayı bu iki kıraat arasında büyük anlam farklılığı mevcuttur.

Dolayısıyla Kur'an'daki ayetler içerisindeki tüm farklı kıraatlerde hayli anlam farklılıkları mevcuttur.

Ünlü müfessir Şeyh Tebresi "Tibyan" ya da "Mecme'ul- Beyan" olarak bilinen tefsirinde ilk önce ayetleri yazıyor ve peşince de kıraatleri sıralıyor.

İşte şu ayet hakkındaki Asim 'in kıraati şöyledir, İbn Abbas'ın kıraati böyledir, Mücahit şunu şöyle okumuştur vs.

Böylece her ayet hakkındaki farklı kıraatleri sıralayıp duruyor.

Buralardan bakıldığında Kur'an'ın lafız olarak da korunmadığını görüyoruz.

Arifler der ki, "Kur'an, mana yönünden de korunmamıştır. Çünkü Müslümanların ellerinde 200'ün üzerinde tefsir mevcuttur. Oysaki Allah'ın kastı tektir. Bundan dolayı tefsirlerin de tek olması gerekir." 

Arifler, cevabını kendilerinin verdiği şu soruyu da sorurlar: 

Peki bu kadar tefsirler niçin vardır? Çünkü her bir müfessirin elinde delili vardır ve benim ayeti anlamlandırmam doğru diğerlerininki batıldır diyorlar. Şayet Kur'an bir dua kitabı olsaydı, ondaki farklı anlamların bulunmasının bir sakıncası olmazdı. Fakat bu, kutsal metin olan Kur'an'dır, öyle dua kitabı gibi değildir. Ve bizler de Allah'ın her ayetten kastının tek şey olduğunu biliyoruz, O'nun bir ayetten on tane kastı olamaz.


İşte bu söylenenler, Kur'an'ın tahrif edilmediğini iddia edenlere karşı arifler tarafından yapılan reddiyedir. 

Ancak bizler, Kur'an'ın tahrif edildiğini ne ispata çalışırız ne de inkâr ederiz.

Tespit edilmese dahi birçok rivayetlerde Kur'an'ın tahrif edildiğine dair sözler mevcuttur.

Yani bu hususla ilgili Şiilerin elinde 2000 (iki bin) rivayet mevcuttur. 

Şiilerin en büyük alimleri de Kur'an'ın tahrif edildiğini söylerler.

Kuleynî "Usul-ü Kâfi" isimli eserinde, Allame Meclisi "Biharu'l-Envar"ında, Allame Nuri sadece bu hususla ilgili yazdığı ve 2 bin rivayeti topladığı, "iki bin" anlamına gelen "Elfeyn" isimli eserinde, Kur'an'ın tahrif edildiğini söylemişlerdir.

Şiiler içerisindeki bu hususla ilgili rivayetler, "tevatür" seviyesine çıkmıştır ve bunların bir kısmının da "sahih" olduğu belirtilmiştir.

Şiilerin son dönem alimleri ise bu sözleri reddederler.

Çünkü Şiilerin çoğu ve Sünnilerin de bir kısmı Kur'an'ın tahrifini kabul etmeleriyle birlikte, "el- Hace ve'l-İnsicam" görüşü ve insanın yaratılışı gereği Allah'a ihtiyaç duymalarından ötürü Kur'an'ı kabullenmeyi gerekli görmüşlerdir.

Diğer bir ifadeyle, zaten din, "insanların birlikteliği ve bir arada uyum içerisinde bulunmaları için ortaya çıkmıştır. Ve yine insanların bu durumları, dinin değişim ve gelişiminin sebebi olmuştur. Bunlarsa, insanın Allah'a ve maneviyata ihtiyaç duymalarından dolayıdır.

Sosyologlar açısından insanın ihtiyacı ya toplumsal ya da akılsaldır.

Örneğin insanlar puta taparlar.

Akıl, putlara tapmanın batıl olduğunu söyler.

Yine insanların toplumsal anlamda ganimet, cennet, ceza vs. gibi şeylere de ihtiyaçları vardır.

Biz, toplumsal ihtiyaçlar içerisinden, aşağıda işaret edeceğimiz konuyu ele alıp inceleyeceğiz ve o da şudur: 

Şiilerin ihtiyaç duydukları şeylerden biri, Ehl-i Beyt'in rivayetleridir. Yani Şiiler bir dönem Kur'an'a ihtiyaç duymuyorlardı. Kur'an'ı hayli hafife alırlardı.


"Bizim buna pek de ihtiyacımız yoktur, çünkü İmam Ali ve evlatlarının bunda isimleri geçmiyor" derlerdi.

Bundan dolayı da Kur'an'ın tahrif edildiğini kabul eder ve şunu da söylerlerdi:

Bizim elimizde daha önemli başka bir Kur'an vardır ve o da "Konuşan Kur'an/Kur'an-ı Natık" olan İmam Ali'dir.


Peki bir milletin elinde "konuşan Kur'an" olur ise, "samit" (dilsiz) Kur'an'a sarılmaya ihtiyaç duyulur mu?

Ayrıca o "dilsiz Kur'an", az da olsa sahabeyi övmüş ise o milletin öyle bir Kur'an'a sarılması mümkün olur mu?

İşte bu ve bunun gibi başka nedenlerden (örneğin Kur'an'ın farklı kıraatlerinden) dolayı, onun tahrif edildiğini söylüyorlardır.

Çünkü onların elinde, Kur'an'ın karşılığı olan Ehl-i  beyt vardı.

Başka bir deyişle; evet, Müslümanların Allah ile ilişki kurmaya ihtiyaçları vardır.

Ehl-i Sünnetin elinde de Ehl-i Beyt olmadığı ve onları Allah ile irtibata geçirecek başka bir değerleri bulunmadığı için, Kur'an'a sarılma mecburiyetinde kaldılar.

Yani nebinin vefatından sonra ellerinde bir tek Kur'an kalmıştı, bundan ötürü de Kur'an'a sımsıkı sarılı verdiler.

Yine Kur'an'ı çap etmeleri, güzel yazılar ile yazmaları, güzel sesler ile okumaları, hatta Arap olmayan Sünnilerin dahi Kur'an Arapçasını ezberleyip onunla konuşmaları ve konuştukları tüm kelimelerin Kur'an'ın fasih Arapçası olması, Sünnilerdeki Kur'an'a verilen değerin göstergesidir.

Fakat Şiilerde "konuşan Kur'an" nazarı ile baktıkları İmam Ali ve evlatları (Ehl-i Beyt) var olduğu için, Kur'an'ın tahrif olduğunu söylediler.

Son dönem alimlerinden Allame Tabatabai, Ayetullah Hoi, İmam Humeyni ve Nasir Mekarım Şİrazi gibileri Kur'an'a sahip çıkmaya başladılar.

Çünkü ellerinde ne Ehl-i beyt vardır ve ne de onlardan rivayet edilen hadislerin çoğu sahihtir.

Büyük bir kısmı israiliyattır. Sözünü ettiğimiz bu alimler, Kur'an'ın tahrif edilmediği hususunda ısrarcıdırlar.

Çünkü bunlar ile Ehl-i beyt arasından uzunca bir zaman geçmiştir.

Şiiler içerisindeki Ahbarî olanlar (gulat), hem rivayetlerin İsrailiyat olduğunu hem de Kur'an'ın tahrif edildiğini söylerler.

Fakat Allah ile irtibata geçebilmeleri için ellerinde Ehl-i beyt imamlarının en sonuncusu olan "gaip imam" dedikleri Hz. Mehdi'nin bulunduğunu öne sürerler.

Ama Sünnilerin ellerinde "gaip imam" olmadığı için, onlar haliyle Kur'an'a sarıldılar.

Yani Sünniler Allah ile insanlar arasında ilişkiyi sağlayacak tek şeyin Kur'an olduğunu kabul ettiler.

Gulat Şiiler, nerede ve ne işle meşgul olduğunu bilmemelerine rağmen, "gaip imam" ellerinde olduğu için Hıristiyanlar gibi nasıl onlar İsa Mesih'in ölmeyip baba Tanrı'nın yanında yaşıyor olduğunu ısrarla söylüyorlarsa, bunlar da "gaip imam" hususunda aynı şeyi söyler oldular.

Çünkü Hıristiyanlar ile Gulat Şiiler, şayet Mesih'in ya da gaip imamın öldüğünü kabul ederlerse, Allah ile kendi aralarındaki bağın kopacağına inanmaktalar ve "mademki aralarında kâmil bir insan vardır ve bu da irtibat sağlamaktadır, işte böyle bir insanın varlığı onları psikolojik olarak rahatlatmaktadır. Onlar derler ki; "sürekli bir şekilde bizimle Allah arasında irtibatımızı sağlayan birisi mevcuttur." 

İşte insan için şiddetli bir şekilde ihtiyaç duyulan şey budur (yani Allah ile kendi arasında irtibat sağlayacak bir şeyin bulunmasıdır.).

Şiiler eskiden genellikle bu türden ihtiyaçlarını ehl-i beyt kanalıyla gideriyorlardı.

Şimdilerde ise gulat Şiiler o ihtiyaçlarını "gaip imam" kanalıyla gidermekteler.

Sünniler ise o ihtiyaçlarını Kur'an (ve kimileri de sünnet) üzerinden gideriyorlar.

Şayet Sünniler Kur'an tahrif edilmiştir derlerse, onların Allah ile ilişkileri kesilmiş olur.

Ayrıca hem Kur'an'ın itibarı biter hem de hüccet/delil olmaktan çıkar.

Artık ellerinde Allah ile irtibat kuracakları bir şey de kalmaz.


10 esastan 8'incisi: "İnsanlar semavi yasalara muhtaçtır" savı

İslam alimlerinin din "semavidir" diye inananlarının bu görüşlerini bina ettikleri 10 esastan 8'incisi, "insanlar semavi yasalara muhtaçtır" savıdır.

Yani derler ki, şayet yasalar, semavi kitaplar vasıtasıyla gönderilmeseydi, insanoğlu bireysel, ailesel, toplumsal ve siyasal yasalarını temin edemez ve ilkel bir vaziyette yaşamış olurlardı.

Arifler, onların bu esasına şöyle bir itirazda bulunup şunu derler:

Bizler Kur'an'ın tahrif edilmediğini, insanın eksik olduğunu ve vahyin getirdiği yasalara muhtaç bulunduğunu farz etsek bile, fakat nebinin asrından uzaklaştığımız gibi, nebi de bizim asrımızdan uzak bir zaman dilimi içerisinde yaşamıştır.


Ayrıca Kur'an hakkında yazılan tefsirler de birbirinden farklılar. Yine tefsirlerdeki ayetlerin anlamları da birbirleriyle çelişki arz etmekteler.

Acaba bizler örneğin Allah'ın kastının "B" tefsirindeki değil de "A" tefsirindeki anlam olduğunu nereden anlayabiliriz?

Ve yine şayet bizler, Allah'ın örneğin falan ayetteki kastının kesinlikle "şu söz" olduğunu bilmez isek, o ayet bizler için bir hüccet (kanıt) olabilir mi?

Çünkü ancak o ayetteki ilahi muradın ne olduğunu anladığımız taktirde o zaman Allah bize "Ben sizinle şöyle konuştum ve şu işler için size emrettim, şu işlerden de sizi nehyettim" diyebilir.

Fakat şayet ayet mücmel (net ve açık olmayan) olursa ve o sözden kastın da ne olduğu anlaşılmaz ise, öyle bir durumda muhakkak ki o sözün hükmü ıskat olur.

Örneğin oğlunuza para verip "Git pazardan bana et al" deseniz, fakat ona o etin ne eti olduğunu söylemez iseniz, sığır eti mi, koyun, deve, tavuk vs. eti mi olduğunu açıklamaz iseniz, o taktirde sizin bu sözünüz "mücmel" (anlaşılmaz) bir söz olur.

Şayet oğlunuz o paraya sığır eti alıp getirir ise, siz ona "Hayır ben tavuk etini kastetmiştim" diyebilirsiniz.

Ya da oğlunuza, "Git bana bir kalem al" diyorsunuz, fakat onun kurşun mu, dolma mı, asetatlı mı, tükenmez mi olduğunu söylemez iseniz, bu cümle de "mücmel" bir cümle olur, dolayısıyla Kur'an'daki ayetlerin büyük bir kısmı mücmel ayetlerdir ve bundan ötürü de bu kadar farklı tefsirler yazılmıştır.

Bunu içindir ki, "mücmel" cümlelerin itibarının olmadığı söylenir.

Çünkü mücmel cümlelerde Allah'ın maksadının ne olduğu bilinmiyor.

Hatta Kur'an tahrif edilmemiş olsa dahi, şimdilik bu özelliğinden dolayı, ölüler hariç kimseye bir faydası dokunmuyor.

Zira, bizlerin Kur'an ile irtibatımız tefsirler üzerindendir ve tefsirler de çelişiklerle doludur.

Örneğin Kur'an "Hırsızın elini kesin" (Maide: 38) der.

Fakat mücmel bir cümle kullandığı için, Sünni fakihler hırsızın elinin bilekten, Şii fakihler ise parmaklardan kesilmesini söyler.

Oysaki Allah'ın kastının tek olması gerekir.

Elin kesilmesinde bu denli ihtilafın olması, acaba ilahi sisteme uygun olur mu?

Diğer hükümler de bunun gibidir.
 

İşte bu 8'inci esasın da batıl olduğu ortadadır.

Yani Kur'an'ın tahrif edilmediğini, tümünün Cebrail vasıtasıyla Allah'tan nazil olduğunu, ayetlerin doğru ve Cebrail'in de sadık olduğunu kabul etsek dahi, Kur'an'daki hükümlerin hiçbir faydası yoktur.

Çünkü hükümler genelde mücmeldir ve ihtilafa sebebiyet vermekteler.


10 esastan 9'uncusu: "Kur'an hükümleri kıyamete kadar ilk günkü gibi sabit kalacaktır" görüşü

İslam alimlerinin görüşlerini temellendirdikleri 10 esastan 9'uncusu; "Kur'an hükümleri kıyamete kadar ilk günkü gibi sabit kalacaktır" görüşüdür.

Yani onlar, hatta bu hususta peygambere şu hadisi de nispet vermişlerdir:

Muhammed'in helal ettikleri kıyamete kadar helal, haram ettikleri de kıyamete kadar haram olarak kalacaklardır.


Dolayısıyla Kur'an hükümleri hep sabit olacaktır.

Arifler ise bu esasa şöyle bir itirazda bulunur ve şunu söylerler:

Tefsirlerin tek olduğunu, Kur'an'ın tahrif olmadığını ve Allah'ın ayetlerdeki kastının malum olduğunu farz etsek bile, Kur'an'daki hükümlerin ilk günkü gibi sabit kaldığını söylemek doğru değil ve akla da muhaliftir. Zira nebinin kendi döneminde ve 23 yıllık bir zaman diliminde onlarca ayetin hükmü nesih edilmiştir.

Yalnızca "kılıç ayeti" dedikleri: "Onları (size karşı savaşanları) yakaladığınız yerde öldürün." (Bakara: 191) ayet nazil olunca, 200 ayetin hükmü nesih/iptal edilmiştir.

Oysaki Mekke'de nazil olan ayetlerin tümü de barış, birlik-beraberlik vs. den bahseden ayetlerdirler.

Örneğin:

Sizin dininiz size, benim dinim bana. (Kafirun: 6)
 

Müşriklerden yüz çevir. (Hicr: 94)
 

Çünkü sen ancak öğüt vericisin, sen onlara zor kullanacak değilsin. (Gaşiye: 21-22)
 

Barış, birlik ve beraberlikten bahseden ayetler, yukarıda bahsettiğimiz "kılıç ayeti"nin nazil olmasıyla birlikte iptal oldular.

Yani kıtal ayeti gelince ve müşriklerle mukatele/savaş farz kılınınca, diğer sulh ayetlerinin hükümleri de iptal oldu.

Artık "Sizin dininiz size, benim dinim bana" (Kafirun:6) diye bir şey kalmadı.

Hatta müşrikler bile bu konuya itirazda bulunup dediler ki, "bu hükümlerin (barış ve savaş gibi iki zıt hükmün) birbirleriyle çelişiklik arz etmesi doğru değildir.

Nitekim Kur'an bile onların itirazlarını şu şekilde nakleder:

Biz bir ayeti değiştirip yerine başka bir ayet getirdiğimiz zaman Allah ne indirdiğini bilmiş iken kafirler peygambere 'Sen ancak bir iftiracısın' dediler. Hayır öyle değil, onların çoğu bilmezler. (Nahl: 101)


Yani müşrikler dediler ki "Bu nebi, Allah'a yalan isnadında bulunmuştur. Allah dün öyle bugün böyle gibi farklı hükümler vermez."

Kimi ayetin başında bir hüküm veriliyor, aynı ayetin sonunda da o hüküm nesih ediliyor.

İşte tüm bunları tespit etmemiz lazım.

Hıristiyanlar; "Kur'an Allah'tan gönderilmiş olsaydı, onda nasih ve mensuh ayetleri olmazdı" derler.

Ben de onlara diyorum ki, tam aksine, nasih ve mensuh ayetlerinin Kur'an'da yer alması, Kur'an'ın iftiharlarındandır.

Çünkü Kur'an, bununla, rasyonel davrandığını ortaya koyuyor.

Yani ilk başlarda Müslümanların zayıf oldukları dönemlerde onlara barış içerisinde olmalarını emrediyor ve: "Sizin dininiz size, benim dinim bana." (Kafirun:6) diyor, fakat sonraları Müslümanlar güçlenince ve baskınlara maruz kalınca, onlara kendilerini müdafaa etme hakkının bulunduğunu hatırlatıyor.

Dolayısıyla bu durum, Kur'an'ın güzelliklerindendir.

Fakat sorun şuradadır:

Zamanlar (ortamlar) değiştiğinde hükümler de değişir ve değişmesi de gerekir. Nebinin döneminde de öyle oldu. Yani ortamlar değiştikçe hükümler de değişiverdi. Fakat sonraları, nebinin vefatından günümüze dek, gerçekler olduğu gibi yerinde kaldı ve herhangi bir değişim olmadı. Yani yönetimler yenilenmedi, medeniyet gelişmedi, Bakanlıklar kurulmadı, yasalar olduğu gibi yerinde saydı vs. Oysaki alem yerinde durmadı ve hep değişti.


Örneğin şimdiki dönemde askeri hareketlerin herhangi bir anlamı yoktur.

Mesela Saddam Kuveyt'e bir askeri saldırıda bulundu.

Tüm dünya devletleri onun aleyhine harekete geçti ve Saddam'ı cezalandırdı.

Yani şimdiki dönemlerde askeri harekette bulunmak, o toplumlara ceza olarak dönmektedir.  

Fakat nebi dönemindeki Gazveler (askeri hareketler) yalnızca bununla kalmıyor, erkekleri öldürüp kadın ve çocukları da esir alıyorlardı.

Aslında bu iş, bu döneme göre birer vahşet ve ilkelliktir.

Kısacası hem gerçekler hem de hükümler artık değişmiştir.

Şayet Kur'an'ın tahrif edilmediğini, ayetlerin anlamının tek ve anlaşılır olduğunu söylesek bile, aradan 1400 yıl geçtikten sonra Allah bizden o hükümlerin aynı şekilde devam etmesini istemiyordur ve bunu istemesi de fıtrata ve akla muhaliftir.

Hasılı bugün nebi gelse, acaba Kur'an'ın aynısı mı nazil olurdu?

Cihat, kılıç, ganimetler, esir almalar, köle ve cariye elde etmeler vs. olur muydu?

Yoksa tam tersi nebi 57 İslam ülkesi arasındaki sınırları kaldırıp, pasaport ve vize işlemleri gibi şeyleri iptal mı ederdi?

Ehli zimmetin cizye vermesi gerek, yoksa öldürülürler mi derdi?

Müşrik ve kafirlerin tümünü imha edin diye mi emrederdi?

Acaba nebi, böyle akıl ve yaratılış dışı işlere tevessül eder miydi?

İşte bu 9'uncu esasın da batıl olduğu ortadadır.


10'uncu esas: "Kur'an hitapları hakiki hitaplardır" görüşü

İslam alimlerinden dini "semavi" olarak kabul edenlerin, görüşlerini bina ettikleri 10'uncu esas: "Kur'an hitapları hakiki hitaplardır" görüşüdür.

Yani onlar der ki, Kur'an'ın hitapları "harici hitaplar" değil "hakiki hitaplardır." 

Arifler de onlara şöyle bir itirazda bulunurlar:

Kur'an'daki ahkamların sabit olduklarını, nasih ve mensuh ayetlerin bulunmadığını farz ersek dahi, Kur'an'ın hitaplarının'hakiki' değil, 'harici hitaplar' olduğunu görmekteyiz.


Bu iki hitap şeklinin farkı şudur:

"Hakiki hitap"; doğrudan ve samimi bir şekilde yapılan iletişimi ifade eder.

Bu türden hitaplar; genellikle içten olur, duygu ve düşünceleri doğru bir şekilde yansıtır.

Örneğin, bir arkadaşınıza veya aile üyenize doğrudan ve samimi bir şekilde konuştuğunuzda, "hakiki hitap" şeklinde konuşursunuz.

Bu tür bir iletişimde, dürüstlük ve açıklık, her zaman ön plandadır.


"Harici hitap" ise; resmi veya dolaylı bir şekilde yapılan iletişimi ifade eder.

Bu türden hitaplar, genellikle daha resmi ve bazen de daha yüzeysel olabilir. 

Örneğin, iş ortamınızda bir meslektaşınıza veya tanımadığınız bir kişiye konuştuğunuzda harici hitap kullanabilirsiniz.

Bu türden iletişimde kibar ve saygılı bir dil kullanılır.

Yani "hakiki hitap" daha içten ve doğrudan yapılırken, "harici hitap" daha resmi ve dolaylıdır.

Kur'an'da örneğin "Ey iman edenler" diye buyurulur. Bu söz, bir "harici hitaptır."

Yani bu ayet, yalnızca o dönemdeki iman eden şahıslara hitap değildir.

Her zamana ve her kese hitaptır.

Kur'an'ın hitapları da diğer hitaplar gibi geneldir.

Yani, dünyadaki örfün hitapları, insana hitap ettiği zaman muayyen şahsa ya da şahıslara hitap eder.

Fakat Kur'an'da geçen "Ey iman edenler", "Ey kafirler" vs. gibi cümleler, genele hitap eder, boşluğa ve havaya hitap etmez.

Fakat şeriatçı İslam alimleri der ki, Kur'an yalnızca hakiki şeylere hitap eder.

Oysaki arifler Kur'an'ın harici şeylere hitap ettiğini söylerler.

Yani arifler der ki, Kur'an tüm dünyaya hitabette bulunduğunda, "harici hitabette" bulunur, belirli bir şahsı ya da şahısları kastetmez.

Şeriatçı İslam alimleri açısından "hakiki hitabet"; bir üçgenin üç kenarı ya da dörtgenin dört kenarı gibi, geometrik gerçekler gibi olan hitaplardır.

Bu şekildeki hitaplar, Adem'den kıyametin kopacağı güne kadar böyledir.

Yani aynen illet ve malul (sebep ve sonuç) yasaları gibidir.

Kur'an'ın hitapları da aynen gerçek olan meseleler gibidir.

Oysaki gerçekte Kur'an'ın tüm hadiseleri, Arap edebiyatına tabidir.

Yani Arapçada fail (özne) merfudur (dammelidir), meful (nesne) mensuptur (nesiblidir), nekire (belirsiz isimler), marife (belirli isimler), mecaz, istiare (mecaz anlamında kullanmak) vs. gibi şeylerin tümü de Arap lügat kavramına tabidirler.

Dünyadaki tüm diller ve bununla birlikte Arapça dili, hitabette bulunduğu zaman, "harici hitabet"te bulunurlar.

İlmi bir dil ile konuyu şöyle izah etmek mümkündür:

Hermenotik (yani anlam verme/yorumlama felsefesi); saadet asrının sabitlerini şöyle izah ediyor: 

Hitabın üç rüknü/esası vardır. Biri mütekellim (hitabette bulunan) dır.

  1. (Hitabette bulunan Allah da olabilir, amir, melik, baba da olabilir)
  2. İkincisi mütelakki (muhatap) tır.
  3. Üçüncüsü kelam (hitap) tır.

Yani hitabın yalnızca "mütekellim" ve "kelam" gibi iki rüknü yoktur.

Karşı taraf (muhatap) da kelamın içerisine dahildir.


Örneğin birisi kendi eşine şöyle bir hitapta bulunuyor: "Sevgilim, bana bir su getirir misin?"

Bu adam eşine bir hitapta bulunuyor. Çünkü ona "sevgilim" diyor.

Bunun bu sözünden anlaşılan o ki, yabancı bir hanıma hitap etmiyordur.

Çünkü yabancı bir hanıma "sevgilim" derse bu, edep dışı olur.

Ayrıca böyle bir durumda başkaları ona itiraz etmiş olurlar.

"Sen ne münasebetle yabancı bir hanıma 'sevgilim' dersin" derler.

Zira "sevgilim" sözünü ancak ya eşin ya da kızın için kullanabilirsin.

Baba da oğluna bir hitapta bulunabilir. "Bana çay getir", "sınavına çalış" ya da "dersine çalış" vs. diyebilir.

Ama bu şekildeki bir hitabı, bir müdüre, öğretim üyesine veya yabancı birine yapamaz.

Onlarla konuştuğu zaman, ahlaklı, edepli ve düzgün konuşmalıdır.

Daha doğrusu oğluyla konuştuğu gibi onlarla konuşamaz.

"Mütelakki" (muhatap) da "hitap"ın içerisine dahildir.

Kur'an'da Allah, vahşi ve ilkel bir topluluk olan Arap milletine de hitap ediyor.

Araplar kimi zaman aksilik yapıyor ve bundan dolayı da Kur'an, kimi zaman onlara şöyle bir şiddet uygulamasında da bulunuyor:

Ey iman edenler. Seslerinizi peygamberin sesinden daha fazla yükseltmeyin. (Hucurat :2)
 

Evlere kapılarından girin. (Bakara: 189)


Demek oluyor ki ayetler belirli olaylara, belirli zaman ve kültürlere bakarak nazil oluyor.

Bu durum, yalnızca peygamberin kendi dönemine de şamil olmayabilir.

Ondan 50 veya 100 yıl sonrasına da şamil olabilir.

Çünkü Arap topluluklarında bu zaman zarfında pek de o kadar değişimler olmadı.

Fakat fetihler gibi bir kısım değişiklikler oldu.

Günümüze kadar da binlerce değişimler baş gösterdi.

Diyebiliriz ki hatta aslında insanın mahiyeti dahi değişti.

Dolayısıyla, Kur'an'ın hitapları da eskimiş oldu.

Bundan dolayı, şayet Kur'an'ın hitaplarının "hakiki hitap" olduğunu kabul eder isek, günümüzdekiler de aynen o dönemde onlar gibi Kur'an'ın muhatapları oluverirler.

Bunun böyle olmadığını ve Kur'an'ın hitaplarının "harici hitap" olduğunu kabullendiğimiz için, haliyle Kur'an'ın hitapları bizleri kapsamamaktadır.

Bundan dolayı Kur'an'a "elveda" edebiliriz.

Kur'an'ı kapatıp bir sandık içerisine koyabilir ve nebiye de aynen bir öğretmen gibi saygımızı gösterebiliriz.

Bir insan Cumhurbaşkanı olsa da nasıl ilk okul öğretmenine saygılı oluyor ve ona karşı saygıda kusur işlemiyor ise, aynı şekilde bizler de nebiye ihtiram göstermeli ve ona karşı kusur işlememeliyiz.

Gerçek şu ki tüm nebilerle birlikte bizim nebimiz de saygın kimsedir.

Fakat "Ben onlardan bağımsızım" diyeceksiniz.

Çünkü Allah size de akıl vermiş ve akıl da günümüze kadar hayli başarılar elde etmiştir.

İnsan hakları, hukukun üstünlüğü, ahlak vs., aklın ürettiği şeylerdir.

Özellikle de günümüzde artık aklın hiçbir şeye ihtiyacı kalmamıştır.

Tam tersi, şayet Kur'an ve nebinin eski hükümlere sarılır isek, ister istemez terörist oluruz.

Yani amacın dışına çıkmış bulunuruz.

Oysaki bizler Allah'a yönelmek istiyoruz ve nebinin o dönemin ilkel şartlarına göre getirdiği eski hükümlere uyar isek, vicdanı terk etmiş oluruz.

Oysaki vicdan Allah'ın içimizdeki canlı nurudur.

Bunu terk edip eski şeylere sırtımızı dayayabilir miyiz?

Elbette ki nebinin başımız üzerinde yeri vardır ve saygındır.

Fakat şimdilik onun getirdiklerine ihtiyacımız yoktur.

Çünkü nebi develerin bulunduğu dönemde gelmiş ve insanları doğrulara davet etmiştir.

Fakat o dönemlerde develer faydalı hayvanlardı diye şimdiki dönemde de mi onlarla yolculuğa çıkmamız gerekir?

Hayır. Artık zaman, hızlı tren, vapur, uçak ve arabayla seyahat etme zamanıdır.

Laik insanların sürekli olarak İslam'ı küçümseyip durmaları da doğru bir davranış değildir.

Ahlak kurallarına da uymaz. Çünkü bizim kültürümüz budur.

Doğrusuyla yanlışıyla bu bizim kültürümüzdür. Tüm alemde de bu böyledir.

Yani kültürler ya doğrudur ya da yanlıştır. Fakat öyle böyle her millet bir kültüre sahiptir.

Hatta tüm dinlerde hurafeler ve hatalar vardır.

Bundan dolayı kendi kültürümüzü karalamamız doğru değildir.

Dolayısıyla, bizim için önemli olan konu şudur:

Biz, bu Kur'an'ın muhatabı değilizdir. Buna kıyamete kadar ısrarla sarılmamızı vurgulayanlar din adamlarıdır. Oysaki tüm dünya değişmiştir. Yalnızca kendi durumlarından razı olanlar, din adına dükkân açanlardır. Din üzerinden insanlara hakimiyet Kur'anlardır. İnsanın aklı ve vicdanı olduktan sonra, artık din adamlarına da ihtiyaçları kalmaz. Ne humus verirsiniz ve ne de onların fetvalarına ihtiyaç duyarsınız. Fetvaları iptal olur. Çünkü onların bu hakimiyetleri ortadan kalkar ise, kendilerine bir iş bunup onun peşince giderler.


Biz, buraya kadar onuncu esasın da batıl olduğunu anladık.

Yani Kur'an'ın hitabı bizlere yönelik değildir.

Bizden önceki zamanlara aittir ve bu zaman, o zaman değildir.

Allah bize akıl ve vicdan vermiştir.

Zamanımız o ilahi nuru (vicdanı) güçlendirmemiz için salih ameller işlemeye müsaittir.

Bizler aynen enbiya gibi İslam gelmeden önceki dönem gibi olabiliriz.

Çünkü enbiyanın başı olan nebi Muhammed de İslam gelmeden ve Kur'an gönderilmeden önce, Allah ile nasıl irtibat kurup o seviyeye gelmiş ve vahye mazhar olmuş ise, bizler de vicdanımızı, aklımızı, fıtratımızı kullanarak onun gibi olabiliriz.  

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU